Ellerimi yavaşça yukarı kaldırdım. Ellerim titriyordu ama elimden geldiğince sakin görünmeye çalıştım. Asker adımlarını bana doğru sıklaştırdı, yüzündeki sert ifade hiç değişmedi. Gözleri keskin, sorgulayan ve korkusuzdu. Ne yapmaya çalıştığımı anladığını sanıyordum ama yine de gözleri hiç kıpırdamıyordu.
“Ellerini yukarıda tut!” dedi kısa ve kesin bir sesle. Kendisinden başka kimse yokmuş gibi, dünyada sadece ikimiz varmışız gibi soğuk ve emrediciydi.
Başımı salladım, itaat ettim. O an anladım, burada ne kadar haklı olursam olayım, onun gözünde ben sadece bilinmeyen bir tehlikeydim. Düşman ya da dost değil, sadece sorgulanacak bir yabancı.
Adımlarımız yavaş yavaş ağaçlık alana doğru ilerledi. Toprak kuru, yapraklar kıtır kıtır kırılıyordu ayaklarımızın altında. Rüzgar hafif esiyordu, ağaç dalları usulca sallanıyordu ama benim içimden kopan fırtına, bu huzurlu doğayla taban tabana zıt bir karmaşaydı.
Asker aniden durdu, sertçe ellerimi kavradı ve üzerimi aramaya başladı. Elleri bedenimde gezindiğinde, vücudumun kontrolü elimden çıkmış gibiydi. Her dokunuşuyla kalbim biraz daha hızlanıyor, beynim sisleniyordu. Korku, çaresizlik ve öfke karışımı hislerle doluydum. Neden ben? Neden bu durumda, bir doktor olarak yardım etmeye çalışırken sorgulanıyordum?
“Ne var o poşette?” diye sordu sertçe.
“Telefonlar...” diye fısıldadım. “Rehinelerin telefonları. Dışarıyla iletişim kurmamaları için aldılar… ama baygınlar, hepsi…”
Şaşkın bakışlarla bana baktı. “Baygın mı? Ne bayılması?”
“Bir gaz verdim.” dedim hızlıca, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. “Ama zararsız… sadece geçici… Çok az kaldı, ayılacaklar… Yardım getirmeliyim. Neyse ki sizi gördüm. ”
O kaşlarını çatıp, sertçe dedi ki:
“Bayıltmak? Bu senin işin değil. Böyle oyunlar oynamayacaksın. Şimdi seni komutana götürüyorum.”
“Lütfen.” dedim, gözlerimi kaçırmadan. “Onlar için zaman önemli. Hemen yardım lazım. Birazdan kendilerine gelecekler. Orada eksik olduğumu anlayınca belki zarar verecekler. Daha önce bir doktoru öldürdüler. Gerçekten, anlayın lütfen.”
Ama adam yüzümde bir an bile yumuşama göstermedi. “Yaptığın ne olursa olsun, karar komutanın.”
Yine ellerim havadayken adımlarımızı hızlandırdık. İçimde umudum vardı, ama yanı başımda duran adamın sertliği bu umudu zorluyordu. Anlatmaya devam etmek istedim ama kelimeler boğazımda kaldı.
İçimde bir yerlerde, karşılaşacağım komutanın yaşlı ve tecrübeli biri olacağını düşünüyordum. Ama önümde duran adam... genç, neredeyse film yıldızı kadar yakışıklıydı. Keskin yüz hatları, kısa ve düzgün kesilmiş dalgalı saçları vardı. Gözleri, kehribarın sıcak tonlarını taşıyordu; altın sarısının derinliğiyle harmanlanmış, içine baktıkça içindeki ateşi hissedebileceğin bir renkti bu. Işık vurduğunda, gözbebeklerinin etrafında parlayan küçük güneşler gibi parlar, adeta ruhunun derinliklerinden gelen sıcaklığı yansıtırlardı. Bu özel renk, ona hem gizem hem de güçlü bir karizma katıyordu; bakışlarıyla insanın içine işleyen bir büyü yayıyordu.
Onun kehribar gözlerinde, sakinliğin ve yoğunluğun bir arada yaşandığı, anlatılması zor bir çekim gücü vardı. Sanki gözleri, gördüklerini değil, derinlerde saklı olanları görüyordu. Her an harekete geçmeye hazır bir kıvılcımı barındıran o renk, sert karakterini kusursuzca tamamlıyordu sanki.
Askeri üniforması bedenine tam oturmuş, omuzlarındaki apoletler hafifçe parlıyordu. Duruşu ve karizması öylesine etkileyiciydi ki, bir an "Acaba gerçekten buradayım mı? Yoksa bir film setindeyim?" diye düşündüm. Yok kesin film setine düşmüştüm. Zaten bu olanlar gerçek olamazdı.
Genç komutan gözlerini üzerime dikti ve sert bir sesle sordu.
"Adın ne? Burada ne işin var?"
Nefesimi toparlayarak cevap vermeye çalıştım.
"Ben Elif Sonay. Pratisyen hekimim. Buraya tıbbi yardım ve seminer için geldim. Ama durumu kontrol altına almak için onları bayıltmak zorunda kaldım çünkü..."
Sözüm yarıda kesildi. Komutan kaşlarını çattı ve soğuk bir sesle dedi ki:
"Yeter! Burada işler böyle yürümez."
İçimde bir gerginlik büyüdü, zor bir ortamdan yeni çıkmıştım. "Herkes soruyor, ama kimse dinlemiyor." dedim. Ama o yine umursamazdı. Arkasını döndü ve bir askere seslendi:
"Araca götür bunu."
Yalnız bırakılmış hissiyle etrafıma baktım. Burada işimi yapmaya çalışan biri olarak, sesimin duyulmadığını biliyordum. Elimden geleni yapmıştım.
Beni götüren asker, komutanın “Araca götür” emrini aldıktan sonra tek kelime etmeden önden yürümeye başladı. Ben de ellerim hala havada, yavaşça indirmeye cesaret bile edemeden peşinden gittim. Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe ayaklarım sanki yerden kesiliyormuş gibi hissediyordum.
Adımlarımızın ritmi sadece uzaktan gelen çatışma sesleriyle bölünüyordu. Silah sesleri… Patlamaya benzer yankılar… Her biri göğsüme bir tokat gibi çarpıyordu. Daha yeni yaşadığım otobüs baskınının gerginliği vücudumdan hiç gitmemişti. Hala kulaklarımda insanların çığlıkları, gaz kokusunun boğucu etkisi vardı.
Yürürken kafamın içi sorularla doluydu.
“Otobüsteki diğer insanlar… Onlara ne oldu? Ayıldılar mı? Şu an güvende değillerse… ya şu an ölüyorlarsa?”
Dudaklarım arasından sessizce mırıldandım.
“Otobüstekiler… Onlara ne oldu biliyor musunuz?”
Asker durmadı bile. Başını çevirmedi, yüzüme bakmadı. Sanki ben yokmuşum gibi yürümeye devam etti. Adımlarını biraz hızlandırdı. Bu sessizlik… bana bağırmaktan daha çok ağır geliyordu.
İçimde korku ve çaresizlik birbirine karıştı. Her çatışma sesi geldiğinde istemsizce irkiliyordum. Sanki her an yeniden ateşin ortasına düşecekmişim gibi…
Ne kadar yürüdük bilmiyorum ama bacaklarım yanmaya başlamıştı. Yine de durmaya cesaretim yoktu. Bu yolun sonunda ne olacağını bilmiyordum, ama asker bakmasa da, cevap vermese de tek umudum buradaki insanların yardım edeceğiydi.
....
Yazarın Anlatımı...
Otobüsün içi ağır, boğucu bir sessizlikle doluydu. Baygın bedenler koltuklara yığılmış, nefesler düzensiz ve derinden geliyordu. Birkaç dakika önce sessizlik hakimken, ilk kıpırtılar görülmeye başladı. Önce hafif homurtular, ardından başların sağa sola devrilip doğrulması… İnsanlar ayılmaya başladıkça fısıldaşmalar yayıldı.
" Ne oldu bize?"
" Neredeyiz?"
Panik, hızla büyüyordu. İçlerinden biri kapıya yöneldi.. Diğerleri çevresine bakınıp olanları anlamaya çalışırken, camlardan dışarı bakanların yüzlerinde bir anda korku belirdi.
Tam o sırada, otobüsün dışında keskin bir ses yankılandı, bir silah sesi. Bir an herkes nefesini tuttu. Kafasını cama dayayan yaşlı bir adam, titrek sesiyle,
" Biri vuruldu… galiba… "dedi.
Dışarıda, Yusuf Sinan’ ın timi çoktan pozisyon almıştı. Yeşil ve kahverengi tonlarında kamuflajlar, otobüsün çevresine yayılan gölgeler gibi görünüyordu. Tepedeki bir noktada, keskin nişancı dürbününü hedefe kilitlemişti. Hedef, diğerlerinden biraz daha farklı duruyordu: Elinde telsiz, sırtında siyah yelek, yüzünde kendinden emin bir gülümseme… Lider olduğu belliydi.
Komutan Yusuf Sinan ’ın kısa ve net emri kulaklıkta yankılandı:
" Lideri alın."
Bir an sonra, o sessizlik yırtıldı. Keskin nişancının tüfeğinden çıkan tek bir mermi, kurşun gibi değil, sanki zamanı delip geçen bir karar gibiydi. Lider yere yığıldı. O an, otobüsün içinde çığlıklar koptu. Silah sesleri art arda patlamaya başladı.
Askerler planın ikinci aşamasına geçti. Yan taraftan iki asker, otobüsün havalandırma boşluğuna küçük bir kapsül attı. Kapsül, hafif bir “pıss” sesiyle patladı ve içeriyi ince, beyaz bir gaz doldurmaya başladı. Burnu yakan, gözleri yaşartan bu gaz, içerideki teröristleri paniğe sürüklüyordu.
Birkaç tanesi, kapılara ve camlara yönelip ateş etmeye başladı, ama Yusuf Sinan ’ın timi buna hazırdı. Yan cepheden yaklaşan iki asker, taktik kalkanlarla ilerleyip kapıyı kırdı. İçeri girer girmez komutlar sert ve hızlıydı.
" Silahını bırak! Yere yat!"
" Hareket etme!"
Otobüsün içinde teröristlerle askerler arasında kısa ama şiddetli bir çatışma çıktı. Kurşunlar koltuklara saplandı, camlar tuz buz oldu. Bazı siviller koltukların arasına kapanmış, kimisi birbirini kollarına sarmıştı. Gazın etkisiyle teröristler net hedef alamıyor, askerlerin taktik ilerleyişine karşı koyamıyordu.
Dakikalar içinde üstünlük tamamen askerlerin eline geçti. İki terörist etkisiz hale getirildi, biri yaralı olarak yere yığıldı. Gaz dağıldıkça otobüsün içindeki manzara yavaş yavaş netleşti. Birkaç sivilin kolundan, bacağından hafif yaralar vardı ama durumları hayati değildi.
Yusuf Sinan, otobüsün kapısında göründüğünde askerler saygıyla başlarını eğdi. Gözleri hızla içeriyi taradı, yaralı sivillerin durumunu kontrol etti. Ardından telsizine kısa bir emir verdi.
" Alan temiz. Rehine tahliyesine başlıyoruz."
Kısa süre önce kaosun hakim olduğu otobüs, şimdi askeri disiplinin net düzenine girmişti. İnsanlar tek tek indiriliyor, askerler ve birbirleri tarafından kontrol ediliyordu. Ama yüzlerde hala korkunun gölgesi vardı.
Yusuf Sinan, otobüsün kapısında dimdik duruyordu. Telsizden gelen raporları soğukkanlı bir şekilde dinledi, ardından gözünü sahadaki askerlerinden ayırmadan, net ve tok bir sesle konuştu:
" Ülkeye dönüyoruz. Yaralıları hastaneye sevk edin. Kızı da sorguya alın!"
Emir, timde anında yankı buldu. İtiraz eden olmadı; böyle durumlarda soru sormak, zaten Yusuf Sinan ’ın yanında kimsenin yapmaya cesaret ettiği bir şey değildi. İki asker, yaralı sivilleri dikkatle otobüsten indirmeye başladı.
Hafif yaralı olanlar desteklenerek yürütülüyor, ağır olanlar ise taşınıyordu. Gazın ve çatışmanın etkisiyle hala öksüren, gözleri kızarmış insanlar, ellerinde su şişeleriyle bekleyen sağlam sağlık personeline teslim ediliyordu.
Gazdan etkilenenler tek tek otobüsten indirilirken, arkalardan yaşlı bir kadın öksürerek, eliyle gözlerini silerek ilerledi. Saçlarının ucu terden ve gazın etkisinden hafifçe yapışmıştı. Üzerindeki örtü omuzlarından kaymış, adımlarında hala bir titreme vardı.
Bu, Şerife Teyze ’ydi.
Yusuf Sinan’ ı kalabalığın arasında görünce, hemen tanıdı. Gözleri nemli ama kararlıydı. Kalabalığı yararak yanına geldi.
" Elif kızımı gördün mü oğlum? " dedi telaşla, nefes nefese. " Bir şey mi yaptılar kızcağıza? Bayıldım ayıldım, yanımda yoktu."
Yusuf Sinan, yüzündeki sert ifadeyi yumuşatmadan ama ses tonunu biraz daha sakinleştirerek cevap verdi.
"Merak etme Şerife teyze, kız iyi. " dedi, bakışlarını hafifçe kısarak. " Ama onun ufak bir sorgu işi var. Sonra gelir yanına. "
Şerife teyze, hem rahatlamış hem de endişesi devam eden bir ifadeyle Yusuf Sinan’ ın gözlerini aradı.
" Oğlum… Sorgu falan… Elif ’in ne suçu olur ki?"
Yusuf Sinan, kısa bir an duraksadı. Gözlerinde “bunu şimdi konuşmayalım” der gibi bir bakış vardı.
" Konu suç değil, Şerife teyze." dedi, sesini biraz daha alçaltarak. "Sadece konuşmamız gereken şeyler var. Sen şimdi arkadaşları dinle. Hastaneye git. "
Arka planda askerler yaralıları gelen araçlara bindiriyor, telsizlerden emirler yağıyordu. Yusuf Sinan, Şerife Teyze ’nin omzuna kısa bir dokunuş yaptı, bu onun için hem güvence hem de “şimdilik bekle” demekti.
Aynı anlarda Elif ise susan seslerle rahatlaması mı yoksa daha çok korkması mı gerek bilmiyordu. Bulunduğu yerden kimseyi görmüyordu. Asker gelen emirle arabayı çalıştırdı. Elif ; " Nereye gidiyoruz? Herkes iyi mi? " diye sorsa da cevap alamadı.