YEMEK

1835 Words
On beş gün geçti. Herkes iyiydi, yaralar sarılmış, otobüsteki panik ve kaos geride kalmıştı. Benim kabusların etkisi ise yavaş yavaş azalıyordu. Hala zaman zaman o boğucu gaz kokusu, silah sesleri ve insanların çığlıkları gözümün önüne geliyordu ama artık nefesimi kesmiyordu. O gün, hastanede rutin işlerimle uğraşırken kapı hafifçe tıklandı. Şerife Teyze içeri girdi, yüzünde her zamanki gibi hem ciddi hem de hafif gülümseyen bir ifade vardı. "Elif kızım." dedi, sesi sakin ama anlam yüklüydü. "Bu akşam sende müsaitsen, Yusuf Sinan oğlum seninle görüşmek istiyor." O an bir tuhaflık hissettim. Kalbim hafifçe hızlandı, ama heyecan mı, korku mu bilemedim. Şerife Teyze ’nin gözlerindeki o ciddi ama sıcak bakış, olayların hala kontrol altında olduğunu hatırlattı. " Ben… Tabii." dedim, kendi kendime cesaret toplamaya çalışarak. " Müsaitim, elbette." .... O akşam yaklaşırken içimde garip bir huzursuzluk vardı. Gün boyu hastanede hastalarla ilgilenmiş, her zamanki gibi koşturmuştum ama aklım sürekli oraya kayıyordu. “Yusuf Sinan benimle görüşmek istiyor.” Cümlenin ağırlığı bir türlü zihnimden gitmiyordu. Evime geçip üzerimi değiştirmeye çalışırken aynada kendime baktım. Siyah kazak mı giysem, yoksa sade bir elbise mi? Bir an güldüm kendi kendime. “Elif, ne yapıyorsun sen? Bu bir randevu değil belki. Ne çabuk havaya girdin.” Ama sonra aklıma Şerife Teyze ’nin sözleri geldi. “Yakışıklı değil mi? Sen de öylesin işinde, o da öyle. İkiniz benziyorsunuz.” Kalbim yine hızlı atmaya başladı. Ya gerçekten konu evlilikse? Ya ben o buz gibi adamı yanlış tanıdıysam? Sonra birden içime bir korku düştü. Ya bu görüşme aslında o saldırıyla ilgiliyse? Ya beni hala şüpheli görüyorlarsa? O sorgu odasının soğuk duvarları, o sert bakışları tekrar karşıma çıkarsa… Elbiseyi elimden bırakıp derin bir nefes aldım. “Tamam Elif.” dedim kendi kendime. “Kaptırma hayallere. Bu bir randevu değil, resmi bir görüşme olabilir. Ayağını yere bas.” Ama yine de kalbimde küçük bir ses fısıldıyordu. Ya öyle değilse? Ya gerçekten seninle konuşmak, seni tanımak istiyorsa. Aynadaki yansımama baktım. Yorgun ama kararlı bir yüz vardı karşımda. Dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi. “Ne olursa olsun.” dedim, “ben kendim gibi olacağım.” Dolabın kapağını açtım. Aslında orada öyle çok seçeneğim de yoktu. Pratisyen bir hekim olarak şatafatlı kıyafetlerim olmadı hiç. Çoğu zaman hastane önlüğü, onun altına da sade bluzlar, pantolonlar… Ama bugün farklı hissettiriyordu. Parmağımı askılarda gezdirirken içimden geçiriyordum: “Ne giysen boş Elif, bu bir buluşma değil. Resmî bir görüşme. Adam asker, üstelik komutan. Muhtemelen takım elbiseyle gelecek, senin üstünde ne olduğuna bile bakmayacak.” Ama sonra durdum. İçimden başka bir ses, çok daha yumuşak bir ses fısıldadı. “Peki ya bakarsa? Peki ya bu gerçekten iş dışı bir görüşmeyse?” Elimi lacivert sade bir elbiseye götürdüm. Diz hizasında, düz kesim, ne çok süslü ne çok salaş. Elbiseyi yatağın üzerine bıraktım. Yanına bir de krem rengi hırkamı koydum. “Bu yeterince sade, ama aynı zamanda özenli.” Bir an aynaya döndüm. Yüzümdeki yorgunluk hemen belli oluyordu. Gözlerimin altındaki morluklar hala kaybolmamıştı. Kabuslar azalmıştı ama geceleri tam uyuyamıyordum. Dolaptan küçük bir kutu aldım; içinden hafif bir fondöten, biraz da ruj sürdüm. Çok yapmacık olmamalıydı. Sadece sağlıklı görünmek istiyordum. Saçlarımı açıp taradım, sonra tekrar aynaya baktım. Saçlarım omuzlarımın üzerine düştü. O an birden yüzüm kızardı. “Ben ne yapıyorum? Sanki buluşmaya gidiyorum. Elif, aklını başına topla.” Ama ne kadar inkar etsem de içimdeki telaş, ellerimin titremesi, kalbimin hızlanması… bunlar başka şeyler söylüyordu. Bir sandalye çekip oturdum. Gözlerimi kapadım. Aklıma sorgu odasındaki hali geldi. O buz gibi gözler, sert ses tonu. “Sivilleri neden bayılttın?” diye sorarken yüzümde en ufak bir duygu yokmuş gibi duran adam… Ve aynı kişinin, Şerife Teyze ’nin bahsettiği, “çok vefalı, merhametli” Yusuf Sinan olduğunu bilmek beni allak bullak etmişti. “Beni ona mı uygun gördü gerçekten? Aşk olsun Şerife Teyze…” Ayağa kalktım, elbiseyi giydim. Hırkamı üstüme aldım. Çantama telefon yerine sadece kimliğimi ve biraz para koydum; telefona zaten askerler el koymuştu, hala geri vermemişlerdi. Kapıdan çıkarken aynaya son kez baktım. Dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi. “Ne olursa olsun Elif, bu akşamı atlatacaksın. İster resmi görüşme, ister başka bir şey olsun. Sen hazırsın.” Ve adımlarım, beni belirsizliğe götürmek üzere kapıdan çıktı. Mekana adımımı attığım anda şaşkınlıktan küçük bir nefes kaçırdım. Kristal avizelerin altında yumuşak bir ışık vardı. Masalar beyaz örtülerle kaplanmış, köşede bir gitar sessizce tınılıyordu. Hiçbir zaman böyle bir yerde bulunmamıştım. Ayaklarım istemsiz yavaşladı. “Allah’ ım, ben neyin içine geldim? Resmi görüşme dedikleri bu muydu?” Gözlerim masaları tararken, bir masanın başında oturan o adamı gördüm. O buz gibi sorgu odasındaki haliyle değil; ütülü lacivert bir ceket, beyaz gömlek, sade ama asil bir duruş. Ve ilk defa yüzünde, gerilimi dağıtan ince bir tebessüm vardı. Göz göze gelince ayağa kalktı. Adımlarımın sesi halının üzerinde neredeyse kaybolmuştu. Kalbim öyle hızlanmıştı ki göğsümden duyulacak diye korktum. Masaya yaklaştığımda, sandalyemin arkasına geçip zarif bir hareketle çekti. “Lütfen.” dedi, sesi yumuşak ama otoritesini kaybetmeyen bir tondaydı. Ben otururken, gözlerimden utanarak yere bakıyordum. “Bu aynı adam mı gerçekten? Sorguda nefes almama bile izin vermeyen, bakışlarıyla içimi donduran o muydu? Şimdi bana sandalye çekiyor.” O da yerine oturdu, ardından sağ elini bana doğru uzattı. “Ben Üsteğmen Yusuf Sinan Kurtay.” dedi. Elini sıktığım an, avucunun sıcaklığı içime işledi. Sanki bütün soğukluğu, bütün sertliği bir anlığına bu tokalaşmada kaybolmuştu. Yine de içimde bir titreme vardı. “Elif…” diyebildim sadece, sesim ince çıkmıştı. Bir an gözlerimi kaldırıp baktım. O anda yüzündeki çizgileri daha net seçtim. Sert çene hattı, anlamını belli etmeyen kehribar gözler. Öyle kibar ve centilmendi ki, bir an için gerçekten film sahnesindeymişim gibi hissettim. Garson menüleri masaya bıraktı. Yusuf Sinan hemen bana dönüp, “Siz ne yemek istersiniz Elif Hanım?” dedi. Menüye baktım ama harfler birbirine girmiş gibiydi. Şık restoranlar bana hep mesafeli gelmiştir; sanki yanlış çatalı tutsam herkes döner bakar gibi. Sessizce menüyü kapatıp, “Ben sizin tavsiyenize bırakayım.” dedim. Yusuf Sinan başıyla onayladı. “Peki, o halde sizin için en hafif ve lezzetli olanı seçelim.” dedi ve garsona dönüp siparişi verdi. Sonra gözlerini tekrar bana çevirdi. “İçecek ne arzu edersiniz? Kırmızı şarap iyi gider ama siz tercih edin.” Hafif bir tebessümle cevap verdim: “Ben içki kullanmıyorum… Ama sen içebilirsin tabii.” Sözlerim masanın üzerinde asılı kaldı. Gözlerimi ondan ayırmadan bekledim. Bütün vücut diline, yüzündeki en ufak kıpırtıya dikkat ediyordum. Ayrıca bu bir sınavdı. İlk buluşmada alkol alırsa kalkıp giderdim. Yusuf Sinan kısa bir duraksamadan sonra garsona döndü. “İkimiz için de ayran getirin lütfen.” Kalbim göğsümde bir an hızla çarptı. “Demek ki disiplinini masada da sürdürüyor. İyi. Bu testi geçti.” Yemeklerimizi beklerken Yusuf Sinan sandalyesinde hafifçe öne eğildi. Gözlerinde dikkatli ama kibar bir ifade vardı. “Peki Elif Hanım… Sizi daha yakından tanımak isterim. Nerelisiniz?” diye sordu. Bir an nefesim boğazımda düğümlendi. Hakkari dedim içimden. Çoğu insanın dudak büktüğü, kimisinin önyargıyla yaklaştığı memleketim. Karşımda bir asker vardı. Sertliğiyle tanınan, az önce bile masaya otururken disiplinini belli eden biri. Acaba bu soruyu sorarken zihninde nasıl bir tablo belirmişti? Başımı dik tuttum. Sesim ne kadar titrerse titresin gizlememeliydim. “Hakkari.” dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz gözlerim onun yüzüne kilitlendi. Kaşları mı çatılacak, dudakları mı bükülecek, bir anlık bir küçümseme mi göreceğim diye yüreğim ağzımda bekledim. Memleketimden utanmıyorum elbette ama bir askerin gözünden nasıl görünür bilmiyorum. Üniversitede ve iş hayatında çok fazla ön yargı ile karşılaştım. Ama Yusuf Sinan ’ın yüzünde tek bir kas bile kıpırdamadı. Ne küçümseme vardı, ne de tuhaf bir tepki. Aksine, dudaklarının kenarında sakin bir gülümseme belirdi. “Hakkari… Dağların arasında büyümek insana çok şey öğretir.” dedi. “Oranın insanı güçlü olur. Sizde de o gücü görüyorum zaten.” Şaşkınlıktan gözlerim büyüdü. İçimde bir ses, “Demek ki ırkçı değil… Hem de hiç.” diye fısıldadı. Ama yine de temkinliydim. Ona güvenmek kolay değildi. Her kelimesini, her mimiğini dikkatle tartıyordum. Çünkü bu buluşma sadece bir yemek değil, benim için hala koca bir sınavdı. Yusuf Sinan, su bardağını eline aldı. Parmaklarının uzun ve düzgün hatlarına gözüm kaydı ama hemen toparlandım. “Çocukluğunuz orada mı geçti Elif Hanım? Hakkari’de?” diye sordu. Sesinde merak vardı ama sorgulayıcı bir ton yoktu. Daha çok, gerçekten öğrenmek isteyen bir insanın merakıydı. Başımı salladım. “Evet… Çocukluğumun çoğu orada geçti. Zor ama bir o kadar da güzel günlerdi. İnsan dayanmayı, paylaşmayı öğreniyor. Belki de bu yüzden doktor oldum. Orada herkesin birbirine nefesiyle can verdiğini gördüm.” dedim. Sözlerim havada asılı kaldı. Bir an kendimden çok şey açtığımı düşündüm ama Yusuf Sinan ’ın bakışları ciddiyetle dinlediğini gösteriyordu. Laf olsun diye soruyor Elif niye uzatıyorsun diye kendime kızdım. Ben de dayanamadım “Peki ya siz? Nerelisiniz?” diye sordum. Yüzünde belli belirsiz bir gölge geçti. Gözleri kısa bir an masadaki peçeteye kaydı. Sonra bana döndü. “Ben Ankara’ da büyüdüm.” dedi. Sesi biraz daha derinden, daha ağır çıkmıştı. “Ama bir aile yanında değil. Çocuk Esirgeme Kurumu ’nda.” Bir an kalakaldım. O kadar güçlü, disiplinli, dimdik bir adamın ardında böyle bir geçmişin olması… İçim burkuldu. “O yüzden mi bu kadar sert, bu kadar soğuk görünüyor?” diye geçirdim içimden. “Zor olmalı.” dedim, sesim istemsizce yumuşadı. O ise kısa bir gülümsemeyle başını salladı. “Zordu ama aynı zamanda öğreticiydi. Orada insan kendi yolunu seçmek zorunda kalıyor. Ben de seçtim. Vatanıma hizmet etmeyi seçtim.” Bir süre sessizlik oldu. İçimde tuhaf bir saygı ve merak dalgası kabardı. Onunla ilgili her şeyi bilmek istiyordum ama aynı zamanda temkinliydim. Çünkü karşımda yalnızca yakışıklı bir adam değil, bambaşka bir derinlik vardı. Bu adam ailesine sahip çıkar değer verir diye düşündüm. Çünkü benim gibi onunda aile özlemi olmalıydı. Yemekler masaya getirildi. Buharları tüten tabaklar önümüze bırakıldığında, garson nazikçe eğilip çekildi. Ben daha çatalı elime almadan Yusuf Sinan söze girdi. “Yanlış anlamazsınız umarım.” dedi, sesi yine o kontrollü ve net tonuyla, “Buralarda görev için bulunuyorum bu aralar. Dolayısıyla her an bir emir gelebilir. Bu yüzden lafı dolandırmadan daha ciddi konulara mı geçsek diyorum. Gerçekten kusura bakmayın. Sizin için gelmiş olmak isterdim. Böyle bir konu özel zaman ayırmayı hak ediyor ama maalesef yoğun bir dönem ve sizi fazla bekletmek istemedim. ” Sözleri karşısında kaşlarım hafifçe kalktı. Ne demek istiyordu? Kalbim bir anda hızlandı. Göz ucuyla ona baktım, gayet sakindi, adeta masanın etrafındaki havayı bile kontrol ediyordu. “Elbette.” dedim, boğazımı temizleyerek. Sesim bana bile biraz titrek geldi. O ise hiç bozuntuya vermeden devam etti. “Şerife Teyze benden az çok bahsetmiştir diye düşünüyorum. Ama sizden bana çok bahsetti. Yalnız, en önemli konular hakkında henüz hiçbir bilgimiz yok sanırım.” İçimde bir sıcaklık ve aynı anda da bir gerilme oldu. Ne demekti bu? “En önemli konular”… Konu açıkça evliliğe gidiyordu. Ellerim çatalın üzerinde terledi. Kendi kendime; " Tamam Elif, belli ki bu buluşma sadece iki insanın tanışması değil. Daha büyük bir şeyin kıyısındasın. Peki sen hazır mısın? " dedim. “Evet, haklısınız.” diyebildim sadece. Gözlerim tabaktaki yemeklere kaydı, ama iştahım çoktan kaçmıştı. Bugün zaman ilerlediğinde en çok dönüp düşündüğüm günlerden biri oldu. Eğer başa dönebilsem, yani o güne geri dönebilsem ne yapardım bilmiyorum. Yusuf Sinan' ın kibarlığı beni çok etkilemişti. Hiç öyle bir nezaket görmedim çünkü daha önce. Ama bazen kibarlıkta zehirler öldürürmüş insanı henüz bilmiyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD