Yaşadığım duygusal patlamanın üstünden bir hafta geçmişti Asmin gelmişti ama onunla ne konuşuyordum nede yüz yüze geliyordum. Neyseki çok kalmayacaktı kocası çok kalmasına izin vermemiş özlermiş. Acaba beni özlüyorlarmı. nede olsa ailem insan evladını kardeşini özlemezmiydi.
Galiba benim ailem özlemiyordu. Abim Asmini buraya getirdiğinde benimle konuşmak istemiş ama ben aşağı inip konuşmadım bile. hizmetliye hasta olduğumu inemeyeceğimi söylemiştim. Yalan değildi tam olarak… Ruhum hastaydı. İçim karışıktı, kalbim paramparça. Onlarla konuşmak, yüzlerine bakmak… o kırgınlıkları yeniden yaşamak gibiydi. Henüz buna hazır değildim.
Konaktaki herkes Asmin’e karşı mesafeliydi. Süreyya Hanım dışında onu sahiplenen pek olmamıştı. Yezda Hanım bile temkinli davranıyordu. O gün yemekte yine ortalık sessizdi. Asmin başını öne eğmiş, iki lokmayı zorla çiğniyordu. Süreyya Hanım bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama yüzü asıktı. Sarvan sessizce tabağına bakıyor, Gökhan ara sıra bana bakıp hafif tebessümle moral vermeye çalışıyordu.
Ben sadece yemeğimi yiyor, sessizce Asmin’i izliyordum. Karnı belirginleşmişti artık. İçinde taşıdığı o küçük cana karşı garip hislerim vardı. Yeğenimdi. Kanımdandı. Ama aynı zamanda içinde büyüyen şey geçmişimin acı bir hatırlatıcısıydı.
Geceleri bazen odama çekildiğimde onun sesini duyuyordum. Süreyya Hanım’la konuşurkenki o yumuşak tonu, arada gelen kahkahaları... Sonra bir sessizlik çöküyordu. Ve ben işte o sessizlikte kendimi daha da yalnız hissediyordum. Çünkü ben annemle hiç böyle konuşamamıştım. Hiç böyle gülmemiş, hiç bu kadar sahiplenilmemiştim.
Galiba kıskanmıştım biraz. Benim annem Bir kere olsun saçlarımı okşamamıştı. Beni hep terslemişti şimdi Süreyya hanımla Asmini izlerken içimde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorsum. 'Anne beni neden sevmedin' diye haykırmak istiyordum . Ama bunların bir faydası olmayacaktı. Paramparça olan çocukluğumu geri getirmeyecekti.
O gece de yemeğin ardından hızla odamın yolunu tutmuştum. Konuşmak istemiyordum kimseyle. Sessizlik artık yorgunluğumla birleşmişti, zihnimdeki kalabalık susmadıkça, dışarıda bir ses duymaya da tahammülüm yoktu. Üzerimi değiştirip yatağın kenarına oturmuş, ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirmiştim. Karanlık oda, içimdeki boşluğa benziyordu. Ne ağlayabiliyordum ne de rahatlayabiliyordum.
Asmin’in varlığı... onun kahkahaları, annemin yokluğu, geçmişimin içime işleyen izi... hepsi aynı anda boğazıma düğümlenmişti. Camdan dışarı baktım. Bahçede sarı bir lamba titriyordu. Rüzgar hafifti. Sanki dışarısı bana “gel” diyordu ama yerimden kalkacak gücüm yoktu.
Tam o sırada kapı usulca aralandı. Işık yüzünü aydınlatmasa da kimin olduğunu hemen anladım. Sarvan. Elinde buharı hâlâ yükselen ballı süt bardağı vardı. Usulca içeri girdi. Hiçbir şey demeden yanıma yaklaştı. Sanki gözlerimden anlıyordu her şeyi. Bardak elimde değildi henüz ama onun getirmiş olması bile içimi yumuşatmıştı. Bardakla birlikte yere çömeldi, göz hizama geldi.
“Sana ballı süt getirdim belki iyi gelir" dedi kısık sesle. Gözlerime bakmadı, bardakla uğraşır gibi yaptı. Onun bu hâli... ne bağırıyordu, ne zorluyordu. Sadece oradaydı. Varlığıyla bana nefes alan bir boşluk açıyordu. Bardağı aldım, hafifçe başımı sallayarak teşekkür ettim.
O ise yanımda sessizce oturmaya devam etti. Az sonra başını yavaşça bana çevirdi. “Meryem,” dedi, “Dışarı çıkalım mı yarın? Hava açacakmış. Evde bu kadar tıkılı kalmak seni daha çok yoruyor. Biraz yürürüz, belki bir yere uğrarız. Sadece senin için, sen nereye istersen.” Başımı ona çevirdim. Dudaklarım aralandı ama kelime bulamadım.
Sonra usulca, “İster misin gerçekten?” dedim. Gözlerim onun yüzünü incelerken, içinde bir yapmacıklık arıyordum ama yoktu. Gerçekti. Başını hafifçe salladı. “Benim için değil. Senin yüzüne ilk kez gülümseme geldiğinde avludaydın, Gökhan’la çekirdek çitliyordunuz. Gülüşünü o zaman gördüm ve biliyormusin Meryem hep öyle gül istedim. Bu evin duvarları seni hep susturuyor, biliyorum. O yüzden çıkalım. Konak dışında bir dünya da var. Senin için var.”
Bir şeylerin içimde çözülmeye başladığını hissettim. Gözlerimin dolduğunu fark ettim ama gülümsemeye de başlamıştım. O ilk küçük tebessümle. Bardaktan bir yudum alırken, “Yarın sabah,” dedim. “Gidelim. Ama sessiz bir yere...” Sarvan başını eğdi, gözleri gülümsedi. “Nereye istersen,” dedi. “Yeter ki susma artık Meryem. İçinde ne varsa konuşabildiğin yere götüreceğim seni.”
Bardaktaki süt ılık ama tatlıydı. Sarvan’ın yanında içmek daha da iyileştiriciydi sanki. İçim o kadar doluydu ki, bu küçük teklif bile kocaman bir pencere açmıştı bana. Yarına dair umut gibi bir şeydi bu. Belki çok büyük bir şey değil ama o sabah gözümü açtığımda bir şeyleri değiştirecek kadar kıymetli. Sarvan usulca yerinden kalktı, “Hadi, uyu artık. Dinlen biraz. Yarın yolda olacağız.” Elini başıma koydu, parmakları saçlarımın arasına karıştı. Banyoya girdi daha sonra.
Bense bardağı komodine koyup yorganın altına girdim. Yüzümde ilk defa kendi kendime gülümsedim. Belki de bazen iyileşmek, çok büyük şeylerle değil, böyle küçük dokunuşlarla başlıyordu. Yarın dışarı çıkacaktım. Ve belki... içimde birikenleri ilk kez birine anlatacaktım.
Sabahın ilk ışıkları, Mardin’in sarı taşlarına dokunurken yola çıktık. Sarvan sessizdi, ben de öyle. Konuşmadan yürüyorduk ama içimizde fırtınalar vardı sanki. Ayakkabılarımız, eski taş sokaklarda yankı bırakıyordu. Daracık yokuşlar, kemerli geçitler... her taşın bir hikâyesi vardı burada. Her duvar, susmuş bir geçmişin gölgesini taşıyordu.
Ulu Cami’nin minaresi uzaktan görünüyordu. Gökyüzü, sabahın serinliğine maviye çalan bir solgunlukla eşlik ediyordu. Kalabalık henüz yoktu. Sokakta, sadece birkaç yaşlı adam bir köşeye çömelmiş, ellerinde tespih, yavaş yavaş günü ağırlıyordu. Kadınlar evlerinin önünü süpürüyor, camlardan kahvaltı kokuları taşıyordu. Mardin… susarak konuşan bir şehir gibiydi. Ve ben tam da onun kalbinde yürüyordum.
Zinciriye Medresesi'nin merdivenlerinde durduk. Sarvan elini uzattı, bana yardım etti çıkarken. Tepedeki rüzgar yüzüme vurunca gözlerimi kapadım. Sanki içimdeki kırgınlıklar da o rüzgarla savruluyordu.
“Sarvan,” dedim sonunda. Sesim hafif titriyordu ama kararlıydım. “Seninle buraya gelmek istememin tek sebebi var. Şu şehre yukarıdan bakarken... içimi aşağıda bırakmak istiyorum. Ailemin beni sevmeyişini, annemin bana bir kere bile ‘kızım’ demeyişini… unutmam mümkün değil ama belki... hafifletebilirim.”
Sarvan sessiz kaldı. Gözlerini uzaklara, taş evlerin üzerine serilmiş sabah sisine dikti. Sonra bana döndü. “Ben seni ilk burada gördüm,” dedi. “İki yıl önce. Mardin’in çarşısında. Kalabalığın ortasında, yaşlı bir kadının torbası yırtılmıştı. Herkes bakıyordu, sen eğildin. Yerlerdeki biberleri, patlıcanları ellerinle topladın. Kadına bir gülümsedin. O an kalbim öyle bir sıkıştı ki, sadece güzelliğin değil... içindeki o merhamet çarptı bana.”
Gözlerim doldu. Bu şehre ait en derin acılarla gelmiştim ben. Oysa Sarvan, ilk kez beni, hiç tanımadığı halimle sevmişti.
"Belinde bir hasır çanta vardı o kadar güzeldin ki kalbim sıkışmıştı" Beni seviyordu bunu bilmek kalbimi hızlandırmıştı.
“Sonra ne oldu biliyor musun?” diye devam etti. “Seni unutmaya çalıştım. Ama bir gün...Asmin kaçtı o kadar gözüm döndü ki abini gözümü kırpmadan gebertecektim. Dedenin BERDEL kararı bile bunu değişmeyecekti takı seni görene kadar o zaman kabul ettim"
Bir adım geri attım. Sanki toprağın altı titremişti.
“Sana iyi davranmadım,” dedi. “Çünkü seni mecburmuşum gibi almak... beni kahretti. Oysa ben seni kendi elimle sevmek istemiştim. Kendi kararınla benim olmanı istemiştim. Her gün kendimle savaştım. Ama o savaşın ortasında sana zarar verdim. Biliyorum. Beni affetmeni beklemiyorum. Ama şunu bil Sana deliler gibi aşığım, Meryem. Ben seni, taş duvarların ardında bile sevdim. Ama bunu en son sana söyleyebildim.”
Boğazım düğümlendi. Zinciriye’nin avlusunda rüzgar durdu sanki. Gökyüzü sessizliğe büründü.
"Seni seviyorum seni çok seviyorum sadece bunu bil yeter"
“Sarvan,” dedim kısık bir sesle. Ne diyeceğimi bilemiyordum ne yapmalıydım şimdi hiç bir şey bilmiyordum.
Sarvan birkaç adım attı ve tam önümde durdu. Gözleri gözlerimdeydi. Ne kaçıyordu bakışlarından ne saklıyordu kendini. Bir adım daha atsam, göğsüne çarpacaktım. Kalbinin atışını duyardım belki. Ama donmuştum. Elleri cebindeydi, sıkılıydı yumrukları. Dizginlenmiş bir duygu seli gibi duruyordu karşımda. Korkuyordu belki, reddedilmekten ya da geç kalmaktan. Ama asıl korkan bendim. İlk defa biri beni gerçekten sevdiğini söylüyordu. Bu şehirde, bu taşların arasında, çocukken bile annemin ağzından çıkmamış kelimeleri bir yabancı söylüyordu şimdi: “Seni seviyorum.”
Boğazımdan bir şeyler çıkarmaya çalıştım ama dudaklarım kurumuştu. Gözlerim doldu, yutkundum. “Ben… ne diyeceğimi bilmiyorum,” dedim kısık bir sesle. “Ama seni sevmekten korkmuyorum. Beni yaralayan şey sevgi olmadı hiç. Sevgisizlikti. Eksikliğiydi. Bir bakış, bir dokunuş, bir ‘kızım’ demeyiş… Her şey oradan kırıldı. Ama sen… sen bana ilk defa birinin sahip çıkabileceğini hissettirdin.”
Sarvan elini uzattı, yanağıma dokundu. Avuç içi sıcaktı. Bu temas beni olduğum yerden söküp aldı. İçimden geçen her şey gözlerime vurmuştu. Ağlamıyordum ama gözlerim susmuyordu. Bir çift taş evin arasında, binlerce yıllık tarihe bakan bu yüksek duvarda, biz kendi tarihimizi yazıyorduk şimdi.
Bir şans bize bir şans verecektim. Belki bu kez her şey güzel olurdu kim bilir.