Bir tekne almaya karar vermemle o tekneyi alıp, okyanusa açılmamız arasında çok fazla zaman geçmemişti. Aslında her şey o kadar hızlı olmuştu ki eğer Vera olmasa Robin’i arayıp haber bile vermezdik. İlginç bir şekilde bu fikri beğenmişti. Elbette ona Calla’yla ilgili planlarımı anlatmamıştım. O da Calla’nın öldüğünü kabullenenlerdendi. Bu nedenle planlarımı açıklayıp, canımı sıkması riskini göze almayacaktım. Ona göre Vera ve ben kafamızı dağıtacak ve kendimize gelecek bir yol bulmuştuk. Üstelik kraldan da uzak olacaktık. Tek istediği Vera’ya dikkat etmemdi. Bu hamilelik olayı hepimiz için beklenmedik olmuştu. Vera için nasıl büyük bir şok olduğunu tahmin bile etmek istemiyordum.
Aslında hamilelik onun özgür ruhuna oldukça ters düşen bir durumdu. Altını çiziyorum, hamilelik, annelik değil. O konu hakkında görmeden yorum yapamazdım ama bu sürekli kusma durumu ve değişen hormonları canını sıkıyor gibiydi. Tekneyle açılmak da ona pek iyi gelmemişti.
Aslında tekneyi bulup aldığımızda oldukça sevinçliydi. Adının hepimiz için ortak bir şeyler ifade etmesi gerektiğine ve bu yüzden yeni oyuncağımın adının ‘Şans’ olmasına karar vermiştik. Teknenin önünde, sağ tarafta büyük bir şekilde ‘Şans’ yazıyordu. Bu tekneyle birlikte, şansımızı aramaya başlıyorduk. Çünkü o bize gelmeye niyetli gibi değildi.
Bütün bu ‘şansı arama’ işine başlarken ve Vera’yı bana yardımcı olsun diye yanıma alırken unuttuğum tek şey, onun hamile olduğu olmuştu. Teknenin içinde 2 yatak odası ve 2 banyo vardı. Ayrıca küçük bir mutfağı ve bir de oturma alanı vardı. Güverte yeteri kadar genişti. Aslında ilk düşüncem yelkenli almaktı ama yelkenli kullanmak hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama tekne kullanmayı biliyordum. Şampiyon olarak kariyerim boyunca sadece aptalları dövmekle kalmamış, kralın birçok ayak işini yapmıştım. Bir seferinde bir alışverişe yardım edebilmem için bana tekne kullanmayı öğrenmem için bir haftam olduğunu söylemişti. Çünkü çok kolaydı. Ama başka çarem yoktu, aksi halde bir kafamı filan kaybedebilirdim ki benim zaten bir kafam vardı. O haftanın sonunda kaptanlık belgem elimdeydi ve tamamen yasaldı. Yasal olması kısmının beni uğrattığı şoku tahmin edebiliyorsunuz değil mi? Sırf onun çocuk ticareti aksamasın diye girdiği tüm uğraşlar artık komik bile değildi. Sadece acınasıydı.
Neyse, konumuz Vera. Vera şu an da alt kattaki yatak odalarından birinde yatıyor ve derin nefesler alıyordu. Deniz ona pek de iyi gelmiş gibi değildi. Onunla arama biraz mesafe koymuştum çünkü her an yüzüme kusacakmış gibi duruyordu.
“İyi değilsen geri dönebilirim, Vera” diyerek öneri de bulundum. Ne yapabilirdim ki? Onu burada işkence çekmeye zorlayıp, tekneyle gezemezdim. Şansımı arıyordum belamı değil.
“Hayır, hayır!” diyerek itiraz etti “Ben iyiyim. Sadece alışmam için birkaç dakika ver.”
Birkaç dakikadan fazlasına ihtiyacı varmış gibi duruyordu ama bunu ona söylemedim. Bazen kolay sinirleniyordu. Onunla inatlaşmamak konusunda ki kararımı daha önce açıklamıştım zaten. Bunun üzerine başka yorum yapmak istemiyordum.
“Hamile olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?” diye sordu Vera. Vay canına, bunu nasıl olurda bilmezdim! Dur, belki de hamile kalma gibi bir eğilimi olmayan cinse mensup olduğum içindir?
Yine de lafı uzatmayacaktım. O yüzden sadece “Ne?” diye sordum.
“Sigara içemiyorum ve bu oldukça boktan bir durum!”
Eh, sigara kullanmadığım için bilemezdim bunu. Yeraltında ki diğer antrenörlerin aksine Clark bu konuda oldukça sıkıydı. Sigara ve uyuşturucu kullanımım kesin olarak yasaklanmıştı. Zaten ben de günlerimi ot kullanmak için yanıp tutuşarak geçiriyordum ya.
Hafifçe güldüm “Yalnızca tahmin edebilirim,” elimi yavaşça dizinin üzerine koydum “Sen dinlen. Kendini iyi hissedersen yanıma gel. Kötü hissedersen de gel ki karaya dönelim”
Sonra başka bir şey söylemedim ve onu odada bırakıp, güverteye çıkardım. Hava güneşliydi. Okyanusun üzerinde hafif bir rüzgar esiyordu. Dümene doğru ilerlerken ellerimi belime koydum ve okyanusu izledim. Calla’yı burada kaybetmiştim, okyanusta ve yine burada bulacaktım. Yoksa nasıl yaşardım bilmiyordum. Onu bulmak zorundaydım. Bu öyle görmezden gelebileceğim ya da vazgeçebileceğim bir şeydi. Hayati bir durumdu benim için. Ya onu bulacaktım ya da onu bulacaktım. Başka seçenek yoktu yani.
Peck Sahili’nde olmadığını biliyordum Calla’nın. Bu nedenle ilk durağımız en yakınımızda ki sahil, Altschuler Sahili oldu. Tekneyi kıyıda uygun bir yere bıraktıktan sonra Vera’yla birlikte karaya indik. Bir limanı yoktu bu sahilin o yüzden en uygun yeri bir süre aramamız gerekmişti. Kıyıya yakın tüm yerleri birlikte gezmiştik. Bu sırada da Vera’nın mide bulantısına iyi gelecek bir şeyler bulmak umuduyla bir eczaneye girdik. Eczanede ki adam ona birkaç ilaç verdikten sonra içmesini önerdiği bitki çaylarının listesini verdi. Ona eve dönmesini söyledim ama inatçılığından biraz olsun bir şeyler kaybetmemişti. Ona Calla’yla ilgili planımı anlatmakla iyi mi yoksa kötü mü yapmıştım bilmiyorum ama sanki bu işe benden çok takmıştı.
Ona neden bunu yaptığını sordum sonunda, sonuç da benimle birlikte onu aramak zorunda değildi. Bana önce gülümsedi ve sonra elini karnına koyarak cevap verdi “Bir gün sen de bizim arama kurtarma timimiz olacaksın, şimdiden kendini buna hazırlasan iyi olur”
Yani o polisi bu iş bittiğinde bulacaktı. İyi de madem bu adam bir polisti, nasıl olurda onu koruyamazdı?
Her neyse, bunu sonra düşünebilirdim. Calla’yı bulup işleri yoluna soktuktan sonra. Şimdi Oak Sahili’ne doğru gidiyorduk. Tekneyi almamıştık çünkü bu iki sahil birbirine çok yakındı. Onun yerine bir taksi tutmuş ve kıyı şeridi boyunca dolanmıştık. Bu iş sandığımdan da zor olacakmış gibi duruyordu.
Tekneye dönüp, yavaşça okyanusa açıldığımızda, önüme bir harita açtım ve New Haven’da ki sahillere tek tek baktım. Bir sonra ki durağımız Nathan Hale Sahili’ydi. Nathan Hale Park ve Fort Hale Park bölgesini didik aramayı planlıyordum. Fort Hale’de yerleşim vardı. Özellikle orası benim araştırma bölgem olacaktı. Daha sonra gerekirse iç taraflara doğru gidecek ve oraları da tek tek arayacaktım. Ondan bir işaret bulana kadar aramaya devam edecektim.
Nathan Hale sahili, Peck Sahili’nin karşısında kalıyordu. Bu nedenle buraya tekneyle gidecek ve sonra bir araba kiralayarak tüm sahili karadan gezecektik. Ancak biz Nathan Hale’e ulaştığımızda hava kararmaya yüz tutmuştu. Bu nedenle arama işini yarına bıraktık. Vera’yı teknede bıraktım ve gidip yiyebileceğimiz bir şeyler buldum. Vera pizza ve dondurma istediğini söyledi. Anlaşılan önümüzde ki 9 ay o ne isterse onu yiyecektik. Sanırım Calla’yı aramayı bırakıp, polis dostumuzu aramaya başlayacaktım. Gerçekten, Vera ideal bir kız kardeş modeli değildi ve öyle olmaya başlaması gerçekten sinir bozucuydu. Sağlam kızdı ama… baş belasıydı işte. Zaten ben de baş belalarını çeken bir enerji vardı.
Sahilden çok uzaklaşmamaya çalışarak pizza ve dondurma bulabileceğim bir yer aradım ve sonunda bulduğumda vakit kaybetmeden tekneye döndüm. Vera güvertede değildi. Teknenin iç kısmına girmiş ve kapıları sıkıca kapatmıştı. Üzerine bir battaniye alıp oturmuş, beni bekliyordu. Ya da pizza ve dondurmayı... Eh, ben de olsam, ben de yemeği seçerdim.
Beni görünce hemen ayağa kalktı küçük sehpaları yerinden çıkarmama yardım etti. Ardından mutfak kısmından tabakları ve bardakları çıkarıp, yerimize geçtik. Tekne kıyıya vuran dalgaların etkisiyle ara ara hafifçe sallanıyordu. Dalgaların sesinden başka hiçbir ses yoktu aramızda. Öylece, sessizlikte yemeğimizi yiyorduk.
“Onu bulunca ne yapacaksın?” diye sorarak sessizliği ilk bozan Vera oldu.
Onu bulunca ne yapacaktım? Aslında oldukça… şaşırtıcı bir soruydu bu benim için. Onu bulmaya o kadar çok odaklanmıştım ki sonrasını hiç düşünmemiştim. Kral onu öldü biliyor olabilirdi ama yaşadığını öğrendiği anda tekrar peşine düşecekti. Üstelik, kral benim de peşimdeydi. Ve biliyordum ki cici kızım burada bir yerlerdeyse eğer, hala Alexander Jones’a yaptıklarının bedelini ödetmek istiyordu. Hala o ateşle yanıp tutuşuyordu.
Ama ben ona engel olacaktım. Artık sır olmayacaktı. Varsa bile bulaşmayacaktım. Bazen bilgi tehlikeli olabiliyordu. En iyisi etrafımızda olup biten bazı olaylara üç maymunu oynamaktı.
“Yeniden başlayacağım” diyerek cevap verdim bu yüzden Vera’ya. “Her şeye yeniden başlayacağım. İşte bu yüzden bir şansa daha ihtiyacım var. Yeniden başlamak için. Tekrar kazanabilmek için. Onu bulacağım ve her türlü tehlikeden uzak yeni bir hayata başlamasını sağlayacağım”
Vera uzun uzun yüz ifademi inceledi. Düşünüyordu, sözlerimi tartıyordu ve tekrar düşünüyordu. “Bence fazla iyimsersin. Bu dediklerinin hiç biri olmayacak. Kral etrafınızda olduğu sürece, tehlikedesiniz. Bence ilk yapacağın şey Jones’dan kurtulmak. Sonra sevgilin ve sen aşk treniyle pamuk şeker diyarına yolculuk edebilirsiniz.”
Kaşlarımı çattım. Planlarımı baltalamasının çok sinir bozucu olmasından bahsetmek bile istemiyordum ama aşk treniyle, pamuk şeker diyarına gitmek mi? Bu da bir bakış açısıydı tabi.
“Bunu ben de biliyorum Vera,” diyerek karşılık verdim ona. Pamuk şeker diyarından bahsetmiyordum “Kralın başımıza bela olacağını tahmin etmek zor değil ama yine bu sefer Calla’yı yeraltından uzak tutacağım. Bir daha o dünyaya bulaşmayacak. Karanlığın sırları karanlıkta kalmalı. Calla’nın bedel ödetmek istediğini biliyorum ama bedeli ödemek zorunda kalan o olabilir.”
Ve onu bulduğumda, bir daha zarar görmesine izin vermeyecektim. Kimse bedel ödemeyecekti artık. Bu son şansımızdı ve iyi değerlendirmekten başka çaremiz yoktu.
Yemek bittiğinde hava iyice kararmış ve yorgunluk bizi iyice içine çekmişti. Saat sadece dokuzdu ama biz, özellikle de Vera, ayakta duramıyorduk. Onu yarın teknede bırakmam gerektiğini aklımın bir köşesine not ettim. Sonuçta Robin’e söz vermiştim. Bu kız kendi sırası gelene kadar krala ve Gavril’e bulaşmayacaktı. Sırası geldiğinde ise hayatını yeniden kazanacaktı.
Teknenin alt kısmında ki odalarımıza çekilirken, başımı yastığa koyduğum gibi uyuyacağımı düşünmüştüm. Ne yazık ki öyle olmamıştı. Düşünceler peşimi bırakmıyordu. Ne zaman gözlerimi kapasam aynı lanet kabus gözlerimin önünde belirmeye başlıyordu.
Kaza gününün anıları asla canlılığını yitirmiyordu ve bu beni deli ediyordu. Onu bulacaktım. Ne pahasına olursa olsun yine de onu bulacaktım.
Ve gözlerim yavaşça kapandı güne. Aynı sahne tekrar tekrar oynadı zihnimde. Kalbim o sahnenin çaresizliğine rağmen haykırdı tüm gücüyle. Onu bulacaktım. Calla benim şansımdı, umudumdu… ve ben şansımı aramak için çıktığım bu yoldan asla geri dönmeyecektim.
*
Ertesi sabah uyandığımda güneş henüz doğuyordu. Teknenin içinde ki banyoda hızlı bir duş aldım ve ardından hazırlanıp karaya çıktım. Vera uyanmadan gidip kahvaltılık bir şeyler bulmak istiyordum. Sonra onları tekneye geri getirecek ve aramaya başlayacaktım. Bugün Vera’yı teknede bırakacaktım. Onu yormak istemiyordum. Zaten ihtiyacım olduğunda bir telefon uzağımdaydı. Vera ihtiyacınız olduğunda arayabileceğiniz türden bir kızdı. En az Bruce Lee kadar iyi dövüşüyor ve en belalı erkeklerden bile daha iyi silah kullanıyordu. Onu birkaç kere silah kullanırken görmüştüm. Kral peşimizden oldukça fazla adam yollamıştı. Zekiydi Vera. Atacağı adımları iyi seçiyor ve rakiplerini oldukça iyi hamlelerle şaşırtıyordu. Ateşli silahlarda da iyiydi elbette ama o zıpkını tercih ediyordu. Daha sessizdi ona göre. Daha az can yakar ama gerektiğinde ölümcül olabilirdi. Neyse ki şimdiye kadar kimseyi öldürmemişti. Şimdilik. Gavril’in canını almanın onu rahatsız etmeyeceğinden eminim. Aslında şu anda gerçekten nasıl bir anne olacağıyla ilgili bazı şüphelerim oluşmaya başlamıştı. Bir kızı olduğunu düşünsenize? Vera ona hırsızlık yapmayı öğretirdi, polis babası da onu kelepçelerle eve getirirdi. Mükemmel bir aile olacaklarına şüphe yoktu. Ama aslında olay da bu değil miydi? İnsanları birbirlerine bağlayan sahip oldukları zıt özellikler, değil miydi? Birer yapboz parçası gibiydik bu dünyada. Her bir parçanın, başka bir eşi vardı. Senin zıttın olduğu halde seni tamamlayan parçanı bulduğun zaman dünya yaşanılabilir bir yer oluyordu. Buna da gerçek aşk deniyordu. Ben kendi karşıt parçamı önce bulmuş, sonra kaybetmiştim. Şimdi onu tekrar bulacak ve canım pahasına ona tutunacaktım. Çünkü bu dünya o parça olmadan gerçekten de lanet bir yerdi.
Kahvaltılık bir şeyler bulmak için gittiğim en yakın yerleşim bölgesinden dönmem yarım saatimi almıştı. Vera hala odasında uyuyordu. Fırından yeni çıkan çöreklerden yol boyunca atıştırdığım için bir hayli doymuştum. Kalan poğaçaları, teknenin mutfak kısmına, bir tabağın içine koyarak bıraktım. Böylece Vera uyanınca onları görüp yiyebilirdi. Ardından bir kağıt ve bir kalem aldım ve cici kızımı aramaya gitmeden önce ona bir not bıraktım.
“Bugün aramaya sensiz devam ediyorum, ortak. Lütfen beni affet.
Seni o polise teslim edeceksem, sağlıklı olman gerek.
Kahvaltını yap ve dinlen.
En kısa zamanda döneceğim.
-Taylor”
Notu çöreklerin yanına bıraktım ve tekrar karaya çıktım. Fort Hale’e kadar biraz yürümem gerekiyordu. Yaklaşık on beş dakika kadar. Ancak bu öyle çok da büyük bir sorun değildi. Yürümeyi seviyordum zaten. Beni rahatlatıyordu. Zihnimi boşaltmama yardım ediyordu. Ya da baş belası cici kızlarla tanışmamla biten sorunlara yol açıyordu ama tabi bu ayrı bir hikayeydi…
On beş dakikanın sonunda Fort Hale Park’a ulaştığımda yine bir araba kiralamam gerektiğine karar verdim. Daha iç kısımlara doğru gitmeyi düşünüyordum. Her yere yürüyemezdim sonuçta. Fort Hale Park’ta tatile gelenler için araba kiralayan firmalar vardı. Bunu dönüşte halledecektim. Şimdilik küçük yerleşim yerinde yürüyerek gezmeyi planlıyordum. Calla’yı yürüyerek aramak her açıdan daha kolaydı. Ama nereden başlayacağımı bilmemek ya da nereye bakacağımı bilmemek canımı sıkıyordu. Sanki her an bir yerden çıkabilirdi. Sadece ben nereden çıkabileceğini henüz bilmiyordum. Bir de şöyle bir ihtimal vardı. Onu bulabilirdim ama onu bulduğumda hayatta olacağıyla ilgili kesin bir şey yoktu. Bu sadece bir histi ve lanet hislerim beni çoğu zaman haksız çıkarıyordu. Eğer hislerimi dinlemeyip Daria’yı daha ilk gece kovalasam şu an bu sorunların birçoğuyla uğraşmıyor olurduk. Belki de Calla’yla birlikte hala kralın sırlarının peşinde olurduk ama Calla ve ben olurduk. Ve ben yine ‘belki’ demeye başlamamış olurdu. Bundan nefret ediyordum. Belkelerle ve keşkelerle geçmiyordu hayat.
Eh, hayatım belli bir nokta da durmuştu zaten. Şimdi devam etmenin bir yolunu arıyordum. Şansımı arıyordum.
İlk iş olarak bu bölgenin en sevilen kafelerinden birine girdim. Küçük yerleşim yerlerinde tüm insanların takıldığı belli yerler olurdu. Böyle yerlerde herkes herkesi tanırdı. Yani birine Calla’yı sorsam, bana istediğim her türlü bilgiyi verebilirlerdi. Ama ben kimseye tek bir lanet olası bir soru sormayacaktım. Bunun nedeni ise Calla’nın ‘yaşıyor’ olabileceği ihtimali ile ilgiliydi. Elbette onun hayatta olmasını istiyordum ama eğer hayattaysa ‘neden beni bulmadığı’ ve ‘neden beni aramadığı’ oldukça merak uyandırıcı sorulardı benim için. Bu sorulara iyi birer cevabı olsa iyi olurdu. Aksi halde beni bu kadar endişelendirdiği ve bana bu kadar acı çektirdiği için muhtemelen onu dizime yatırıp sabaha kadar pataklardım.
İşte sırf yaşıyor olduğu halde beni aramamış olması ihtimalinden dolayı kimseye soru sormayacaktım. Çünkü onu aradığımı duyarsa, bu bir şekilde onu yeniden kaybetmeme sebep olabilirdi. Her neden saklanıyorsa, bu kaçmasının da nedeniydi ve ben ona tekrar kaçması için bir neden vermek istemiyordum.
Bunların hepsi teoriydi tabi ama ben yine de bütün bunları göz ardı etmeyecektim. Edemezdim… risk alacak bir durumda değildim.
Kafeye girer girmez hızla adımlarımı kasanın bulunduğu tezgaha çevirdim. Self servis bir kafeydi. Siparişinizi veriyor ve yiyeceklerinizi kendiniz alıyordunuz. Kasanın önüne gelince yavaşça cüzdanımı çıkardım ve siparişimi almaya gelen kıza hafifçe gülümsedim.
“İyi günler bayım. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Bana yardım etmeye biraz fazla gönüllü görünüyordu. Birinin ona her yakışıklı müşteriye böyle gülümsemeye devam ederse, sonunda o müşterilerden birini kafalıyacağını ama bu ‘şeyin’ tek gecelik bir ‘hatadan’ ileri gitmeyeceğini söylemesi gerekiyordu. Üstelik bu ‘tek gecelik hatanın’ erkek başrolü piç kurusunun teki olacaktı. Siz hanımlar kolay kızı oynamaktan vazgeçmeli ve evde kalma pahasına zor kadını oynamanız gerektiğinizi bir türlü öğrenemiyordunuz. Bunun daha çekici olduğunu filan söylemiyordum. Aslında çoğu erkek kolay kızları severdi. Adı üstünde kolaydı işte. Ama kolay kızlar bizim için hep gelip geçici hevesler olmuşlardı ve öyle olmaya devam edeceklerdi. Zor kadınlar kalıcı olanlardı. Çünkü kimse zor kazandığı bir şeyi kaybetmek istemezdi.
Kıza hafifçe gülümseyerek karşılık verdim ve “Filtre kahve” dedim. Kasaya siparişimi girerken göz ucuyla bana bakmaya devam ediyordu. Bunun egomu tatmin etmediğini filan söylemiyordum. Alışmıştım artık böyle şeylere. Güzel bir yüz ve harika bir vücut hediye değil lanet gibiydi kahretsin ki. Ama yine de üzülüyordum bu kıza. Muhtemelen annemin yaptığı hatayı yapıp bir sarhoşla evlenerek şehre taşınacak, sonra da kucağında iki çocukla bu küçük kasabaya geri dönecekti. Ne? Sadece gerçekleri söylüyordum. Hayat acımasız bir yerse bu benim suçum muydu?
"5 dolar 55 cent” diyerek kahvenin ne kadar tuttuğunu söyledi. Cüzdanımdan çıkardığım 20 dolarlık banknotu ona uzattım ve camekânda saklanan tatlıları inceliyormuş gibi yaptım.
“İstediğiniz bir tatlı varsa onu da siparişinize ekleyebilirim” diye öneride bulundu kız. Ben daha çok bilgi istiyordum.
“Şu an pek tatlı istemiyor canım,” dedim ve bakışlarımı yukarı kaldırıp ona baktım. “Acaba buralarda insanlar başka neler yapar. Kız kardeşim ve ben,” evet, sonunda o küçük hırsız kız kardeşim de olmuştu “buraya tekneyle geldik ve sahili çok beğendik. Birkaç gün burada demir atmayı planlıyoruz ama buranın yabancısı olduğumuzu için neler yapabileceğimizi bilmiyoruz”
Kızın gözleri bir anda parıldadı. Evet, beni tekrar göreceksin. Hayır, bu senin hayallere kapılman için bir sebep değil. Benim başım bağlı. Geri çekilin hanımlar!
“Şey, şu an saat daha çok erken ama bir iki saat içinde insanlar plajda olacaklar. Öğlene doğru herkes buraya gelir ve bir şeyler atıştırır. Daha sonra tekrar plaja dönerler. Akşamları kimi burada olur kimi de yine plajda. Orada bazen küçük partiler düzenleniyor. Bir de hemen parkın girişinde küçük bir bar var. Öyle büyük bir şey değil. Country tarzı bir yer. Herkes oraya mutlaka gecede bir kez uğrar. On beş dakikalığına olsa bile. Kız kardeşiniz ve sizin de seveceğinize eminim.”
Eğlenip eğlenmeyeceğimle pek de ilgilenmiyordum açıkçası ama yine de ona teşekkür eden bir gülümseme gönderdim. Bana para üstünü ve kahvemi uzattığında hafif bir ses tonuyla “iyi çalışmalar” diye mırıldandım ve arkamı dönüp kafeden çıktım. İçeri girdiğimde insanları zaten incelemiştim. Hayır, hiç biri de kızıl saçlı, baş belası bir cici kız değildi. Calla onu bu sıfatlarla aradığımı öğrense büyük ihtimalle sinirlenirdi. Ona cici kız dememe her ne kadar sinir olduğunu söylese de hoşuna gittiğini biliyordum. Eh, tüm bu ‘hoşuna gitme’ olayı yine de bana kızmasına engel olmuyordu.
Kafeden çıktığımda planımı çoktan yapmıştım. Kahvemi içerek yolda yürürken bir yandan insanlara bakıyor, bir yandan da küçük bir butik arıyordum. Anlaşılan bir mayoya ihtiyacım vardı. Çünkü iki saat içinde plajda olacaktım. Hani teknede mayom olmadığında değil ama oraya dönmekle zaman harcayamazdım.
Kahvem bittiğinde ben de aradığım dükkanı bulmuştum. Bedenime göre lacivert bir şort mayo, plaj terlikleri, küçük bir sırt çantası, güneş kremi, kahverengi bir havlu ve etrafımı incelerken dikkat çekmemek için bir gazete ve dergi satın aldım dükkandan. Burası o her türlü ıvır zıvırı bulabileceğiniz, tatil yerlerine özel butiklerdendi ve bu benim çok işime yaramıştı. Pantolonumu çıkarıp yerine şortu giydikten sonra onu, ayakkabılarımı ve aldığım bütün her şeyi aldığım küçük sırt çantasını içine sığdırdım. Kısa kollu beyaz tişörtüm hala üzerimdeydi. Aldıklarımın parasını ödedikten sonra dükkandan çıktım ve kamuflajım tamamlanmış bir şekilde plaja doğru yol aldım.
Ben oraya vardığımda hala çok kalabalık değildi. Bu iyiydi. Böylece her yeri ve herkesi rahatça görebileceğim bir şezlong bulabilirdim kendime. Şemsiyelerin altında, amacıma hizmet eden güzel bir yerde, bir şezlong bulduktan sonra havlumu üzerime serdim ve çantamdaki dergiyi çıkardıktan sonra oturup beklemeye başladım. O an anladım ki benden dedektif filan olmazdı. En iyisi aptalları dövmeye devam etmekti.
Saat ona geliyordu. Zaman geçtikçe plaj daha da kalabalıklaşmaya başlamıştı. Küçük bir yer olmasına rağmen Fort Hale Park plajı tıklım tıklım doluydu. Her çeşit insan verdi belki de burada. Kimi güneşleniyor, kimi sörf yapıyor kimi de ailesiyle suyun içinde zaman geçiriyordu. Genelde ailelerden oluşuyordu buranın ziyaretçilerdi. Plaja ait işletmenin çalışanları ellerinde içecek dolu tepsilerle geziyor ve sıcak güneşe aldırmadan tatilcilere hizmet ediyorlardı.
Bense gözlerimle insanları taramaya devam ediyordum. Sonunda daha fazla dayanamadım ve oturduğum yerden kalktım. Hızlı adımlarla, kıyıya doğru yürüdüm. Ayaklarım suya değene kadar yürümeye devam ettim ve dalgaların sürüklediği okyanus suyu bileklerime çarpmaya başlayınca durdum. Buralarda bir yerde olmalıydı. Kıyı şeridinin diğer tarafında olmadığını biliyordum. Bir şekilde bu tarafa doğru sürüklenmişti ve Nathan Hale bana olabilme ihtimali en yüksek yermiş gibi görünüyordu.
Ellerimi belime koydum. Gözlüklerimin altından parlak güneşe baktım. Işığın bize yol göstermesi gerekmiyor muydu? Şimdi neden yardımıma koşmuyordu? Tek istediğim ufacık bir işaretti. Tek ihtiyacım olan…
O an da tuhaf bir şey oldu. Güneş ışığı doğruca gözlük camlarıma yansıdı ve siyah camlar bile beni o ışıktan koruyamadı. Kolumu gözümün üzerine koydum ve başımı başka bir yana çevirdim. Gözlerimi tekrar açıp, başımı çevirdiğim yönde kaldırdığımda, bunun ışığın bana gösterdiği yol olduğunu anlamıştım.
Sağ tarafımda bir kız duruyordu. Beyaz, yazlık elbisesinin içinde açık renk teni hafifçe parıldıyordu. Kızıl saçları tüm yüzünü kapatıyor ve okyanusa doğru esen rüzgarın etkisiyle hafifçe dalgalanıyordu.
Kalbim daha önce hiç olmadığı kadar hızlı çarpmaya başladı. Asla hayal edemeyeceğim bir şekilde kesildi nefesim. Gözlerimi yavaşça kızın üzerinde gezdirdim. Öylece nutkum tutulmuş şekilde duruyordum. Ama durmamalıydım. Harekete geçmeliydim. Ve sağa doğru bir adım attım.
O adım benim için uçuruma doğru atılan bir adım gibiydi. Düşebilirdim ama onu bulduğum sürece önemli değildi. Bir tutam kızıl saçın ve benzer vücut hatlarının beni böyle çılgına çevireceğini asla bilemezdim. Gerçekten de bulmuş muydum onu? Gerçekten de o muydu?
Rüzgar bu sefer ışığın gösterdiği yola girmemi söylercesine tersten esti. Kızın saçları yüzünden tamamen çekildi ve kalbim o an da hızla patladı.
O değildi… ve ben kendimi salak gibi hissediyordum. Bu yola çıktığımda, hesaba katmadığım çok şey olmuştu. Ben tekrar kazanmak için arıyordum şansımı ama her kaybedişimde bunun beni mahvedeceğini unutmuştum. Çünkü karşıma çıkan her yanlış iz, girdiğim her yanlış yol, kalbimin böyle patlamasına ve un ufak olmasına sebep olacaktı. Her seferinde acım beni daha çok kahredecekti. Çünkü onu her seferinde daha da çok özleyecektim.
Ve bu beni bir gün mahvedecekti.
Ama vazgeçemezdim. Şansımı aramak ve bulmak zorundaydım… ama bugün değil. Çünkü yaşadığım tek bir hayal kırıklığı bile bana bugün için yetmişti.
En azından bir şeyler öğrenmiştim. Her gördüğüm kızıl Calla değildi. Calla olabilmesi için bir tutam kızıl saçtan daha fazlasına ihtiyaçları vardı. Çünkü bu dünya üzerinde ki hiçbir kızıl onun kalbine sahip değildi. O bir kelebeğin kalbine sahipti ve bir yolunu bulup bana geri dönecekti.
Tekneye geri döndüğümde hava yeni kararmaya başlamıştı. Bugün plajda olanlardan sonra en başta yapmam gereken şeyi yapmış ve düşünmüştüm. Sakin olmam ve akıllıca davranmam gerekiyordu. Kendime bir ergen gibi değil bir erkek gibi davranmam gerektiğini hatırlatıp durmuştum. Bugün olanlarda neyin nesiydi öyle? Hemen inanmıştım onun yanı başımda olduğuna! Onu bulmanın kolay olmayacağını biliyordum. Ve içimden bir ses onu geri almanın zordan da öte, imkansız olacağını söylüyordu. Ama ben imkansıza inanmazdım. Bu dünyada her şeyin bir oluru vardı. Ben de o oluru bulacaktım.
Vera arka güvertedeydi. Bağdaş kurup oturmuş, okyanusu izliyordu. Düşünceli görünüyordu. Hepimizin düşünecek bir şeyleri vardı anlaşılan. Umuyorum ki bu labirentten birlikte çıkacak ve bir daha asla geri dönmeyecektik.
“Geldin mi kaçak?” diye seslendi Vera, başını bile çevirmeden. Ona doğru ilerlediğimi hissetmiş olmalıydı.
“İlk gördüğüm kızılı Calla sanınca sensiz berbat bir arama ekibi olduğumu ve aslında tek kişiden ekip olmayacağını anlayıp geri döndüm” dudaklarıma buruk bir gülümseme yerleşti. En azından yanımda bana ‘aptallaşma Taylor!’ diyebilecek serinkanlı birinin olması hoş olurdu tabi.
Vera omzunun üzerinden hafifçe döndü. Aynı benim gibi o da buruk bir şekilde gülümsedi ve elini yanında ki boşluğa hafifçe vurarak, gidip yanına oturmamı söyledi. Ben de öyle yaptım. Yanına oturdum ve aynı onun gibi bağdaş kurarak oturup, dalgaları izlemeye başladım.
“Ben hep güneşle ayın bir noktada, bir saniyeliğine bile olsa karşı karşıya geldiğine inanırım,” dedi Vera “Onlar sanki imkansız aşıklar gibi gözümde. Birlikte olmaları imkansız” derin bir nefes aldı “Ama bir noktada, kısa bir anlığına da olsa kavuşuyorlar ve bu onlar için sonsuzluğa bedel oluyor” Bakışlarını bana çevirdi ve elini elimin üzerine koyarken o bakışları üzerime dikti “Eğer güneş ve ay bile kavuşabiliyorsa, biz niye kendi imkansızlarımıza kavuşamayalım ki? Bir an gelecek ve biz onları tekrar bulacağız. Ama o zamana kadar dönmeye devam etmemiz gerek. Çünkü dünyada dönüyor Taylor ve biz onu durdurmak için bir şey yapamayız. O yüzden şimdi gözlerini kapatıp derin bir nefes al ve Calla’yı düşün. Çünkü o da burada bir yerlerde seni düşünüyor. Bundan hiç şüphem yok”
Ve o anda yanımda Robin yerine Vera olduğu için şükrettim. O asla böyle havalı cümleler kuramazdı. Ve o asla, beni Vera gibi anlayamazdı.
İşte bu yüzden, Veronica Glazkov, şansımı aradığım bu yolda bana mükemmel bir otak olmuştu.
Umarım ikimizde şansı bulacaktık. Çünkü bu dünyada en çok hakkettiğimiz şeydi bu. Bir şans daha…
**
MİNDY
Akşam karanlığı ağaçların ıssızlığına karışalı bir süre olmuştu. Şimdi bana yalnızlığımda eşlik eden sadece gölgeler vardı.
Gölgeler ve yalnızlık… Hayatım sadece bunlardan mı ibaretti artık?
Calla’nın ölümünden beri geçen zamanı bunlarla mı doldurmuştum sahi?
Ailemi, hayatımı geride bırakıp, canımı korumak için kaçıp gittiğimden beri tam olarak ne kadar olmuştu… Artık saymayı bırakmıştım. Issızlığın ortasındaki bu evde, bir gün her şeyin yoluna gireceğine dair umudum kaybederek geçiyordu günlerim. Ağaçların altında yaptığım kısa yürüyüşler harici belki de son aylarda hiç çıkmamıştım bu evden.
Akşam soğuğu içeri dolmaya başlayınca, salonun camlarını kapatmak üzere ayağa kalktım. Şimdi içeride sadece şömineden yükselen köz sesleri duyuluyordu. Camları kapattıktan sonra şömineye doğru yöneldim ve birkaç odun daha attım. Gözlerim alevlerin hareketlerine dalmış bir şekilde ayakta dikiliyordum şöminenin önünde. Bu evde yapacak pek bir şey yoktu. O yüzden alevlerin dansını izlemek bile benim için eğlenceli sayılabilirdi. Ben olduğum yerde köz seslerini dinlerken, küçük bir kapı gıcırtısı böldü o sesleri.
Koruyucum gelmişti.
Hayatım son aylarda sadece kaçmakla geçmişti.
Kral’dan saklanarak.
Ailemden saklanarak.
Ve bazı günler, aynı evin içinde Henry’den saklanarak.
Her şeyin sonu gelmeyen bir kabusa dönüştüğü gün başlamıştı bu kaçışlar. Alexander Jones Calla’ya olanlardan bizi suçlamıştı. Beni, Taylor’ı, Henry’i… Sanki onu ölüme kendi elleriyle göndermemiş gibi. İşte o günden beri de peşimizdeydi. İddiasına göre, kızına olanların intikamını almak istiyordu. Bana kalırsa sadece sonsuza kadar sırlarını saklayacağımızdan emin olmak istiyordu. Mezarımızda…
Kralın peşime düşmesiyle benim de ortadan kaybolmam gerekmişti. Ailemi, kendimi korumak için. Robin’se çareyi beni buraya göndermekte bulmuştu. Hâlâ tüm bu kabusun içindeki rolünün ne olduğunu anladığımdan pek de emin değildim açıkçası. Fakat beni koruyordu, ailemi koruyordu ve Bay Jones’un aksine, Calla’nın intikamını almaya çalışıyordu. Bu nedenle fazla sorgulamıyordum kim olduğunu, çünkü saydığım tüm bu şeyler dışındakilerin hiçbir önemi kalmamıştı.
Henry’nin adım sesleri gittikçe yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Her gün sabah erkenden çıkıyor ve akşam geri geliyordu. Aramızda kısa bir günaydın ve iyi geceler dışında pek bir konuşma geçtiği söylenemezdi. İçten içe bir gün tüm bu saçma rutinden sıkılıp geri dönmeyeceğini bekliyordum ama o yine de her akşam geliyordu.
“Selam,” dedi Henry, akşam sessizliğine eş bir ses tonuyla.
“Selam,” diyerek karşılık verdim ben de, küçük bir el selamıyla.
Birkaç adım daha atarak salonun ortasına doğru ilerledi ve büyük kanepelerden birine kendini hızla bıraktı. Yorgun görünüyordu. Her akşam olduğu gibi. Robin ona her ne yaptırıyorsa, tüm enerjisini alıyor olmalıydı.
Henry, başını geri doğru yasladı ve gözlerini kapayarak derin nefesler almaya başladı. Bazen, o eve geri döndüğünde bir şeyler söylemek istiyordum ona. Mesela, gününün nasıl geçtiğini sormak gibi. Fakat her seferinde kendimi vazgeçmiş olarak buluyordum.
Bu akşam yine onunla konuşmak geçiyordu içimden. Uzun uzun onu izlerken, ona söyleyebileceğim şeyleri geçiriyordum aklımdan. Sonra ağzımı açtım ve…
“Ben de tam yatmak üzereydim,” dedim. Her zamanki gibi. Korkak Mindy! “İyi geceler.”
Hızla çıkıp gittim odadan. Kaçtım. Her zamanki gibi. Korkak Mindy!
Kraldan kaçıyordum.
Ailemden kaçıyordum.
Henry’den kaçıyordum. Ancak bir tek neden ondan kaçtığımı bilmiyordum.