4. Bölüm: "Nehir Gözlü Sarışın Çocuk"

1955 Words
Pazartesi günü, sabahın köründe tek ders için okula gitmek zorunda kaldığımdan kötü başlamıştı. Dün gece Meredith'in odasında oturmuş kalmış, neredeyse sabaha kadar oradan buradan sohbet etmiştik. Lola, Meredith ve ben baş başa kaldığımızda konuşacak konu hiç bitmezdi. Hele şu sıralar Lola üst döneminden barmen bir çocuğa bu denli tutulmuşken ve Meredith'in Lucas ile olan ilişkisi hızla ciddiye binerken. Dersin yarısında gözlerim açık bir şekilde uyuduğumdan herhangi birinden notları istemem gerekiyordu. Sınıfımdaki kimseyi tanımıyordum ve okuldaki ilk haftamı başımı kitabıma gömerek geçirmiş olmam bunda büyük bir etkendi. İçten içe kendime gaz verip cesur ve sakin olmam gerektiğini telkın ettikten sonra gözlerimle dağılmakta olan dersliği taramaya başladım. Kapının yanındaki duvara yaslanmış müzik dinleyen kız buradan bakınca birini bekliyor gibi duruyordu. Kahverengi saçlarının yalnızca üst kısımlarını toplayıp ince bir çubuk yardımıyla başının üstünde tutturmuştu. Bu çok Asyalı bir hareket olsa da kızın İngiliz olduğundan adım kadar emindim. Worcester'ın tanıdık buğday tenli, ince dudaklı, güzel kızlarından biriydi. Ona doğru yürümeye başladığımı başladıktan sonra fark etmiştim ama durmadım. Karşısına geçip sahip olduğum en kibar ifadeyi takındıktan sonra elimi kaldırarak selam verdim. "Ben Sunny." "Ben de Skyler." dedi gri gözleriyle ona selam vermemi anlamlandıramadığını belli eder bir ifadeyle bakarken. "Derste biraz uyukladım da notlarımın bir kısmı eksik kaldı. Rica etsem seninkileri ödünç alabilir miyim?" diye sordum nazikçe. "Olur." dedi kısaca ve kolunda asılı duran deri çantadan bir defter çıkartıp elime tutuşturdu. "Öğleden sonra arka bahçede olurum oraya getir." "Tamamdır." dedim ve kısaca bir baş selamı verip uzaklaştım. Kızda tuhaf bir şekilde mesafe, bıkkınlık ve tedirginlik vardı ve bu karmaşa beni rahatsız hissettirmişti ama çok önemsemedim. İhtiyacım olanı aldığım sürece sorun yoktu. Kafeteryaya inip sağlam bir kahve içmek ve notları bir an önce defterime geçirmek istiyordum. Son tartışmamızdan beri Edgar ile neredeyse hiç konuşmamıştık. Derslerimizin ortak olduğu günler arabayla kapının önünde bekliyor, beni okula kadar getiriyor ve iyi dersler diliyordu. Gün içinde bakışlarını üzerimde hissettiğim anlar oluyordu ama ilk hafta kadar çok görüşmüyor, birlikte yemek yemiyor ya da ders aralarında koridorda yan yana yürümüyorduk. Bunun sebebi teknik olarak bendim. Ona attığım mesajdı. Edgar'ın odasında oturup konuştuğumuz gece yatağıma yattığımda bir türlü uyuyamamıştım. Düşündüklerimle hissettiklerim birbiriyle uyuşmuyordu. Edgar'ı anlıyor ve beni koruma isteğine tüm kalbimle saygı duyuyordum. Zaten mantıklı olan da o tarz bir yerde bulunmamak, başımı belaya sokmamaktı. Edgar ile okula gidip geliyor olmam dikkatleri yeterince üstüme çekmiş olmalıydı. En azından Lola'nın söylediğine göre bu maalesef doğruydu. Onların kampüsüne kadar gitmişti Nighthawk çocuğunun yanındaki dağınık saçlı yeni kızın namı... Kimseyle konuşmasam da görünmez olmayı başaramamıştım. O yüzden artık konuşmakta sakınca görmüyordum. Konumuza dönecek olursak bir de Raven ile ilişiğim varmış gibi bir işte çalışmaya başlarsam insanlar büsbütün heyecanlanacak, beni on misli daha fazla göz hapsinde tutacaklardı. Bunları başkasına anlatsam beni şımarık ya da sahte olmakla suçlardı ama konunun şımarıklıkla falan ilgisi yoktu. Yıllardır yabancı bir ülkede tek başına ayakta kalmaya çalışan kızın istediği yerdeydim artık. Ona hak ettiğini vermezsem hayal kırıklığına uğrardı. Bu yüzden çete mete işlerine bulaşamaz, kimsenin hakkında konuştuğu popüler ya da ezik kız olamazdım. Çünkü bu eninde sonunda abuk subuk laflar, yaftalar yememe, zorbalığa maruz kalmama neden olurdu. Kafamı bozacak ya da ağrıtacak hiçbir şey istemiyordum. Okulu üç buçuktan yüksek bir ortalamayla bitirmek, harika bir yayınevinde staj yapmak, iyi bir yayın yönetmeni, sonrasında yazar, belki sonra... Biraz yaşlandığımda öğrencilerin sevdiği o çok güzel laflar eden akademisyenlerden biri olmak istiyordum. Evet, hepsini aynı anda olmaya ihtiyacım vardı. Ancak bu şekilde tatmin edebilirdim o korkudan tir tir titreyen ama dışarıya duvardan farksız görünen, havaalanında dakikalarca öylece dikilen küçük kızı. Gidecek hiçbir yeri olmayan küçük beni... İşin mantık tarafı aynen böyleydi. Edgar haklıydı ve beni uyarması iyi olmuştu. Evet orada çalışamazdım. Ama his dünyam daha büyük bir karmaşanın içinde bas bas bağırıyor, başımı deli gibi ağrıtıyordu. Bir şey vardı. Bir şey... Bana Anderson Kitap Evi'nin güzel şeyler getireceğini söyleyen bir ses. Sesin sahibini tanımıyordum. Neden böyle hissettiğimi, ona neden güvendiğimi anlamıyordum. Sıcacık bir his, boğazımı ve göğüs kafesimi tatlı tatlı yakan ılık bir su gibi. Beni hiç olmadığım kadar iyi hissettiren bir heyecan. Bu en iyi ihtimalle The Beatles plağına tapıyor olmamla ilgiliydi. Onu bulduğum yere karşı tuhaf bir sempati geliştirmiştim. Ama bu ihtimal bile hissettiğim coşkuyu karşılayacak kadar önem taşımıyordu diğer yandan. Bilinmezlik. Bilinmez bir şeye karşı duyulan heyecandı bu belki de. İçimde başını belaya sokmak isteyen çocuksu bir yanım hala duruyordu belki. Ne bileyim... Saçma bir düşünce olsa da beyin fırtınası yapmıştım işte. Bu hissin nedeni ne olursa olsun biliyordum. Gidip orada çalışacaktım ve hiçbir karşıt görüş, geçerli sebep ya da direkt Edgar'ın kendisi bu hissi takip etmeme engel olamayacaktı. Kendimi tanıdığım için kendimle inatlaşmadım. Hislerimin peşinden gidip kıta değiştirmiştim ben, daha reşit bile değilken. O yüzden de Edgar'a o mesajı yazdım işte. "Özür dilerim. Kitap Evinde çalışmak istiyorum. Bu plaktan çok benimle ilgili. Orayı çok sevdim ve nedenini bilmiyorum. Öğrenmem gerek Edgar. Bu iyi hissin peşine düşüp nedenini öğrenmezsem çatlarım. Bilirsin yüreğimin peşinden giderim ben hep. Özür dilerim. Yüreğim benim annem. Onu dinlemek zorundayım." Bunu ona daha önce de söylemiştim. Annem hapse girdikten sonra yeni bir anneye ihtiyaç duymuştum ve biraz sonra kendi yüreğimi seçmiştim bunun için. Bir kez de yüreğimdeki cesaretin verdiği güven tarafından doğurulmuş, bu kez çok daha güzel çok daha aydınlık bir hayata açmıştım gözlerimi. Kendimden başka sırtımı yaslayacak kimsem, yüreğimden başka annem yoktu. Edgar bunu çok iyi bildiğinden bir şey söyleyemedi ama onaylamadı da. Kendince küstü bana. Sorsam söyleyecek bir şeyim olmadığı için konuşmamayı tercih ediyorum falan gibi sözüm ona bilge bir açıklama yapardı ama zaten bu da basbayağı küsmekti işte. Neyse... Bugün ilk iş günümdü ve o sıcacık heyecan hala yerli yerinde duruyordu. Bu yüzden sürekli saati kontrol ediyor, zamanın hızlı geçmesi için bir çözüm yolu arıyordum. Öğle arasına kadar notları defterime geçirdim. Birkaç kez ön tarafa, sigaraya çıkmak haricinde yerimden hiç kımıldamadım. 12:00'den sonra ortalık kalabalıklaşmaya, dersi biten herkes yemeğe inmeye başladı. Canım hiçbir şey yemek istemiyordu ben de oturduğum yerde kalıp bilgisayarımı açtım ve birkaç bölüm dizi izledim. Önüme konulan tepsi üzerine başımı kaldırdığımda gördüm onu. Karşımdaki sandalyeye oturmuş, kendi tepsisini önüne çekmiş, doğrudan yemeğe yumulmuştu. Edgar Moon inadı diye bir şey vardı bu hayatta ve benim baş edebileceğim kadar basit değildi. O yüzden ona ayak uydurdum ve kulaklıklarımı hiç çıkarmadan tepsimi önüme çektim. İzlediğim diziyi izlemeye devam ederek yedim öğle yemeğimi. Bir masada oturan iki hayalet gibiydik. Birbirinin varlığını inkar eden iki yok. Bundan hoşlanmasam da nefret de etmiyordum. Eninde sonunda düzeleceğimizi bildiğimden tedirgin olmuyor, Edgar'ı yumuşatmak için ona hangi kitabı hediye etsem diye düşünüyordum. Ama tabii ki ebayden satın alacaktım kitabı. Anderson Kitap Evine ait hiçbir şeyi istemeyeceğini biliyordum. Bakışlarını yüzümde hissettiğimde dönüp ben de onun yüzüne baktım. Bir şey söylemek istediğini fark edince kulaklığımın tekini çıkardım. "Şimdi Kardeşlik'e gitmem lazım, akşam seni kitapçıdan alırım. Dokuz gibi sokağın başında ol." "Mesaim dokuz buçukta bitiyor." diye cevap verdim. Edgar içinden küfürler saydırdığını belli etmemek için ifadesiz bakışlarla yüzüme bakarken gülmemi tutmak çok zordu ama çok şükür başarmıştım. "Tamam. Tam dokuz buçukta o zaman." "Anna nerede?" diye sordum konuyu değiştirmek ve normal konulardan da konuşmaya başlayıp başlamadığımızı anlamak için. "Bahçede, çocukların yanında. Beni bekliyor." diye cevapladı, kafası karışmış bir yüz ifadesiyle. "Tamam selam söyle." dedim gülümseyerek. Bu beni daha fazla germeden git demenin farklı bir yoluydu. Tabii bir de... Senin kız arkadaşın var onunla takılsana be adam demenin üstü kapalı haliydi. Gerçi sevgili olmadıklarını sadece takıldıklarını söylüyorlardı ama bunun Edgar'ın ilişki insanı olmamasıyla alakalı olduğunu biliyordum. Anna abayı yakmıştı çocuğa ama iş ciddiye binerse onu kaybeder diye korkuyordu bence. "Dikkat et Sun." "Tamam Moon." Gözlerini devirmemek için kendini zor tutarken ayağa kalktı ve vedalaşmaya gerek duymadan yürüyüp gitti. Ben de dizime geri döndüm. Öğleden sonra arka bahçeye doğru yürürken kulağımda çalan müziğe dudaklarımla eşlik ediyor, içten içe Harry Styles için Tanrı'ya teşekkürlerimi sunuyordum. İki bankı birleştirip köşe yaparak oturmuş bir topluluk gördüğümde Skyler'ın orada olduğunu hissettim çünkü ortamdaki tüm kızlar Skyler gibi giyinmişti. Siyah, lise eteğine benzer etekler, uçları eteğin içine sokulmuş gömlekler, bol deri ceketler. Birkaç saniyelik incelemeden sonra hislerimde yanılmadığımı anlamıştım. Skyler sağdaki bankın sırt kısmına oturmuş, oturulacak yere de ayaklarını koymuştu. Elindeki sigaranın külünü silkelemekle ve başını eğmiş yanında, oturulması gereken yerde oturan uzun bacaklı çocukla konuşmakla meşguldü. Birkaç adım daha attığımda çocuğun bacaklarından üstü de girdi kadrajıma. Kısa kesim sarı saçları ve mavi gözleriyle yakışıklı bir şeydi. Göz altları benimkilerden daha beter çökmüş, beli zayıflıktan kırılacak gibi görünse de omuzları geniş, siyah kazağının altından belli olan üst bedeni sıkıydı. Skyler'a doğru yürüyüp defterini uzattığımda ikisi de varlığımı fark etmiş, aynı anda dönüp yüzüme bakmışlardı. Ama ben doğrudan Skyler'a bakıyordum. "Teşekkür ederim, kralsın." dedim hafifçe gülümseyerek. "Ne demek lafı bile olmaz." dedi ve defteri elimden alıp gelişi güzel bir şekilde kucağına koydu. Tam başımı eğerek veda edip arkamı döneceğim sırada duydum görünüşüne ters olan soft sesini. Sanki çok ağır, dipten bir nota gibiydi ama diğer yandan yumuşacıktı da. "Sen annemin The Beatles'ını kapan kızsın değil mi?" diye sordu. Ben de başımı öne doğru eğerek onayladım. "Ödemeyi bir kış boyunca kitapçı da çalışarak yapacağım, eğer merak ediyorsan." O değerli plağa biçilen parayı ödeyemeyecek basit bir öğrenci olduğum ortadayken bunu böylece açıklamak istemiştim o an. Kafamdaki parçalar birleştikten sonra adının River olduğunu anladığım çocuk gülümsedi. "Biliyorum. Kolay gelsin şimdiden. Babam kitapları ve dükkanı konusunda çok titizdir." dedi kibarca. Bir çete liderinden çok hoş sohbet bir kitap kurduna benziyordu. Tıpkı Edgar gibi... "Sorun değil ben de öyleyim. Yani kitaplar konusunda." diye cevap verdim. Bir kez daha gitmek için hazırlanıyordum ki River ayağa kalktı. "Şu kenarda biraz konuşalım." dedi, bankın beş on adım ötesindeki ağacı gösterirken. Ben de başımla onaylayarak yürümeye başladım. Yolda ihtiyaç duyduğum ve biraz da gergin görünmek istemediğim için cebimden paketimi çıkarıp bir sigara yaktım. Hem böylece elimi kolumu nereye koyacağımı da düşünmezdim. Karşımda dikilen çocuk benden en az on beş santim uzundu. Yüzüne bakmak için başımı kaldırmak zorunda olmak canımı sıkmıştı. Kendimi tuhaf bir şekilde güçsüz hissetmiştim karşısında. "Moon evinde kalıyormuşsun diye duydum." dedi doğrudan. "Evet. Moon'lar host ailem olur." diye cevap verdim. "Edgar neyin olur peki?" "En yakın arkadaşım." dedim net bir tavırla. Bu mevzudan kaçmayacak, başka bir şey söyleyip geçiştirmeyecektim. İkisi için de her şeyin netleşmesini istiyordum. Evet düşmansınız tamam ama bu beni bağlamaz. Evet Edgar ile aynı evde yaşıyorum ve bu şehirdeki en yakın olduğum insan ve evet River'ın kitapçısında çalışıyorum. Bu kadar. "Bizim kitapçı da çalışmanı sorun etmedi mi?" diye sordu alnı kırış kırış olurken. "Abim değil arkadaşım sadece. Hayatımla ilgili verdiğim kararları ben hariç kimsenin sorun etmeye hakkı yok." dedim yüzümdeki gergin gülümsemeyle. "Peki... Şey yani sorun varsa plak sende kalabilir diyecektim onun için sordum. İstersen biraz bir şeyler ödersin ya da ödemezsin sorun değil. Zaten kitapçıya uğrayan yok plaklar çürüyeceklerine kendilerini seven birilerine ait olsunlar. Annem de böyle isterdi." dedi tıpkı Edgar gibi ensesini kaşıyarak. Onun sıkıntılı anlarda yaptığı gibi... Ağzım beş karış açık kalmak üzereyken kendimi son anda tutup derin bir nefes aldım. Bunlar duymayı beklediğim son şeylerdi. "Hayır." dedim birkaç saniye sonra. "Konu sadece plak değil zaten. Ben kitapçıyı çok sevdim ve çalışmak istiyorum." Dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrılırken sigarasından son nefesini çekti ve hemen dibimizde duran ayaklı kül tablasına bastırıp söndürdü. "Öyleyse tanışalım." dedi elini uzatırken. "Ben River. Raven Kardeşlik Evi'nin lideriyim." "Ben de Sunflower." dedim sigaramı diğer elime aldıktan hemen sonra River'ın elini sıkarken. "Ve kıytırık kardeşlik evindeki kıytırık misyonun umrumda değil." O ana dek havalı bir duruş sergileyen çocuk kendini tutamayıp patladığında ben de ona katıldım. Karşılıklı gülmek çok tuhaftı. Hele kurduğum cümle üzerine... Ben söylerken tadını kaçırmak niyetiyle söylemiştim ama ağzımdan komik bir şekilde çıkmıştı sanırım. River ağzını kapatarak gülüyordu. Gülerken gözleri neredeyse Edgar kadar çok kısılıyor, kayboluyordu. Aslında onun kadar çekik gözlere sahip değildi ama sanırım ondan daha derin bir gülüşe sahipti. Omuzlarının hafif sarsıntısı geçtiğinde ve kıkırtıya benzeyen ses tamamen kesildiğinde derin bir nefes aldı. Yüzündeki, havalı, siyah kıyafetlerine ve bulunduğumuz ortamda var olan misyonuna ters olan o tatlı ifadeyi az da olsa toparlamaya çalıştı. "Umrunda olmamasına sevindim." dedi, arkadaşlarının yanına dönmeden birkaç saniye önce.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD