Okulun ilk haftasındaki her gün birbirinin kopyası gibiydi ve bu içten içe beni çok rahatlatmıştı. Derslere kolayca adapte olmuş, Edgar ile buluşamadığım ders aralarında kitap okumuş, başımı yukarı kaldırmamıştım hiç. Herhangi bir çetenin herhangi bir üyesiyle kazara göz göze gelmek, talihsiz tesadüfler yaşamak ya da konuşmak zorunda kalmak istemiyordum çünkü.
Lola Resim öğrencisi olduğu için kampüsümüz aynı değildi o yüzden ancak son ders saatlerimiz denk gelirse dönüş yolu için buluşuyorduk. İlk haftadan ağır bir proje ödevine maruz kaldığı için de gününün çoğunu çizim yaparak geçiriyordu. Edgar'ın okul versiyonu daha sessiz ve huzursuz bir tipti o yüzden birlikte oturabildiğimiz öğle yemeklerinde bile pek konuşmuyorduk. Zaten genelde Nighthawk çocuklarının yanında olmak zorundaydı. Yaz tatilinden bile daha sakin bir Worcester okul dönemi beklemiyordum ama bundan gayet memnundum.
Cuma günü akşam üstü en sevdiğim kahve dükkanında oturdum, Senaryo öğretmenimin verdiği hafta sonu ödevi için birkaç beyin fırtınası yapıp gözümde canlanan kurgu parçacıklarını kağıda geçirdim. Hepsi çok dağınık, zaman zaman anlamsız olan cümleler koca bir sayfayı doldurduğunda bu dağınıklık beni rahatsız etmişti ama öğretmenin istediği şey tam olarak buydu. Dağınık parçalar oluşturmak, sonra o dağınıklığı zihninin içinde toparlamak.
Kartopu gibi düşünün demişti, elinizdeki küçük topu karda yuvarladıkça büyür, kocaman bir kardan adam kafası oluşur. Beyninizde bir kartopu yuvarlayın, kendine katmak için çarptığı yerleri kağıda not alın. Güzel bir elyazısına ihtiyacınız yok, mükemmel fikirlere, sahip olmak istediğiniz kurgunun bütününe ulaşmanıza gerek yok. Bir yerinden tutunun yeter. Tutunacak bir fikir bulun kendinize.
Kadın şair gibi konuşuyordu ve ben sözlerini kafamda canlandırdıkça gülümsüyordum. Kendimi yirmi yıl sonra onun yerinde görmekten mutluluk duyardım. Onun zihin yapısına yakın biz zihin inşa etmek isteyebilirdim.
Ben çoğu çocuğun aksine küçüklüğümden beri öğretmenlerimi sever, bazılarına hayranlık bile duyardım. Hangi mizaca sahip olurlarsa olsun günün sonunda bana bir şey katmak için orada olduklarını bilirdim. Hiçbir zaman sınıfın favori öğrencisi, sınavların birinci çocuğu olmamıştım ama iyi bir öğrenciydim hep. İyi bir öğrenci olmak tutunduğum kuvvetli bir daldı hep. Kendimi yarı yolda bırakmaktan korktuğumu anladım büyüdükçe. Bu korku, bir çok kez yarı yolda bırakılmış bir çocuğun en doğal hakkıydı.
Eve dönüş yolunda defterimde oluşturduğum dağınıklıktan hoşlanmaya başladım çünkü zihnim çoktan parçaları birleştirmeye başlamıştı büyük bir hevesle. Worcester'ın soğuk sonbahar havasını hesaba katmadığım için biraz üşüdüm ve artık kalın montumu valizden çıkarmam gerektiği yüzüme vuran rüzgarla birlikte vurdu ama kötü hissetmedim. Soğuğu severdim çok. Klasik bir yazar adayıydım işte. Sonbahar ve kış mevsimlerinde daha iyi hisseden, yer yer melankolik, çocukluk travmalarıyla dolu, gözaltı morluklarına ve solgun bir surata sahip sıska kız. Haftanın dört günü kahvaltısını sigarayla yapıyor, arkadaş ortamlarında küfür etmekten çekinmiyor, aşina olmadığı ortamda pek konuşmuyor çünkü ne konuşsam diye çok düşünüyor.
İlk kez Patti Smith okuduğumda on beş yaşındaydım. Aramızda çok özel bir bağ varmış gibi hissetmiş, onda gelecekte tutkulu bir kadın olmasını istediğim kendimi görmüştüm. O zamanlar ottan boktan her şeye derin anlamlar yüklerdim ama şimdiki yaşımda hala anlamlı bulduğum bir şeydi bu bağ, bu benzerlik. Patti benim, benden on yıllar önce yaşayan halimdi. Böyle hissetmek beni mutlu ve özgür kılıyordu.
Her zaman yürüdüğüm anayolun kenarından açılan dar, ara sokağı gördüğümde ani bir dönüş yapıp sağa saptım. Dar sokaklar her zaman daha az rüzgar alırdı çünkü. Hem bu şehri gereğinden az tanıyordum ve bilmediğim sokaklardan geçmek, yeni keşifler yapmak anlamına gelir diye düşündüm.
Öyle de oldu. Sokağın sonuna doğru bir apartmanın altındaki küçük kitapçıyla göz göze geldiğim an gülümsedim. Aslında birazda on beş yaşındaki Sunflower gülümsedi. İşte, dedi. Bak, yaptığın her şeyin, attığın her adımın bir anlamı var. Ben yüklemiyorum, var olan bir anlamı yüklememe gerek var mı ki?
Yüzümde aptal bir sırıtışla beş metrekarelik camekanın tam üstüne konulmuş ahşap tabelayı okudum; Anderson Kitap Evi.
Oyalanmadan cam kapıya doğru yürüyüp ittirerek açtığımda üstündeki zil çaldı ve ben sıcağa kavuştum. Ayrıca binlerce kitaba.
Küçük dükkanın ortasındaki maun masada yaşlıca bir adam oturuyordu. Önündeki bilgisayardan harıl harıl bir şeyler okuyor, elindeki etiket tabancasına yazdığı rakamları kesip sağ tarafındaki kitapların arkasına yapıştırıyordu.
"Isınmak için mi geldin?" diye sordu birden, başını işinden kaldırma gereksinimi duymadan. "Çay ister misin?"
"Hayır. Kitaplara bakacağım bir mahsuru var mı?" diye cevap verdiğimde başını kaldırıp yüzüme bakmasını hak etmiş olmalıydım ki öyle yaptı.
"Tabii ki yok. Burada istediğin kadar vakit geçirebilirsin. Paranın yetmediği ama okumak istediğin bir kitap olursa söyle, sana ödünç veririm." dedi yüzünde güller açarken.
Başımı hafifçe eğerek onayladım.
Enine küçük olsa da tavanı yüksek dükkanın her tarafı uzun, ahşap raflarla, her tarafa kaydırabileceğiniz bir raf merdiveniyle ve bir sürü ikinci el plakla bezenmişti. Kendimi kaybedeceğim tarzda bir ortamda bulunmayalı uzun zaman oluyordu çünkü şimdilerde okumak istediğim kitapları ya internetten satın alıyor, ya da okulun kalabalık kütüphanesini kullanmak zorunda kalıyordum.
Altın plakalarla kategorize edilmiş raflardan dikkatimi çeken kategorilerin önünde dakikalarca durup onlarca kitap inceledim. En sonunda uzun zamandır kitaplığıma eklemek istediğim iki kitapta karar kıldım; Değersiz Bir Hayat ve Normal İnsanlar.
Tam kasaya doğru yürüyordum ki dağınık bir şekilde üç rafı kaplayan plaklar yeniden dikkatimi çekti. İlk rafı şöyle bir karıştırdığımda işe yarar bir şey göremedim ama ikinci rafın en başında olan plağı elime aldığımda neredeyse bayılacaktım. Elimde evirip çevirip gerçekliğinden emin olmaya çalıştığım sırada yaşlı adamın sesi bir kez daha duyuldu.
"Oradaki plakların hepsi karımın koleksiyonundan."
"Bu gerçekten 68 basım bir The Beatles mı yoksa ben rüya mı görüyorum?" diye sordum elimdeki eski ama güzel şeyi dikkatli bir şekilde havaya kaldırırken.
"Ben pek anlamıyorum ama ne yazıyorsa odur, karım onları altmışlardan beri biriktiriyordu, evet. Öyledir."
Yıllardır koleksiyonuma eklemek istediğim bir plağı ara sokaktaki bu küçük kitapçı da bulmayı beklemezdim. Yanımda buna yetecek param da yoktu ama Edgar'ı arayıp hangi cehennemdeyse buraya gelmesini ve bana borç para getirmesini isteyebilirdim. Normal şartlarda aç kalsam para istemeyecek kadar gururlu olsam da bu farklı bir mevzuydu. Bu, insanın hayatında başına bir kez gelebilecek enderlikte bir şanstı.
"Bunun için ne kadar istiyorsunuz?" diye sordum maun masaya doğru yürürken. Yuvarlak yüzlü amca gülümsedi.
"Aslında ben ucuza satıyordum ama geçen hafta oğlumdan bunun için azar yedim. Sanırım çok değerli parçalarmış. Ama benim için önemli olan karımın koleksiyonunun doğru evlerde yeniden can bulması. O yüzden gözümün tutmadığına satmıyorum hiçbirini."
Beni gözü tutmamış mıydı? Bunu mu demek istiyordu? Onu yumuşatmak ve kendimi sevdirmek için ne yapabileceğimi düşündüm? İsterse her akşam çorba alıp getirirdim içi ısınsın diye. On kış? Hatta isterse yirmi kış, her akşam. Dudaklarımın içini kemirmeye başladığımda başka seçeneklerimi de değerlendiriyordum. Şimdi bu plağı kucakladığım gibi koşup gitsem beni yakalayamazdı. Yarın sabah dükkan açılmadan gelir, ay sonuna kadar sahip olduğum tüm parayı kapının altından gönderirdim.
"Gördüğüm kadarıyla senin için karım için olduğu kadar değerli bu plak."
"Öyle." diye cevap verdim büyük bir şevkle. Adam gülümsedi.
"Sana bunu hediye edeceğim. Ama bir şartım var."
Çığlık atmak istiyordum. Dans etmek, bağıra çağıra Dear Prudence söylemek istiyordum. Tüm şartlarını kabul edecektim. Plak benimdi. Ömrüm boyunca sahip olduğum en değerli şeyi elimde tutuyordum.
"Her şeyi kabul edebilirim. Söyleyin nedir şartınız?" dedim kendimi tutamayıp ağız dolusu gülümserken.
"Bu kış boyunca okul çıkışları burada çalışacak, benim yerime kasada bekleyeceksin. Çok yaşlandığım için mesai saatleri beni yoruyor. Ama sana para ödeyemem çünkü hiçbir şey denecek kadar az kazanıyorum. Ödeme olarak istediğin kadar kitap ve plak alabilirsin. Olur mu?"
"Olur! Olur. Hiçbir şey istemem. Bu yeterli bir ödeme, emin olabilirsiniz. Zevkle çalışırım. Zaten Yazarlık bölümünde okuyorum. Kitaplarla iç içe olmayı çok severim. Dükkanınıza da çok iyi bakarım şüpheniz olmasın."
Adam şaşkın şaşkın yüzüme bakarken plağın benim için ne derece değerli olduğunu bir kez daha anlamış gibi görünüyordu. Dakikalar sonra elini uzattığında boştaki elimle uzanıp sıktım.
"Ben Harold." dedi kibarca.
"Ben de Sunflower ama kısaca Sunny derler. Memnun oldum Bay..."
"Anderson." diye tamamladı cümlemi. "Ama sen bana Harold de."
Abartılı mutluluğumu dizginlemeye çalışırken başımı sallayarak onayladım.
"Teşekkür ederim Harold, bu iyiliğini asla unutmayacağım."
"Sen de bana çok büyük bir iyilik yapacaksın, emin ol. Ödeştik çoktan." dedi mütevazı tavrıyla.
Koştura koştura eve gidip odasında uyuklayan Edgar'ı buldum ve ağlamak üzereymişim gibi bir ses tonuyla olan biten her şeyi anlattım.
Kese kağıdına sarıldıktan sonra poşete koyduğum plak ortamızda öylece duruyor, ikimiz de açmaya yeltenemiyorduk.
"Abi nasıl ya?" deyip duruyordu Edgar. "Ben mi çok şanssızım insanlar mı çok şanslı?"
"Hayatımda bir kerecik şans yüzüme güldü bunu da yüzüme mi vuruyorsun?" diye bağırdım sahte bir sistemle
"Hayır. Çok mutluyum." dedi.
"Ben de."
"Bence açmayalım hiç." dedi gözlerini, aşık olmuş bir çizgi film karakteri gibi abartılı şekilde kırpıştırırken.
"Bence de." diye cevap verdim.
"Sakın ebayden aldığın diğer ucuz plakların arasına koyma travma yaşamasın çocuk." dediğinde güldüm.
"Yok çerçeveletmeyi düşünüyorum."
"Oh... Neyse ki ilgili bir anne babası var." dedi ellerini çenesinin altında birleştirirken.
"Edgar!" diye bağırdım. "Çocuğumu sahiplenmeye çalışma o sadece benim."
"Birazcık benim olsa olmaz mı yüzde kırk falan?"
"Yüzde yirmi?"
"Yüzde kırk beş."
"Yüzde on beş o zaman."
"Ya! Tamam tamam yüzde yirmi." diye mızmızlandı. Çocuk gibi didişip durduğumuz anlardan birini yaşıyorduk ve bunlar beni çok eğlendiren anlardı.
"Al aç hadi. Elinde tut birkaç dakika izin veriyorum." dedim siyah poşeti uzatırken.
"Cazibeme hiç dayanamıyorsun değil mi Sun?" dedi ve göz kırptı.
On dakika boyunca plağı enine boyuna inceledikten, kokladıktan ve sıkı sıkı sarıldıktan sonra birdenbire başını kaldırıp yüzüme baktı.
"Sun."
"Efendim?"
"Hangi kitapçı bu? Adı ne dükkanın?" diye sordu Edgar, aklına yeni bir şey gelmiş gibi stresli bir ifadeyle.
"Anderson Kitap Evi?"
Bir anda ciddileşen ve soğuyan enerjinin nedenini anlamaya çalışırken istemsizce kaşlarımı çattım. Edgar derin bir nefes alıp plağı elinden bıraktı ve gözlerini yere dikip birkaç dakika öylece durdu.
"Gidip Harold ile konuşur plağı satın alırım senin için." dedi sonunda. "Ama orada çalışamazsın."
"Sana sorduğumu hatırlamıyorum." diye cevap verdiğimde Edgar bakışlarını yerden kaldırıp doğrudan gözlerimin içine baktı. Gözlerinde o ana kadar görmediğim bir gölge, sertlik peydah olmuştu.
"O adamın kim olduğunu biliyor musun sen?" diye sordu kısık ama sinirli bir ses tonuyla.
"Bilmiyorum, umrumda da değil. Plağa karşılık üç ay part time çalışacağım bir dükkan, hepsi bu!" diye cevap verdim. Daralmış hissetmeye başlamıştım.
"Peki kendi işin ne olacak?" diye sordu bu kez de.
"Başka bir yerde başlarım. Gece çalışabileceğim bir iş bulurum. Alt caddedeki pub şu küçük sandviçlerden hazırlayacak bir eleman arıyordu en son." dedim, her şeyi göze aldığımı belirtmeye çalışarak.
"Ne ara uyuyup ders çalışacaksın peki?"
"Edgar sanki ilk kez böyle bir rutine girecekmişim gibi konuşma. Yazın üç yerde çalışıp bir de özel derse gittiğim günleri unuttun galiba. Ben hep bu kadar yoğundum, olmak zorundaydım yani." diye cevabı yapıştırdığımda Edgar demir yatak başlığına doğru yaslandı. Gözlerini kapattı ve işaret ve baş parmağıyla burun kemerini sıkıştırıp hafif hafif masaj yaptı.
"Yine de orası olmaz. Lütfen bir kerecik bak yalnızca bir defaya mahsus beni dinle. Söz veriyorum hayatım boyunca senden başka hiçbir şey istemeyeceğim." dedi gözleri hala kapalıyken.
"Harold plağı başka türlü vermez bana. Adamı etkileyecek kadar yüksek bir para teklif edemeyiz ki zaten pek parayla pulla işi yok gibi göründü gözüme." diye açıkladım, suyuna gitmeye çalışarak.
Bir kez daha sessizlik oluştu ve ben kusmak üzereymişim gibi hissettim. Edgar ile böyle gergin konuşmaların içinde bulunmaya hiç alışkın değildim. Bunu neden bu kadar dert ettiğini bir türlü anlayamıyordum. Edgar saçma kıskançlıklara, ataerkil tavırlara, böyle özgüvensiz hareketlere sahip bir insan değildi, hiç olmamıştı. Şu an en mantıklı ihtimalle beni korumaya çalışıyordu ama neyden? Alt tarafı küçücük bir kitapçı da oturup gelen birkaç tane müşteriyle ilgilenecektim.
"Ben bir şekilde hallederim. Harold'ı yakından tanıyan tanıdıklarım var. Onları araya sokarım en kötü. Sen çalışma orada olmaz mı?" diye sordu birkaç dakika sonra.
"Olmaz. İstemiyorum kendimin zaten halletmiş olduğu bir şeye karışmanı. Ya adamın kafası atar da hiç vermezse? Lütfen işime karışma Edgar. Yani başka bir şey olsa, başımı belaya sokacağım bir durum falan, karışmanı anlayacağım ama şu an sana kesinlikle anlam veremiyorum." dedim alnım kırış kırış olurken.
"Bu başını belaya sokacağın bir durum anasını satayım! Sadece farkında değilsin." diye bağırdığında şoka uğramış bir yüz ifadesiyle öylece bakakaldım. Birkaç saniye sonra kapı açılıp içeri biri girdiğinde dönüp kim olduğuna dahi bakamadım.
"Ne bağırıyorsun Edgar?" dedi Lola yanıma kadar yürüyüp omzumdan tuttuğu sırada. "Sunny'ye böyle bağıramazsın."
"Andersonların kitapçısında çalışmaya başlamış." dedi Edgar, gözlerini yukarı doğru kaldırıp Lola'ya dik dik bakarken. Sanki meydan okuyordu, bağırmakta haksız mıyım diyordu. Lola derin bir iç çekti ve yataktaki boş kısma, hemen yanıma oturup bağdaş kurdu.
"Bilmiyordur ki kim olduklarını. Bağırmadan anlatsana kıza." dedi Lola sakinleşmiş ses tonuyla.
"Anlatmaya çalıştım." dedi Edgar sahip olduğu en uyuz ve ukala tavırla.
"Çalışmadın!" diye karşı atağa geçtiğimde bunu ben de beklemiyordum. "Üstü kapalı bir şeyler söyleyip şu sözüm ona sevgilisini sahiplenen vizyonsuz dangalaklar gibi, benim bir bildiğim var, beni dinle modunda konuştun. Bana hiçbir şey açıklamadın o yüzden ben de kabul etmedim. Mal değilim, ne olduğunu anlamadan sırf sen diyorsun diye kabul edecek kadar, kusura bakma."
"Harold'la tanıştın değil mi?" diye sordu Lola, durumu düzeltmeye çalışarak. Başımı sallayarak onayladım onu.
"Harold Raven'ın ilk lideriydi. Oğlu River da şu anki lideri ve Edgar'ın da baş düşmanı." diye açıkladı Lola, kısaca, tane tane.
Edgar derin bir nefes alıp bir kez daha gözlerimin içine baktığında yorgun görünüyordu.
"Bu o kadar önemli değil ama dükkanın arkasında gizlenmiş bir kumarhane işletiyorlar. Sürekli ne idüğü belirsiz adamlar kadınlar girip çıkıyor oraya ve senin öyle bir yerde çalışmana izin veremem kusura bakma." dedi Edgar. "Yarım saattir nasıl açıklayacağımı düşünüyorum o yüzden üstü kapalı konuşup durdum."