“Bazı küller vardır ki, sadece yakmakla kalmaz… Yeni bir ruhu doğurur, eskiyi susturur."
Ben Zemherî…
Bir zamanlar, on yıllık bir aşkın peşinde tükenen bir kadındım. Her adımım onun için, her nefesim onun gölgesinde atıldı.
Ama şimdi, kalbimde hala izleri kalsa da, başka bir yolun eşiğindeyim. Artık başkasını değil... kendimi bulmanın arayışındayım.
Bunca acının ardından hala bir bütün olabilir miydim?
Yanmış geçmişimle, suskun yaralarımla... küllerimden yeniden doğacak bu halime “Yaralı Doğuş” diyebilir miydim?
***
İstanbul...
Bir zamanlar umutla geldiğim şehir.
Hayallerimi süsleyen, bana başlangıç gibi görünen o sahil...
Şimdi üzerime kapanan bir labirente dönüştü. Mavi denizine bakarken kaybolduğumu hissettim.
Yanımda arabayı sessizce süren Oğuz vardı. Ama gerçekte... yanımda kimse yoktu.
Ben yalnızdım. İçi cayır cayır yanan bir kadın... Söyleyemediğim onca şeyin, anlatamadığım bin duygunun arasında suskun kalmış bir yürek...
Aramızdaki mesafeyi kilometreler değil, suskunluklar büyütüyordu.
Ve en acı kısmı... Bu mesafeyi ben seçmiştim. Bile bile, isteyerek, içim kan ağlayarak...
Çünkü bazen sevmek yetmez. Bazen seversin... ama kalamazsın.
Artık gözlerimiz de buluşamayacak... Ellerimiz de...
Biz, adı bile acıtan o eski hikayeler gibi olduk: Leyla ile Mecnun... Ferhat ile Şirin...
Aşktan doğan ama birbirine kavuşamayan efsaneler gibi... Ve bir efsanenin sonunda daima hüzün vardır.
İşte biz de tam orada duruyorduk.
Omzumda bir el hissettiğimde irkildim. Dalıp gitmiştim. Kendimi, arabada olduğumu bile unutacak kadar geçmişin içinde kaybetmiştim.
"Geldik Zemheri." dedi Oğuz. Yüzüne baktım, bir şey söylemedim.
Camdan dışarı döndüğümde Dalga Hanım’ın yalısı karşımdaydı.
İndim arabadan, Oğuz’un arkasından yürüdüm. Sessizce. Yalının içine girdiğimizde...
İlk dikkatimi çeken, yerdeki motifler oldu. Desenler, renkler, her bir ayrıntı... Hepsi “zenginlik” diye bağırıyordu.
Ama ben biliyordum, bu duvarların peşinde olduğu şey para değil... Güçtü.
Salona girdiğimizde gözler üzerimize döndü.
Dalga Hanım, Pusat Bey, Ali... Hepsinin bakışları birer tartıydı sanki. Ve ben o tartıda ne kadar eksik, ne kadar yorgundum... kim bilir.
"Hoş geldin Zemheri." dedi Dalga Hanım ayağa kalkarak. Başımı öne eğdim. Çünkü başımı dik tutacak gücüm yoktu o an.
Sadece adımlarımı ona doğru attım. Ve o... Hiçbir şey sormadan, beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı.
İşte o an... Kendimi tutamadım. Sessizce ağladım. Bir çocuğun annesinin omzunda ağlaması gibi... Ve o, tek kelime bile etmeden saçlarımı okşadı. İçimdeki o paramparça hali, onun dokunuşunda biraz olsun toparlandı.
Ne kadar kaldım bilmiyorum öyle... Ama sonunda gözyaşlarım hıçkırıklardan sessiz iç çekişlere dönüştüğünde, beni nazikçe ayırdı kendinden. Beni oturtup, o da yanıma oturdu. Adamlar gitmişti. Sadece biz kalmıştık, Kadın kadına...
"Zor oldu senin için, biliyorum." dedi ve saçlarımı geriye attı.
"Ama bazen mesafe insanın ilacı olur." Bunu söylediğinde bir bardak su uzattı.
Titreyen ellerimle aldım, bir yudum içtim. Ama boğazımdan geçerken o su, içimdeki düğümlerden birini çözemedi.
"Bugün ağla... bağır, çağır... Kır, dök ne varsa. Ama yarın... Seni güçlü görmek istiyorum. Bunun için buradasın."
Evet... Haklıydı.
Ben güçlü olabilmek için buradaydım. Çünkü kalmak da, gitmek de cesaret isterdi…
Ama yeniden doğmak? O, bambaşka bir savaşın adıydı.
Sonra bir soru sordu. Kulağıma hançer gibi saplanan bir soru.
"Bıçağı vermedin, değil mi?"
Dudağımı ısırdım. Bir gözyaşı daha süzüldü yanağımdan. Titreyen sesimle yanıt verdim.
"Veremedim..."
Başını yavaşça salladı. "Ben olsam, ben de veremezdim Zemheri. Sevdiğin adamdan vazgeçersin... Ama onun hayatını yok sayamasın."
İşte tam olarak bu. Ben de bunu yapamadım. Sevdiğim adamın ellerine sonsuz bir hapis giydirmeye gönlüm elvermedi.
Ona kıyamadım... Sadece ben gidene kadar tutmak istedim. Ne onu zincirleyebildim... Ne de kendimden vazgeçebildim.
*3 GÜN SONRA*
Bahçedeki çiçeklerin kokusu burnuma dolarken, temiz havayı derin bir nefesle içime çektim. İçimde bir huzur vardı, tarifsiz bir sessizlik... Tam o anda, yanıma oturan Dalga Hanım’ın yüzündeki gülümsemeyle irkildim. O gülümsedikçe, ben de kendimi tutamayıp hafifçe gülümsedim.
"İyi misin?" diye sorduğunda, sadece başımı salladım. Sözlerle anlatmak zordu ama geldiğim ilk güne kıyasla biraz daha toparlamıştım kendimi. Parçalarımı az da olsa bir araya getirmiştim.
"İyi olmaya çalışıyorum." dedim kısık bir sesle.
"Güzel." dedi içtenlikle. "O zaman başlayalım artık." Kaşlarımı çattım. Hangi başlangıçtan bahsediyordu? Kalbim bir an duraksadı.
"Neye Dalga Hanım?" diye sordum.
"Tabi ki geleceğin hakkında artık bir plan yapmaya. Anlat bakalım, ne olmak istiyorsun, neler yapmak istiyorsun? Sınırlarını zorla çünkü bizde imkansız diye bir şey yoktur." İmkansız onlarda gerçekten yoktu. Ellerini her yere uzatabilen, gücünü her duvara çarpabilen insanlardı. Benimse yalnızca hayallerim vardı.
"Ben kendimi bildim bileli en çok avukat olmak istedim Dalga Hanım," dedim usulca. "Sonrasında da... sizin gibi saygın, erkek gücüne ihtiyaç duymayan birine dönüşmek hep en büyük hayalimdi."
"Avukatlık ve güç." dedi, gözlerini biraz uzaklara dikerek. Ardından yavaşça başını bana çevirdi. "Peki o zaman, avukat olmak için 3 ayın var. Yapabilir misin?"
İçim daraldı. Sınav üç ay sonraydı. Gerçekten yapabilir miydim? Bu yükün altından kalkabilir miydim bilmiyordum ama... gözlerindeki o güven bana cesaret veriyordu.
"Okul geçmişini araştırdım, her alanda birinciliklerin var. Bence bilgi birikimin oldukça fazla. Sen yapabilirsin."
Sözleri kalbime dokundu. Sanki içimde kıpırdayan umudu fark etti. Avukatlık ve ben...
"Peki bu dövüş eğitimlerini ne zaman alacağım?" dedim, konuyu biraz da dağıtmak istercesine. Sabırsızdım. Çünkü artık güçsüz hissetmekten nefret ediyordum, kendimi savunmak istiyordum.
"9 ay sonra." dedi. Şaşırmıştım. "Neden 9 ay sonra?" diye sordum. Her gün bu evdeydim, beklemenin bir anlamı yoktu.
Yüzünde farklı, yumuşak bir ifade belirdi. Sanki hem iyi hem kötü bir haberi anlatacaktı.
"Bu haber eminim seni mutlu edecektir Zemheri." dedi. Sesi yavaşladı, gözleri gözlerime kilitlendi. İçime bir ürperti çöktü. Ne demek istiyordu?
Yerinden kalktı, yanıma geldi. Elimi tutup kendi ellerinin arasına aldı. Şefkatliydi. Anne, abla gibi... "Şimdiye kadar senden sakladığım için üzgünüm ama Midyat’a ağzından kaçırırsın ve seni bırakmazlar diye söyleyemedim."
Gözlerim, onun gözleri arasında gidip geliyordu. Yüreğim deli gibi çarpıyordu.
"Sen hala hamilesin Zemheri."
O an nefesim kesildi. Zaman dondu sanki. "N-nasıl yani? Yasını tuttuğum b-bebeğim... yaşıyor mu?"
Dalga Hanım’ın bakışları yere düştü. Bir mahcubiyet vardı içinde.
"Şöyle ki, milyonda bir yaşanan bir durum yaşanmış sende. Hamileyken hamile kalmışsın. İlk bebeğin düşmüş ama... ikincisi hayata tutunmuş."
Bir şey söyleyemedim. Ne gözyaşımı tutabildim ne dizlerimdeki titremeyi. Ayağa kalkarken bedenim beni taşımadı, sendeledim. Dalga Hanım kolumdan tuttu. "Zemheri, iyi misin?"
Elimi havaya kaldırdım, gözyaşlarım yüzüme damlarken başımı iki yana salladım.
"Yalnız kalmak istiyorum..." dedim boğuk bir sesle. Ardından hızlı adımlarla odama yöneldim.
Kapıyı kapattığımda içimde fırtınalar kopuyordu. Sevinebilir miydim? Yoksa kalbim yeniden aynı acıya sürüklenir diye korkmalı mıydım?
***
Çekdar'dan...
Hapishanenin gri duvarları, zamanla insanın aklını da rengini de silmeye başlıyordu. Demir ranzanın alt katında uzanıyordum. Her gece olduğu gibi, yine gözlerim tavana değil... üstümdeki ranzanın demirlerine mandallanmış o fotoğraftaydı. Zemheri’nin gözleri. O mavi, acıdan donmuş ama her şeye rağmen gülen gözleri hala yakıyordu içimi.
Ama artık o bakış, o gülüş bana ait değil.
Yan ranzada, Savaş’ın sigara içerken, derin soluklarla dışarı veriyordu. Birazdan bir şey söyleyeceğini biliyordum. Beni yalnız bırakmamak için bu dört duvar arasına bir şekilde hapsetti kendini.
"Bugün avukat geldi." dedi sonunda içindekini tutamayarak.
"Zemheri... bıçağı polise vermemiş. Delil eksikliği... Çekdar, buradan çıkacaksın. Hem de kolayca."
Gözümü fotoğraftan ayırmadım. "Savaş." dedim. "Ben buraya suçla değil, onun ihanetiyle kapandım. Duvarlar dert değil bana. Uzatabildiğin kadar uzat... ve beni burada tutmaya devam et." Umursamazlıktan değildi bu... vazgeçmişliğimdendi.
Bir sessizlik oldu. Buradan çıkmak istemiyordum çünkü Zemheri'siz bir Midyat'a adım atmaya henüz hazır değildim.
Savaşın'ın sesi biraz daha ciddileşti.
"Adamlar her yerde arıyor onu, iyi olup olmadığını merak ediyorsun deli gibi, farkındayım."
Gözlerimi yumdum. İçimde bir şey kıpırdadı, ama artık o sesi bastırmayı öğrenmiştim.
"Aramayın artık onu."
Savaş yerinden doğruldu. Sesinde hafif bir öfke, daha çok şaşkınlık vardı.
"Ne diyorsun sen Çekdar Ağa? Belki başı beladadır. Belki-"
Sözünü keserek sertçe konuştum. "Diyeceğimi dedim Savaş." Yavaşça, gözlerimi açtım. "Gitmek isteyenin, gideceği yer çoktan hazırdır."
O an, içimden bir şey söküldü. Savaş sustu. Parmaklarım, üst ranzadaki fotoğrafa uzandı. Zemheri bana gülümsüyordu. Ama ben artık o gülümsemeye sahip değildim. Belki de hiç olmamıştım.
Fotoğrafı yavaşça çıkardım. Uzandığım yerden doğruldum. Uzun uzun... son kez baktım.
"Sevdiğim kadın gitti... ve bende de bitti. Gidene yol sorulmaz. Kal diyemediysem, dön de diyemem artık."
Hıncımı almak ister gibi yırttım fotoğrafı.
"Zemheri artık yok, adını dahi duymak istemiyorum. Kimseden! Ne cebimde taşıyacak bir izi kaldı, ne yüreğimde barındıracak bir yeri... Kaybetmedim onu, o kendi elleriyle sildi kendini benden. Şimdi ben de... kalan izlerini siliyorum, yokluğunu kabulleniyorum."
Savaş başını çevirdi, o da hak verdi ama konuşmadı.
"Bu ranzanın altı da Midyat gibi." dedim kısık bir gülümsemeyle. "Karanlık... ama sessiz. Bundan sonra sadece ben ve eski hükmüm olacak."
Avucumdaki yırtılmış fotoğrafın parçalarına baktım. Duyacakmış gibi.... hissedecekmiş gibi... içimden son kez Zemheri’ye bir cümle söyledim.
'Sana bütün yolları açık bırakarak, içimdeki bütün kapılarını kapatıyorum. Artık sende, bende bittin ağasının güzeli.'
***