"Kahvaltıdan sonra benimle koridorda buluş."
Masanın üstünde duran telefonumun titremesiyle başımı o yöne çevirdikten ve mesajı okuduktan hemen sonra sağ çaprazımda oturan Edgar'a baktım ve belli belirsiz bir baş eğme hareketiyle tamam dedim.
Edgar ağzında yuvarladığı lokmayı yuttu ve,
"Lola reçeli uzat." diye bağırdı hala bana bakarken.
"Hayır." karşılığını aldığında ise kendini tutamayıp güldü.
"Önünde be!" diye bağırdı bu kez.
"Benimle emir kipiyle konuşmamayı öğrenene kadar reçel yiyemeyeceksin Edgar."
"Burası benim evim, reçeli de geçen haftaki market alışverişinde ben aldım anasını satayım."
"Parasını ben ödedim!" diye bağırdı Lola. Bayan Moon mutfak duvarının kenarındaki açık büfeden başını uzatıp Edgar'a öldürücü bakışlar atarken gülmemek için yanaklarımın içini ısırıyordum.
"Sabahları adeta bir sevgi pıtırcığı oluyorsun Lola." dedi Edgar masadan kalktığı sırada. Arka kapıya doğru yürüdüğünü görünce sabah sigarasını içeceğini anladım. Krepin son iki yudumunu da hızlıca yuvarlayıp arkasından gittiğimde kirişe oturmuş tüttürürken buldum onu.
Bacaklarımı kırarak yanına çömelirken bilerek tam oturmamıştım. En güzel siyah kotumun tozlanmasını istemiyordum. Hele okulun ilk günü olduğunu düşünürsek gereğinden de fazla dikkatli davranıyor olmama şaşmamalıydı.
Ceketimin cebindeki paketten bir dal çekip dudaklarımın arasına yerleştirdim.
"Ne oldu?" diye sordum attığı mesaja istinaden.
"Önemli bir şey yok, okula beraber gideriz diyecektim. Lola'nın sabahtan dersi yokmuş."
"Olur ama motora binemediğimi biliyorsun. Otobüsle gitsek olur mu?" diye sordum bu konuda kendime çok kızdığım için vücudumdaki gerilim artarken. Edgar başını kaldırıp yüzüme baktığında onun da canı sıkılmış görünüyordu.
"Nancy'nin arabasını ödünç aldım. Seni motorla götürecek halim yok Sun." dedi yüzüme buz gibi bir ifadeyle bakarken. Nasıl böyle bir şey düşünebildiğime inanamıştı sanki. Hatta bu düşüncem yüzünden gücenmişti bana.
"Ah... şey teşekkür ederim." diye mırıldandım. Böyle anlarda kendimi kötü hissetmeden duramıyordum ve Edgar da buna içten içe çok kızıyordu. Tabii ki beni motora bindirmeyecekti. Tabii ki beni okulun ilk günü yalnız bırakmayacaktı. Tabii ki bunca çabasına karşılık kendimi kötü hissetmem moralini bozuyordu. Onun morali bozulunca kendime daha çok kızıyordum ben de. Kendimi drama kraliçesi gibi hissedip zihnimin geçmişte kalan kısmına küfürler savuruyordum.
"Yol üstünden kahve de alırız." dedi birkaç dakika sonra, farkında olmadan üçüncü sigaramı yaktığım sırada. "Americanonu içince kendine gelirsin."
Sonsuz anlayışına karşılık gülümseyip başımı salladım hevesle. Çenemi avcumun içine yaslayıp ona doğru bir iki santim yaklaştım, sanki küçük bir sır paylaşacakmışım gibi.
"Edgar Moon sen harika bir arkadaşsın."
Başını hafifçe eğip ensesini kaşırken beni duymazdan geldi. Ufacık bir iltifatı dahi kaldıramazdı Edgar. Sürekli şaka yollu kendini över, egoist gibi görünürdü ama işin aslı şuydu ki; bu onun en güçlü kalkanı, en kalın duvarıydı. Başkasının kendisiyle ilgili bir şeyi övmesinden rahatsızlık duyacağını bildiğinden insanları bıktırana kadar kendini överdi. Ve bunu bilen tek kişi benmişim gibi hissediyordum. Belki bir de Lola. Ama şu kıçı kırık çete arkadaşlarının ya da Anna'nın anlayabileceği kadar sığda bir yönü değildi. Daha derinde, kendini tam olarak rahat hissedebildiği ortamlarda yarı yarıya farkında olmadan gösterirdi utangaçlığını.
"Dersin kaçta?" diye sordu ayaklanırken. Sonra eğilip kolumdan tutarak beni de kaldırdı. Acıdığını yeni fark ettiğim dizlerim yüzünden yetmişlik bir nine gibi üfleyip püfledikten sonra cevap verebildim ancak.
"Kırk dakika sonra. İlk ders Edebiyata Giriş sanırım ama emin değilim. Tekrar bir kontrol ederim yolda."
"Hadi ya, aynı derse gireceğiz o zaman. Ben de alttan alıyorum maalesef. Bay-Tuhaf-Keş-Stewart aşırı kıl oluyor bana. Adamın üçüncü kez dersini alıyorum ama yine de geçeceğime dair hiç umudum yok. Geçen dönem beni etkileyemediğin sürece on beş dönem daha alırsın bu dersi demişti. Manyak herif."
"Etkilenmekten kastı ne ki?"
"Şey... Dersi aldığım ilk dönem defterime karaladığım bir şiiri okumuştu. Sonra devamı var mı okumak isterim diye sordu, ben de yok dedim. Eh inadıma şiir ödevi verdi. Ben de inadına yapmadım. Aslında verdiği konuya dair hazırda on beş tane falan şiirim vardı ama paylaşmayı sevmiyorum işte, ne zorluyorsun anasını satayım? Böylece kıllandı benden. Hala şiir bekliyor dersten geçirmek için."
Ah şu Edgar'ın hiç kimseyle paylaşamadığı, göz ucuyla okumaya kalksam dakikalarca azarladığı şiirleri...
Kalın, kahverengi deriden bir defteri vardı geçen bahara kadar. Yanından hiç ayırmazdı. Ruhu diye bahsederdim defterden. Edgar'ın ruhu, o yüzden boşuna uğraşmayın izin vermez okumanıza, hatta dokunmanıza. Sonra bitirdi o defteri, ben de doğum gününde yeni, siyah kaplı bir defter hediye ettim. Şimdilerde okuduğu kitabın altında gizlediği, sıkıca tuttuğu yeni defteri haline geldi. Kahverengi olanıysa bir daha görmedim. Bay Moon'un çalışma odasındaki gizli bir kasaya falan sakladıysa hiç şaşırmam. Dünya üzerinde en değer verdiği şey kendi sözleri çünkü. İyi ki de öyle. İyi ki de bu kadar iyi bakıyor, okuyor ruhunu. Belki bir gün benim de okumama izin verir. Yaşlandığımızda ve birbirinden başka hiç kimsesi kalmayan üç kedi evlat edinmiş, yalnız iki ihtiyara dönüştüğümüz zaman belki.
Nancy'nin 90 model Mustang'ine doğru yürürken Bay Stewart ile aramı iyi tutmam gerektiğini düşündüm. Belki adama kendimi sevdirirsem bir fırsatını bulup Edgar'ın yazdıklarını hatta direkt sahip olduğu hisleri paylaşmaya hazır olmayan kapalı bir kutu olduğunu ve onu dersinden bırakarak açamayacağını anlatabilirdim. Belki biraz daha ileri gidip iyi bir konuşma yapmasını önerirdim Bay Stewart'a. Edgar'ın ciddi ortamlarda sıkılıyormuş gibi görünse de bir anlamı olan esaslı konuşmalardan çok hoşlandığını itiraf ederdim. Belki beni dinler ve Edgar'ı karşısına alıp yeteneğini harcamaması için güzel bir konuşma yapardı. İleride iyi bir şair, yazar olabilme olasılığının önünü kendi elleriyle kapattığını açıklardı ona, çünkü ben yapamıyordum. Birbirimizin çizdiği kırmızı çizgilerin üstüne basmamaya çalışarak yürüyorduk sahip olduğumuz bağın üzerinde. İkimiz de kapalı olduğumuz konularda birbirimizi zorlamaz, karşımızdakinin istediği kadar bilir, istediği raddede müdahil olurduk olayların içine. Onun bana duyduğu saygıya karşılık bir saygısızlık yapmaktan korktuğum için de bu konuyu açamamıştım hiç.
Edgar söz verdiği gibi sabah kahvelerimizi aldıktan ve okulun otoparkındaki en karışık olmayan konumu bulup arabayı park ettikten sonra kapıyı açıp kendimi dışarı attım. Öğleden sonra, derslerimiz bittiğinde kampüsün çıkışında birbirimizi bulamazsak arabanın yanında buluşuruz diye sözleştik. Gerçi Edgar gelip Yazınsal Anlatım dersliğimin önünde beni bekleyeceğini söylemişti ama işimizi sağlama almak adına bir B planına sahip olmak iyiydi.
Edebiyata Giriş sınıfının arka taraflarında bir yere oturup sessiz sedasız diğer öğrencilerin sınıfı doldurmasını izledik. Kahvelerimiz bittiğinde karton bardakları atmak için çöpe kadar yürüyüp geri dönmek dışında ayağa kalkmadım. Gergin falan değildim ama ilk günden dikkat çekmek gibi bir niyetim de yoktu.
Edgar'ın sahip olduğu çobanaldatan iğneliğini şimdi başkalarında da gördüğüm için bunun ortak bir simge olduğunu idrak edebilmiştim. Ayrıca farklı iğnelikler takan insanlar da vardı, muhtemelen kuzgun simgesi olan kuş, çobanaldatandan daha tombul ve kara görünüyordu.
Bay Stewart sınıfa giriş yaptığında ve tanrıya şükür genel bir hoşgeldiniz deyip, yeni olanları tek tek ayağa kaldırıp tanışmaya gerek duymadığında saat dokuzu kırk geçiyordu. Uzun boylu, hafif göbekli, dalgalı ve dağınık saçlı, gözlüklü adamın açık kahverengiye çalan gözlerinde bir parıltı vardı. Benim insanlarda görmekten hoşlandığım, onları merak etmeme neden olan türden bir parıltı.
Doğrudan derse giriş yaptı. Kitaptaki üniteleri falan pek sallamıyor gibiydi. Arayış hakkında konuşuyordu. Sanki bu sınıfa müfredatı öğretip geçmek için değil de hepimize bir şeyler katmak, hayatımıza, zihnimize nazik bir dokunuş yapmak için gelmiş gibi bir gurur ve mutluluk vardı üstünde.
Hepimize küçük bir anket dağıttı. Aradığımız ya da aramadığımız şeylerle, geçmişle ilgili birkaç temel soru vardı anketin üzerinde. On dakika içinde kağıtları geri topladıktan sonra bizi bir süreliğine serbest bırakıp cevaplarımızı tek tek okudu.
Edgar serbest vaktini kolunu yastık yapıp uyuklamakla geçirdi. Ben de masanın altından telefonumu açıp twitter anasayfamda dolaştım ve birkaç komik tweete sessizce güldüm.
"O zaman biz ne arıyoruz?" diye sordu Bay Stewart, yaptığı çıkarımlardan sonra. "Çünkü belli ki oradaki insanları geri istemiyoruz geçmişten. Hepsini daha çok kötü yönleriyle hatırlıyor, onları hayatımızda tutmamamızın mantıklı sebeplerini sunup kendimizi aklıyoruz. O günlerden istediğimiz ne bizim? Eğer o odayı o kadar çok seviyorsak taşınmasaydık hiç, ne kadar eskirse eskisin çöpe atmasaydık sevdiğimiz birkaç kıyafeti?
Aslında kendime göre netleşmiş bir düşüncem var aradığımız şeyin ne olduğuyla ilgili. Ama ödevlerinizi teslim aldıktan sonra söyleyeceğim. Sizi etkilemek, zihninizi bir düşünceye yönlendirip sahip olduğu zenginliği iflas ettirmek istemem. Unutmayın çocuklar çok zenginsiniz. Gencecik, canlı ve parlak düşüncelerinizi dinlemeye çalışın. Sessiz olun biraz. Zihninizin size söylemek istedikleri var. Ama bahsettiğim şey içinizdeki kötü ses değil. İçinizdeki kötü sesi kirayı ödemediği gerekçesiyle kovun oradan. Fikirlerinizi dinleyin sadece. Dünyaya bakış açınızı, ideolojinizi anlayın iyisiyle kötüsüyle.
Arayışı merak ediyor, arayışta olan insanları takdir ediyorum ben. Bu zor yol olsa da boşu boşuna yaşayanlardan daha onurlu adımlar attıklarını düşünüyor, dünyalarını değerli kıldıkları için hepsini teker teker tebrik ediyorum. Arayış var olmanın yüzde kaçını kaplar? Ömrü arayışla geçmeyenler hiç var olmamış mıdır yoksa? Buna da var olmamıştır diye cevap veremiyorum, o kadar acımasız bir adam değilimdir çünkü."
Ders devam ettikçe, Bay Stewart konuştukça kendimi çok rahatlamış, mutlu ve umut dolu hissetmiştim. Sanki sözüm ona yanlış kişisel gelişim metodlarını kullanıp insanları anlık şişiren, konuşma bittikten bir saat sonra balon gibi sönen motivasyonlar gibi değildi bu. Daha farklı, köklü, gerçekçi yaklaşımlar, mantığıma yatan ve hayatım boyunca unutmayacakmışım gibi hissettiğim cümlelerdi.
Edgar ders çıkışı yürüdüğümüz koridor boyunca benimle dalga geçti. Adamdan etkilendiğim için neredeyse ağlayacak hale geldiğimden ve beden dilimle onu nasıl büyük bir aşkla dinlediğimden bahsetti.
Üstünde adımın yazdığı mavi dolaba ulaştığımda Edgar'a dönüp dik dik baktım.
"Adam harika birisi iyi ki seçmeli ders olarak Edebiyata Giriş'i almışım. Ayrıca şimdi neden bilinçli olarak bu dersten üst üste kaldığını anladım. Konunun sadece şiirlerini paylaşamamak olduğunu sanıyordum ama hayır, değilmiş." dedim yüzümde ukala bir gülümseme oluşurken.
"Ne yani Bay Stewart'a platonik olarak bazı hisler beslediğimi mi iddia edeceksin şimdi?" dedi alaycı bir tavırla.
"Hayır." dedim. "Ama onu gerçekten çok sevdiğin ortada. Her dönem farklı konuları ele alıp üstüne böyle ilham verici konuşmalar yapıyor değil mi? Sen de hiçbirini kaçırmak istemiyorsun. Onu dinlerken hiç olmadığı kadar çok aydınlanıyor ve bundan rahatsız oluyorsun çünkü haşa, kimse senden daha zeki olamaz, alanında proflaşmış bir akademisyen bile... Bunu itiraf edemiyorsun çünkü bir öğretmene bağlanacak tarzda bir imajın yok. Serde serserilik olunca gizli kapaklı hayranlık duymuşsun bunca zaman Bay Stewart'a."
Edgar bana birkaç dakika sönük bakışlarıyla baktıktan sonra mağlubiyetini kabul ettiğini belli edercesine gülümsedi.
"Latince dersine gidiyorum ben çünkü biraz daha Bay Stewart'tan bahsedersen kusacağım." diyerek konunun üstünü kapattı, beceriksizce bir el sallama hareketiyle veda etti ve arkasını dönüp gitti. Utandığı anlardan kaçardı Edgar. Ve bana karşı hiç bu kadar utanmış hissetmemişti muhtemelen. Ciğerini biliyor olmam canını sıkıyor muydu acaba? Ben, onun beni herkesten daha iyi tanıyor olmasını seviyordum. Yanında hiç olmadığım kadar rahat ve güvende hissediyordum. O da aynı hisleri benimle paylaşıyor muydu? Beni güvenli alanı olarak görüyor muydu?
Evet, dedi içimden bir ses. Edgar duvarlarının hududunu aşmadan orada beklemeni seviyor. Duvarın dibine yaslanıp oturmanı, onu dinlemeden anlamanı, sessiz zihnini duymanı seviyor. Yanında güvende hissediyor çünkü kendini anlatmak için konuşmaya ihtiyacı yok. Çünkü ne yaparsa yapsın onu yadırgamayacağını biliyor. Çünkü ortak düşünceleriniz ve duygularınız bir arada aynı yoldan yürüyor sanki. Zihniniz ve ruhunuz siz tanışmadan tanışmış sanki, on yıllardır aşinalar birbirlerine.
Edgar'ı severken mutluydum. Onun beni sevdiğini bilirken mutluydum. Birbirimizin güvenli alanı olmasaydık dünya üzerinde güvende hissedecek bir yer bulamayabilirdik bile. O yüzden çok değerliydi bu. Kaybetmekten korkacağım kadar değerliydik Edgar ve ben. Biz.
Belki de bu yüzden hiç romantik anlamda yaklaşmamıştım ona. Gördüğüm en güzel yüzlerden birine sahip olmasına rağmen hiç o anlamda şeyler düşünmemiş, düşünememiştim. Biz birbirimize yıllar içinde bu kadar iyi gelmişken ve böylesine sağlam, sağlıklı bir bağ oluşturmuşken bunu göz göre göre kaybetmek aptallık olurdu. Ben her ne kadar edebiyata gönül vermiş, aşk hikayelerine tapmakta olan bir yazar adayı olsam da içten içe biliyordum. Gerçekte hiçbir hikayenin sonu, sonsuza dek mutlu yaşadılar diye bitmiyordu. Bir kere çok sıkıcı bir mantıkla yaklaşacak olursak sonsuza kadar yaşadığımız falan yoktu. Uzun ömürler yaşayıp o ömrüne tek bir insanı sığdıran, aşkını hiç terk etmeyen, tüketmeyen insanlarsa sınırlı sayıdaydı. Her geçen yıl daha da azalıyordu sayıları.
Ben aşkı çok seviyordum ama bir fikir olarak. Bir Jane Austen romanı, bir şarkı sözü olarak. Aşkın gerçeklerle herhangi bir ilgisi olamazdı. Yaşadığımız dünyada, yaşadığımız devirde hiç kimse kimseyi Darcy'nin Elizabeth'i öptüğü kadar incelikli bir tutkuyla öpemez, sahip olduğum hiçbir öpücük kitaplarda okuduğum kadar özel hissettiremezdi. Bu yüzden fazla kitap okumayan insanları şanslı buluyordum zaman zaman. Gerçek hayattaki gerçek şeyler onları mutlu edebilirdi çünkü. Ama ben sahip olduğum boktan gerçekliklerin hepsini yok saymaya, kafam attığı an kitapların içinde yaşamaya eğilimli biri sayılırdım. Eğer bir gün dünya tersine döner ben çok, çok özel bir aşk bulursam da karşımdaki insan kesinlikle Edgar olmayacaktı. Gerçek aşk için bile onu kaybetmeyi göze alamazdım çünkü. Aşkların ne ara çıkmaz sokağa girdiğini anlayamazdı insan. Bir akşam üstü hiç beklemediğin yerden gelebilirdi ayrılık. Edgar'ın benden ayrılmasına dayanamazdım. Bu yüzden ayrılmasına sebep olacak zemini de oluşturmayacaktım. Bazen gözlerinde belli belirsiz gördüğüm duygu kırıntısını görmezden gelmeye devam edecek, hayatımın sonuna kadar en çok ona sahip olacaktım. En çok ona koşacaktım, benim biricik güvenli alanıma.