“Onun mutlu kalması için seni kötü bilmesine razı oluyorsan... bu, en ağır sevmektir.”
***
Sabahın ilk ışıkları yüzüne vursada Kumsal hala huzurla uyuyordu. Ufacık nefesleri yastığına gömülmüş, minicik elleri göğsüme yaslanmıştı. Usulca yanağından öpüp, üzerini örttüm ve içimde sabit duran o anne yorgunluğuyla aşağı indim.
Herkes kahvaltı masasındaydı... ama Pusat yoktu.
Yine bir ağırlık çökmüştü sofraya. Sessizliğin altında bir şeyler dolaşıyordu.
Sandalye çekip oturduğumda, tam bir şeyler diyecektim ki Dalga beni durdurdu.
"Sakın olanlardan kendini sorumlu tutma. Her zamanki halimiz... Geçmiş yakamızı bırakmıyor sadece."
Ne diyeceğimi bilemedim. Yutkundum. Hep aynı şey değil miydi zaten? Geçmiş... Bir türlü kapanmayan defterler gibi sürükleniyordu peşimizden.
Sonra Dalga aniden başka bir konuyla devam etti. "Eğitimin yarın başlıyor."
Kalbim bir an durup tekrar attı. "B-bana kim eğitim verecek?" dedim heyecanla. İçimde, yıllarca yandığına inandığım bir kıvılcım vardı sanki. Tam o anda Oğuz atıldı. "Ben vereceğim."
Dalga’nın gözleri bir anda keskinleşti, Oğuz’a öyle bir baktı ki sanki bakışıyla onu duvara çivileyecekti.
"Ali verecek eğitimini." Sesi net, kararı tartışmasızdı. Oğuz’u benden uzak tutmak için elinden geleni yapıyordu ve bu... çok belliydi.
Ali kimseyi umursamadan, lafa girip gülümseyerek bana döndü. "Seni öyle bir eğiteceğim ki, devleri bile devireceksin." dedi.
Sonra gülerek saçımı geriye attı. İçimden istemsizce gülümsedim.
Ben aslında yalnızca kendimi korumak istiyordum. Ama bir gün gerekiyorsa... Dağ gibi adamları da devirebilmeliydim.
Çünkü hayat bana şunu çoktan öğretmişti. “Ya yara alırsın... ya yumruk yersin... ya da ayakta kalırsın.” Ben artık sadece ayakta kalan olmak istiyordum.
***
Dalga'dan...
Zemheri, Kumsal’a bakmaya çıkmıştı. Ali de iş bahanesiyle evden ayrıldı. Geriye sadece ben ve Oğuz kalmıştık.
Ama o masada iki kişi oturuyor gibi değildik; suskun bir öfke ve kıymık gibi batan gerçekler de bizimleydi.
Oğuz'un aniden sesi yükseldi. "Beni ondan neden uzak tutuyorsun?!"
Söylediği anda içime koca bir taş oturdu. Gözlerinin içi... kırık bir çocuğun isyanı gibi yanıyordu.
Bardaktaki çayı elimde çevirirken başımı kaldırdım. Sakin, ama net bir sesle konuştum.
"İyiliğin için." Sözümün ardından dudaklarının kenarı kıvrıldı, acı bir gülümsemeyle güldü.
Biraz öfke, biraz gurur... ama en çok da incinmişlik vardı bakışlarında.
"Neden Dalga? Ben sevilmeye değer bir adam değil miyim yoksa?" Sözlerini duyduğumda ofladım.
Bir yandan içim burkuluyordu, ama diğer yandan onun kendini kandırmasına göz yumamazdım.
Elimi masaya koyup hafifçe öne eğildim.
"Saçmalama Oğuz. Sen ve Ali benim her şeyimsiniz. Canımsınız. Sadece... üzülmenizi istemiyorum. Zemheri'den sana yar olmaz. Bunu ne kadar erken anlarsan, o kadar az yara alırsın."
Oğuz bakışlarını kaçırdı, ama orada kalmaya devam etti.
"Onu sevdiğini biliyorum..." dedim yavaş ama bastıra bastıra. "Ve bu büyük bir yanlış. On yıllık bir sevdanın yokluğuna belki alışırsın ama içinden atamazsın."
Geriye yaslandı. Masanın üstündeki yumruğu fark edilecek kadar sıkılıydı.
"Madem dediğin kadar seviyor... ona neden geri dönmüyor?" diye sordu, sesi bu kez çatlamıştı. İlk kez çaresizce bir cümle kurduğunu fark ettim. Derin bir nefes aldım, içimde kendi yaralarımla yüzleşir gibi.
"Bazen ne kadar sevsen de... bırakman gerekir, Oğuz."
"Ama içindeki aşkı asla bırakmazsın. Zemheri de öyle yaptı. Gitti... ama sevmekten hiç vazgeçmedi."
Gözlerine baktım yeniden. Onu korumak... yanlış bir sevdada yavaş yavaş yok olmasın istiyordum.
"Çekdar’a bir gün geri dönebilir... Ve o gün geldiğinde, bu savaşta kaybeden de, üzülen de sen olursun."
Göz bebekleri büyüdü. Sustum. Artık ne desem eksik kalacaktı çünkü anlamak istemiyordu.
Aniden ayağa kalktı, sandalyesi geriye kaydı. Nefesi hızlıydı, gözleri öfke doluydu.
"Ne dersen de... Zemheri bir gün o adamı unutacak. Ve bana gelecek!"
Bunu öyle inançla söyledi ki... kısa bir an içim acıdı. Çünkü kendini inandırmakla, gerçeği yaşamak arasında çok büyük bir fark vardı. Yüzümde buruk bir tebessüm belirdi.
"Kendini kandırıyorsun Oğuz."
Bunu duyunca gözleri dondu, çenesi kasıldı. Ama bir şey demedi. Gözlerini benden kaçırarak hışımla arkasını döndü ve çıktı.
Ardından baktım. Sevdiği kadının başka bir adamın kalbinde yaşadığını bilerek, bir ömrü yanlış bir savaşa kendini adamaya hazır bir delikanlıydı. Ama bazı savaşlar... daha en başında kaybedilirdi.
***
Çekdar'dan... (10 gün sonra)
Demir kapı gıcırdayarak açıldığında, ağır bir adım attım içeri. Sanki adımlarım değil, sırtımdaki geçmiş yankılanıyordu odada.
Sonra durup ardımda dikilen gardiyana döndüm. Adam gözümün içine bakamıyordu, tıpkı çoğu gibi.
"Burda mı dikileceksin?" Sesim sertti. Soğuk.
"Yok ağam." dedi korkarak. Ardından kapıyı çekti, gitti.
Nefesimi verdim. Derin ve yorgun.
Yüzümü odaya çevirdiğimde, yatakta büzülmüş bir gölge gibi duran Nazya’yla göz göze geldim. Bedeninde korkunun sesi vardı. Elleri titriyor, omuzları neredeyse görünmeyecek kadar kasılmıştı.
O, bu lanetli pembe odayı yanlış anlıyordu. Bu odanın adını Savaş'dan ilk duyduğumda içim öfkeyle dolmuştu.
Ama sonra... kullanmak zorunda kaldım. Nazya, o heriften hamile kalmıştı.
Ve bunu yalnızca ben ve Savaş biliyordu. Bilselerdi başımı yere eğer, onu öldürürlerdi.
İşte bu odayı... onun canını korumak için istedim. Aşiret o çocuğun benim olduğunu sansın diye.
Nazya’nın yanına geçip oturdum. Yatağın yayları hafifçe gıcırdadı. O ise hala titriyordu.
"Neden böyle titriyorsun?" Sesim, olması gerekenden daha yumuşaktı.
Nazya başını kaldırdı. Korkuyla açılmış gözleri, dudaklarına hakim olamayan bir titrek fısıltıyla konuştu.
"Beni bu odaya aniden getirdiler. Korktum. Sende bana..."
Kelime boğazında düğümlendi. Cümlesi eksik kaldı ama anlamı tamamlandı.
Birden içimde öyle bir öfke kabardı ki, yumruğumun kıvrımı hafifçe gerildi. Nasıl olur da ona rızası dışında dokunacağımı düşünebilir. Yüzüm sertleşti. Kelimelerim netti, soğuk bir karar gibi...
"Sanırım beni hala anlamadın Nazya."
"Zemheri’den sonra başka bir kadına dokunmam. Ellerim haram sayar."
"Bu odaya girmen... sadece aşiretin o çocuğun babasının benden olduğunu bilmesi içindir. Hepsi bu."
Gözleri doldu. Ama bu kez korkudan değil, şükürden. "Allah senden razı olsun ağam. Ben oysa... ölüm emrimi çoktan verirsin sanmıştım." Sesi çatallandı. Titreyen parmaklarını dizlerinin üzerinde kenetledi.
Ona cevap vermedim. Benim derdim kadınlar, çocuklar değildi. Benim bıçağım sadece şerefsizi bulurdu.
Ama dünya, dokundurtuyor... ben ise her seferinde parçalarını topluyorum.
Odaya bir sessizlik çöktü. Sonra Nazya’nın sesi yeniden kulağıma ilişti.
Bu kez ürkekti, ama korkudan değil... acıdan.
"Zemheri duyarsa üzülür. Yapmasak mı ağam?"
Bu söz... içimde ölü bir kalbi yeniden yankılattı. Başımı öne eğdim. Dirseklerimi dizlerime yasladım.
Avuçlarımda sustuğum kelimeler vardı.
"Zemheri diye biri yok artık Nazya. O gitti. Beni artık umursadığını bile sanmıyorum. Umarım... kendi hayatında mutludur."
Sesim kısıktı ama kararlıydı. Bunu söylerken içim kanadı, ama dışım donuktu.
Çünkü gerçek bu. Zemheri bir hayal, bir ceza, bir dua... ama artık bir ihtimal değildi.
Ve ben... o ihtimali kaybetmiş bir adamdım...
***