AİLE

1158 Words
Avlunun taş zemini hâlâ yazın sıcaklığını taşıyordu ama gölgede oturduğumuz köşede serin bir rüzgâr dönüyordu. Süreyya Hanım’la minderlere yerleşmiş, önümüzdeki tepsiden erik ve üzüm ayıklıyorduk. Karnım artık gözle görünür bir heybet kazanmıştı. Altı aylık hamileyim. Elimi her üzerine koyduğumda içimde küçük bir hayatın döndüğünü, yer değiştirdiğini, bazen de öylesine bir selam verdiğini hissediyorum. Süreyya Hanım bir erik uzattı, ben de teşekkür ederek aldım. “Meyve canına iyi geliyor,” dedi. “Sen yedikçe o da sevinir.” Gülümsedim. “Sanırım en çok da ekşilere bayılıyor. Elma, erik, nar... ağzımın suyu akıyor.” O sırada içeriden kahkaha sesleri geldi. Başımı çevirdiğimde Gökhan’la Dağdelenlerin kızı Aze’yi avluya girerken gördüm. Yan yana yürüyorlardı. Aze’nin saçları örgülü, omzuna düşen renkli bir yazmayla yüzünü yarı kapatmıştı ama gülümsediğini görmemek mümkün değildi. Gökhan’ın sesi tanıdıktı, ama yanında bir kadının oluşuna alışmak zordu hâlâ. Aze kötü bir kız değildi. Günahı neydi? Belki sadece yaşlı bir adamla evlenmemek için kaçmıştı. Belki kendi kaderini kendi seçmişti. Ama yine de, Şeyda için bu görüntü keskin bir bıçak gibiydi. Bunu bilmek içimi burkuyordu. Çünkü Şeyda’nın gözleri, Cihan’a her bakışında bir şey söylüyordu. Sustuğu her yerde bir sevda gizliydi. Ama ağzından çıkan ise her seferinde başkaydı. “Rızam var,” diyordu. “Bu evlilik benim kararım.” Bir karar verilebilirdi, ama kalp ikna olmadan bu neye yarardı? Aze ve Gökhan bir hafta önce evlenmişti. sırada Şeyda ve Cihanın düğünü vardı. Ağalar aynı anda yapmak istediler aslında düğünü ama Cihan ağa bunu reddetti. Onların düğünü farklı olacaktı böyle istemişti. Kimsede bir şey dememişti. şimdiyse bütün Mardin onların düğününü bekliyordu. Meyve tabağından bir üzüm daha aldım. Aze yanımıza yaklaşınca yüzünde yine o utangaç gülümsemesi belirdi. “Kolay gelsin,” dedi kibarca. Süreyya Hanım başıyla selam verdi. Ben de hafifçe gülümsedim. Ama Şeyda, az önce yanı başımda oturuyordu, sessizce nar ayıklıyordu. Aze’yi görür görmez elindeki nar tanelerini tabağa bırakıp “Ben biraz serin hava alayım,” diyerek hızla arka bahçeye yöneldi. Hep böyle yapıyordu. Gökhan’la Aze’yi gördüğünde yüzüne gelen o ani donukluk, ardından başlayan telaşlı kaçış. Gözleri birine değdiğinde kalbinin kıyısı acıyordu belli ki. Ama kimseye belli etmeden, sessizce çekiliyordu bir kenara. Aze ayakta bekliyordu. Mahcubiyeti gözlerinden okunuyordu. Ne bir zafer havası, ne bir kibir… Sadece duruşunda bir tedirginlik vardı. Beni süzdü. “Bebeğiniz iyi mi?” diye sordu, sesi içten ama temkinliydi. “Çok şükür iyi,” dedim. “Sürekli hareket ediyor artık.” Gülümsedi. “Ne güzel,” dedi. “Benim annem hep derdi, bebek annenin niyetini bilir, huzuru hisseder.” Bu söze karşılık verecek çok şey vardı ama sadece “İnşallah,” diyebildim. Süreyya anne bir yandan meyveleri ayıklıyor, ama göz ucuyla hep bizi izliyordu. Aze, “Ben bir şey için aşağıya inmiştim, kolay gelsin,” diyerek uzaklaştı. Onun ardından baktım, ardından da Şeyda’nın gidiş yönüne çevirdim gözlerimi. O an kalbimin orta yerinde bir sızı hissettim. Çünkü bir kadının sevdiği adamın başka bir kadınla konuştuğunu görmesi, hele ki o kadının artık onun karısı olduğunu bilmesi... tarif edilemez bir acıydı. Ama Şeyda bu acıyı kimseye göstermiyordu. Ne bana, ne annesine, ne de Gökhan’a. Sadece susuyordu. O suskunluğun içindeki koca yangını ise yalnız ben fark ediyordum. Süreyya Hanım bana döndü. “Şeyda kaçıyor yine, değil mi?” dedi sessizce. Başımı eğdim. “Kendince korumaya çalışıyor kendini. Belki de duvar örüyor, içinde yıkılmasın diye.” Kadın derin bir nefes aldı. “Bazen susmak, en yüksek bağırıştır aslında,” dedi. “Ama bu evde kimse bağırmaz. O yüzden herkesin sesi kalbinde yankılanıyor.” Ne diyeceğimi bilemedim. Dudağımı ısırdım. Karnımın üstünde elim, oğlum hareket etti o an. Sanki beni duymuş, bir yerlerden anlamıştı. İçimde bir can, dışımda koca bir sessizlik. Bir yandan meyve yiyor, bir yandan gözlerim Şeyda’nın yolunu bekliyordu. Belki birazdan döner, belki de akşam yemeğine kadar bir köşede yalnız kalmayı seçerdi. Ama ne olursa olsun, içimde bir yemin büyüyordu: Bu evde bir kadın daha kırılmasın. Şeyda da sevilmeyi hak ediyordu. Sevilerek, görünerek, anlaşarak... çünkü bazı kadınlar sadece rıza göstererek yaşarken, aslında çoktan vazgeçmiş oluyordu kalplerinden. Ama ben onun gözlerinde o vazgeçişin kırığını değil, hâlâ kıvılcım kıvılcım yanan bir umut görüyordum. O umutla birlikte bir gün, gerçek bir sevgi de doğacaktı belki… Tıpkı benim içimde doğmak üzere olan gibi. ****** Süreyya Hanım tepsideki çekirdekleri bir kenara itti, ellerini dizlerine koyarak ağır ağır doğruldu. “Ben mutfağa ineyim, akşama bir şeyler hazırlayayım,” dedi. “Sen burada kal, biraz hava alırsın.” Gülümseyerek başımı salladım. “Tamam anne.” O ‘anne’ kelimesi dudaklarımdan öyle kendiliğinden dökülmüştü ki, Süreyya Hanım’ın gözleri bir anlık parladı. Sessizce başını eğip çıktı avludan. Ardında sarı sıcakla bezenmiş, gölgelerin uzayıp kısaldığı sessiz bir bahçe bıraktı. Tepsiyi önümde tuttum, ayıklanmış üzümleri tek tek seçip ağzıma atmaya başladım. Karnımda tatlı bir gerginlik vardı. Oğlum bazen sağa doğru kıvrılıyor, sonra birden soluma dönüyordu. Bazen nazlı, bazen haylaz. Ben ise her hareketini ayrı bir mucize gibi hissediyordum. Gözlerim dut ağacına takıldı. Yaprakları aralanıyor, aralarından sızan ışıklar avluya dans eden halkalar bırakıyordu. Tam o sırada ardımda bir gölge belirdi. Ayak sesinden tanıdım. Usul ve güvenli… Tanıdığım en huzur verici ayak sesi. Sarvan. Arkama bakmama bile gerek kalmadı. Gözlerimi kapadım, sadece gelişinin sesini içime çektim. Ardından yüzümde sıcacık bir öpücük hissettim. Alnımın tam ortasına. “Hanımım,” dedi kısık sesiyle. “Ne yapıyor bizim kraliçemiz burada böyle tek başına?” Gülümsedim. Gözlerimi araladım ama ona bakmadım hemen. “Üzüm yiyorum. Hem de oğlumla paylaşıyoruz.” Sarvan yanımda diz çöktü, elini yavaşça karnıma koydu. Elleri hep sıcaktı. Sertti ama asla incitmezdi. Parmaklarını dikkatlice karnımın üzerine yaydı, sanki içeriye dokunabilecekmiş gibi. “Oğlum…” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı. “Duyuyor musun babanı?” Birkaç saniye bekledi. Sonra gözlerini karnıma dikip konuşmaya devam etti. “Nasılsın bu gün babam. Anneni üzmüyorsun değilmi" diye konuştu oğlumuza. O an içimde bir kıpırtı oldu. Sert ama net bir hareket. Sarvan’ın elinin altındaydı. Onun gözleri kocaman açıldı. “Hareket etti,” dedi, sesi heyecanla titredi. “Oğlum bana cevap verdi.” Gülümsedim. “Bazen senin sesine daha çok tepki veriyor. Tanıyor seni artık.” Sarvan başını eğdi, karnıma hafif bir öpücük kondurdu. Sonra ellerini çekmeden bana döndü. “Biliyor musun, bazen seni izlerken içimde o kadar büyük bir sevgi oluyor ki… sanki seninle birlikte yaratıldım. Aynı anda doğmuşuz gibi. Seninle tamamlandım.” Gözlerimi kapattım. İçimdeki minik tekme bir kere daha geldi. Sanki oğlum da Sarvan’a katılıyor, o da bu sözleri tasdikliyordu. “Sen bana bakınca ben de aynı şeyi hissediyorum,” dedim kısık bir sesle. “Sadece kadın değilim artık. Anne oldum. Ve bu haliyle en çok sana âşık oluyorum.” Sarvan kollarını omzuma sardı, başımı göğsüne yasladım. Kalbinin ritmini duydum. Sakin, sağlam, sanki bana aitmiş gibi. Biz orada, taş avlunun serin köşesinde, rüzgârın dut dallarını salladığı bir öğleden sonra, üç kişilik bir sessizlikte bulduk kendimizi. Bir elim karnımda, bir elim onun avucunda. İçimdeki çocuk ise, sanki bu sevgiyi anlamış gibi yerleşmişti. Belki o da huzuru seçmişti, belki annesinin kalbinde babasının sesini duymayı çoktan öğrenmişti. Ama o an biliyordum. Bu evde bir erkek çocuk büyüyecek. Babası gibi güçlü olacaktı. merhametini de benden alırdı belki. o bizim canımız olacaktı. Her hâliyle sevecektik bebeğimizi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD