***
Asansöre biner binmez elim titreyerek bastım düğmeye. Midem bulanıyordu, sinirden mi yoksa tiksintiden mi ayırt edemiyordum. Beni... beni başka bir kadın sanarak, benimle yatmak istedi. O kadar kendinden emindi ki, bir kadının onun yatağına hayır diyemeyeceğini düşünüyordu. Rezil herif!
Motora atladığım gibi bastım gaza. Yolun ne kadar uzun sürdüğünü hatırlamıyorum ama düşüncelerim beynimi parçalarken, ruhum paramparça haldeydim. Eve, evime gittim. İlk kez... ilk kez bir evim olmuştu. Kovulmayacağım, susarak var olmak zorunda kalmayacağım, gerçekten benim olan bir yer.
Saat çoktan gece yarısını geçmişti. Sessizce Kumsal’ın odasına girdim. Loş sarı ışık, duvara yumuşak bir sıcaklık saçarken, ben beşiğin başına gelip durdum. Ve işte... o gözler. O kocaman, her şeyi merak eden gözlerle bana baktığında, içimden fışkıran gülümsemeyi tutamadım.
"Sen hala uyumadın mı miniğim?" dedim usulca, onu kucağıma alıp minik yanaklarına sevgiyle öpücükler kondururken. Sıcacıktı. Kalbimin tek atışıydı. Bir yaşındaydı artık. Ben... ben ise yirmi bir olmuştum. Genç bir anne, yorgun bir kadın. Zaman ise zaten hızla kaçıyor elimizden.
"Bil bakalım nereden geliyorum annecim?" Aynanın karşısına geçtim, kendime baktım. Saçlarım dağılmış, gözlerimde yorgunluk asılıydı. "Boyu devrilesice babanın yanından geliyorum. Unutmuş anneni. Hem de ne unutmak..." Gözlerim aynada yansıyan minik Kumsal’a takıldığında, öyle masum ve anlamazca bakıyordu ki... içimdeki kırıklar acı acı gülümsedi.
"Aman be kızım... Benim asıl derdim o da değil." dedim usulca. Kucağıma alıp mememi uzattım. O kadar dolmuştu ki canım yanıyordu. İştahla sütünü emerken, ben yorgun bir nefes verdim. Derin... karanlık bir iç çekişti.
"Benim tek derdim sensin. Babasız büyümeni istemiyorum ama… ona da güvenemiyorum." Boğazıma oturan yumruyu yutarken, bir anda ince bir acıyla irkildim. "Ah! Kumsal’ım kaç kez dedim sana, ısırma memişi diye! Diş çıkarman hiç iyi değil bu gidişle koparacaksın." Sanki dalga geçer gibi güldüğünde, yanağını hafifçe ısırıp öptüm. "Babasının kızı işte, ne olacak? Umursamazlık genetik galiba..."
Tam o an... kapı çaldı. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Gözlerim kapıya çevrildi. Nedense... nedense o İstanbul’a geldiğinden beri içimde garip bir huzursuzluk vardı. Sanki biri sürekli tepemde dolanıyordu.
Ve şimdi... bu saatte... o kapının ardında kim vardı, bilmiyordum ama kalbim adını çoktan fısıldamıştı.
Kumsal’ı özenle yerine koydum. Minicik elleri hala beni arıyordu ama üstümü düzeltim hemen, kapıya açmam gerekiyordu. Kalbim sıkışmıştı... Çünkü içimde bir his vardı. O his... beni nadiren yanıltırdı.
Kapıyı açtığımda karşımdaki kişiyi gördüğüm an, içimdeki his yanılmıştı. Oğuz’du.
Gözleri yarı açık, başı hafif eğikti. Alkol kokusu burnuma kadar geldi. Sarhoştu belli ki. Yine bir şeyleri içine atmış, susturamadığı duygularını boğmak için şişeye sarılmıştı.
Bir kelime etmeden içeri girdi ve aniden önüme dikildi.
"Neredeydin sen?" Bu halinden irkildim ama umurumda değildi.
"Sana ne." dedim soğukça. Benim kimseye hesap verme zorunluluğum yoktu. Hele ki Oğuz’a... hiç yoktu.
"Sana kimleydin dedim?!" diye bağırınca, hemen ellerimi ağzına götürdüm.
"Delirdin mi sen?! Bağırma, Kumsal korkacak."
Sözüm biter bitmez elimi ağzından hışımla çekti, ardından kollarımdan tuttu ve beni öfkeyle sarstı.
"Aylardır kaçtığın, yüzünü bile bulmasın diye değiştirdiğin o ittin yanındaydın değil mi?!"
Nefesim sıklaştı. Ellerini kollarımdan ittim. "Evet! İş için mecbur kaldım."
İnkar etmeyecektim. Saklayacak hiçbir şeyim yoktu.
Yüzü gerildi, çenesi kasıldı, boynundaki damarlar belirginleşti.
"Tanıdı mı seni?" dedi. Başımı iki yana salladım. "Hayır." dedim sadece ve arkamı dönüp Kumsal’ın odasına yürüdüm.
Oğuz da dış kapıyı kapatıp, arkamdan geldi.
Beşiğin başına gelip, Kumsal’a bir an bakakaldı. Sonra usulca onu aldı, kucağına yerleştirdi ve minicik saçlarına burnunu gömüp kokusunu içine çekti. "Güzelim..." dedi, sonra minik başına bir öpücük kondurdu. Bir an o anın güzelliğine takılı kaldım.
"Neden bu kadar içtin?" dedim yavaşça.
Ama beni duymadı. Hiçbir şey demedi. Sadece Kumsal’a bakmaya devam etti. Sonra, aniden konuştu.
"Gözlerin..." dedi. "Eskisi gibi bakıyor tekrar."
Ne? Gözlerim mi? Nasıl bakıyordu ki önceden?
"Anlamadım?" dedim yutkunarak. Ama o, beni duymuyordu sanki. Sözlerim ona ulaşmıyor, kendi içine konuşuyordu.
Ve sonra birden konu değişti. "Tuğra amcayla konuşacağım. Bu işi yapmıyorsun."
Sesi sertti. Emir verir gibiydi. Kumsal’ı tekrar yerine yerleştirip odadan çıkınca, ben de hemen arkasından gittim.
"Oğuz! Benim işlerime karışma, lütfen!"
O anda birden durdu. Çarpacağımı fark edince ellerimi sırtına koyup kendimi durdurdum.
Bana dönüp, gözlerindeki öfkeyi yansıttığında, çenemi tuttu ve yüzümü yukarı kaldırarak, yüzüme eğildi. Aramızda milimler vardı.
"Senin iş dediğin, onun için bir oyun. Buna müsade etmem!" Gözlerimin içine bir süre öfkeyle baktı.
Sonra çenemi sertçe bıraktı. Arkasını dönüp kapıyı sertçe açıp, sertçe kapatmasıyla irkildim.
Oyun mu? Ne oyunu? Benim işlerim... onun için bir oyun muydu? Yoksa... gerçekten figüran mıydım?
***
Çekdar'dan...
Kapının suratıma kapanışı, sanki içimdeki tüm zincirleri bir anda kopardı. Duvarlara çarpan sessizlikte yankılanan tek şey, öfkemdi.
Zemheri... ya da artık cehennemlik ismi Alev. Fırtına gibi çıktı, ardında kasırga bırakarak.
O deli bakışlarını gördüm. Titreyen dudaklarını, kan çanağına dönmüş gözlerini.
Sandı ki başka bir kadını arzuluyorum. Ne de güzel sandı. Çünkü zaten onu delirtmekti derdim.
Beni unuttuğunu sanmasın diye, damarına bastım. Başka kadına tahammül edemediğini hatırlasın istedim.
Ama sonra... o sözü geldi aklıma.
“Sabah yeterince çaldırdım.” demişti.
Kaslarım, çenem taş gibi kesildi. Ne demekti bu?
Sabah... birinin koynuna mı girdi yoksa bana mı oyun yapıyordu?
Eğer girdiyse... yemin ederim yatığı hangi itse mezarını o sabaha kazardım.
Ama tanıyorum onu. Çok iyi tanıyorum. Bu kadın... bana bile teslim olurken savaşan biriydi.
Bir itin tenine bile değdiğini düşünmek bile olası değildi.
Ama dediğim gibi... damarımı bulmak için ettiyse lafı... ettiği en doğru şeylerden biri olabilir. Deli gibi kıskandım çünkü!
Onu bulmamam için her haltı yemiş. Yüzünü değiştirmişti, ses tonunu, yürüyüşünü, bakışlarını bile...
İlk gördüğümde kararsızdım. Sanki gözümle gördüğüm değil de, kalbimle sezmeye çalıştığım bir hayal gibiydi.
Ama o kokusu... bana ilaç gibi gelen, gecemi gündüz eden ten kokusu, tüm gerçekliğiyle burnuma vurduğunda, o an anladım.
O’ydu.
Küçük şeytan... her şeyi düşünmüş ama kokuyu hesaba katmamış. Sırtımı duvara yasladım.
Kafamı geriye atıp gözlerimi kapadım. Bir sigara yaktım... ama ne fayda?
Hiçbir duman, onun yokluğunu bastırmıyor artık. Boğazıma tıkılan her nefeste onun adı var.
Evet, özledim. Görür görmez sarılmamak için içimden can verdim.
Kokusunu içime çekmemek için... öpmemek için... çok zor tutum kendimi.
Ama bir daha o ipleri eline veremem. Bir daha aynı yerden parçalanamam.
Çünkü bu sefer ben bile kendimi toplayamam. O yüzden onun karşısında dimdik duruyorum.
Sanki içim paramparça değilmiş gibi. Sanki onu bir saniye daha görmesem delirmeyecekmişim gibi...
Her saniye gözümün önünde durmasını istesem de... unutmadım. Bana yaptığı ihaneti de aslada unutmam, ona da unutturmayacağım...
Her seferinde, kendi cehenneminde yüz yüze gelecek benimle...
***