Arama çalışmalarımız için bir rota çıkarmıştık Vera’yla. Calla’yla kaza yaptığımız yere yakın sahillerin işaretli olduğu bir haritamız vardı. Sırayla bu sahillerin her birine demir atıyor ve sokak sokak arıyorduk onu. Adım atılmamış tek bir karış toprak kalmayana dek her yere bakıyorduk. Şimdi neredeyse bir buçuk haftadır Nathan Hale sahilinde demir atmış şekilde yaşıyorduk. Sahil şeridinin hemen hemen tamamını gezmiştik ve iki gün önce daha iç kesimleri aramaya başlamıştık. Sahil şeridinin bu tarafı New Haven’a daha yakındı. Peck Sahili ise West Haven tarafında kalıyordu ki bu o bölgeyi Robin için mükemmel bir saklanma merkezi yapıyordu. Aslında burada bulunmak hem Vera hem de benim için büyük bir riskti ama ikimiz de bu riski almaya razıydık.
Herkes öyle ya da böyle birilerini kaybederdi bu hayatta. Hatalar, insanları kaybetmemize sebep olabilirdi. Ölüm, sevdiklerimizi bizden alabilirdi. Fakat bir pisliğin hayatınıza girmesi ve sevdiğinizi elinizden alması, isteğiniz dışında onu kaybetmenize sebep olması başka bir şeydi. Vera ve ben bu riski alıyorduk, çünkü yaşadığımız kayıp duygusunun ne boktan bir şey olduğunu biliyorduk. Önce ailelerimiz, sonra da hayatı bizim için anlamlı kılan yegâne kişileri kaybetmiştik. Şimdiyse kayıplarımızı geri alma ve buna sebep olan herkesin kıçını tekmeleme zamanıydı. Sonunda, mızmız yaramaz çocuklar gibi davranmaya bir son vermiştik ikimiz de. Robin haklıydı, Henry bile haklıydı… Birilerinin bedel ödemesinin zamanı gelmişti ve o kişiler bu defa biz olmayacaktı. Kral düşecekti. Bunun zamanı çoktan gelmişti de geçiyordu bile.
Bugün yine yorucu bir gün olmuştu bizim için. Bugün bir araç kiralayarak şehre inmiş ve yine sokak sokak dolaşmıştık. Calla’yı arayarak geçen bir günden sonra ikimizin de hali kalmamıştı doğal olarak. Birkaç kez takip edildiğimizi düşündüğümüz anlar olmuştu. Bu yüzden sık sık yolumuzu değiştirip, uzatmış ve saatlerce yürümek zorunda kalmıştık. O yüzden şu anda ikimiz de pestilimiz çıkmış haldeydik. Aslında, Vera’nın bu kadar yürümesine izin verdiğim için kendimi biraz kötü hissediyordum. Onun dinlenmesi gerekiyordu. Fakat ben bir türlü onu teknede kalıp beni beklemeye ikna edemiyordum. O inatçı keçi devamlı olarak hareket halinde olmak istiyordu. Ben dinlenebilmesi için sık sık mola veriyordum ama Vera, onun için durduğumu anladığı anda kıyameti koparıyordu ve yola devam ediyordu.
Şimdi güvertede oturuyordum tek başıma. Vera gelir gelmez kamarasına inmişti ve o zamandan beri sesi çıkmıyordu. Çoktan uyuyakaldığını tahmin ediyordu Taylor. Bu iyiydi. Gerçi henüz bir şey yiyememişti… İçinden bir küfür etti. Ona daha iyi göz kulak olması gerek oluyordu artık. Yemek yediğinden, dinlendiğinden iyi olmalıydı, çünkü bir gün onu bebeğinin babasına geri götürecekti Taylor. O gün geldiğinde, ikisinin de iyi olmasını istiyordu.
Tekne, dalgaların etkisiyle usulca sallanıyordu limanda. Milyonlarca yıldızın eşlik ettiği gökyüzü pırıl pırıldı. Üstelik dolunay vardı. Işıkları denize vuruyor, tekneyi aydınlatıyordu. Güverteye uzandım yavaşça. Gözlerimi kapattım. Aklımdan hiç çıkmayan yüzü yine belirdi yüzümde. Hiç uyanmak istemediğim bir rüya gibiydi gülüşü. Tuzlu deniz kokusunu içime çektim yavaşça, fakat tek aldığım onun elma ve şeftali kokusu oldu. Dalgaların sesini dinledim, ancak duyabildiğim yalnız onun kahkahası oldu. Bazen bir lanet gibiydi onu hatırlamak, bazen de bir lütuf. Başka hiçbir şeye yer yoktu hayatımda. Sadece onu düşünüyor, onun varlığını hissediyordum. Gündüzleri boğulmama, geceleri yalnızlığımda biraz olsun huzur bulmama sebep oluyordu.
Bir fotoğrafımız duruyordu şimdi elimde. Oturduğum yerde doğrulup ona bakmaya başladım. Benim evimde çekindiğimiz bir fotoğraftı. Hayatta o andan başka bir şey umurumuzda değilmiş gibi gülmüştük kameraya. Değildi çünkü. O andan, birlikte olmaktan, mutlu olmaktan başka hiçbir şey umurumuzda değildi o anlarda.
Keşke diyordum bazen, onu başka bir hayatta tanıyabilseydim. İkimizin de güvende olduğu bir hayatta mesela. Farklı babalara sahip iki çocuk olsaydık mesela o hayatta. Benimki bir kumarbaz, onunki de bir şeytan olmasaydı mesela. Annelerimizin güzel kahkahalarıyla büyüseydik o hayatta, yoklukları ve sessizlikleriyle sınanmak yerine. Yalanların olmadığı bir hayatta tanısaydım keşke onu. Her şeyin doğru olduğu, normal olduğu… Belki o zaman yanımda olurdu şimdi ya da en azından nerede olduğunu bilirdim. Gece yatağıma onun güvende olduğunu bilerek gidebilirdim. Fakat bu hayatta, gecelerim sadece onu bulamayacağıma dair endişelerimle geçiyordu. Kâbuslarla geçiyordu. Onu buluyordum bazılarında fakat sahiden de ölmüş oluyordu. Onun mutlu olduğu, güvende olduğu bir hayat diliyordum ben ikimiz için de. Ancak öyle bir dünyada yaşayabilirdim ben de. Fakat onun avuçlarımdan kayıp gittiği bir hayata doğru adım adım ilerliyormuşum gibi geliyordu son zamanlarda. Öyle bir dünyada nasıl olur da yaşayabilirdim ki?
Çığlık sesleri doldu bir anda kulağıma. Sıçrayarak kalktım olduğum yerden. Telefonumun saatine bakacak kısa da olsa zamanım olmuştu tüm bu çığlıkların arasında. Saat neredeyse dörttü ve duyduğum çığlık sesleri sabahın bu saatinde hiç de anlamlı değildi.
Yerimden panik ve dehşetle kalkıp hızlıca çığlıkların duyulduğu yere, Vera’nın odasına doğru gittim. İçeri girdiğimde yatağında cenin pozisyonunu almış acı içinde kıvrılıyordu. Gözlerim ilk olarak beyaz çarşafların üzerinde kan lekesi aradı ama neyse ki kanaması yoktu. Bu iyi bir şeydi, değil mi?
“Tanrı aşkına! Vera, sen iyi misin? Ne oluyor? Neyin var?”
Elim ayağım birbirine dolanmış durumdaydı. Daha önce hiç hamile bir kadınla tanışmadığım gibi, daha önce acı çeken hamile bir kadınla da tanışmamıştım. Tanrı’ya kadın olarak dünyaya gelmediğim için şükretmemek elimde değildi.
“Bilmiyorum,” diyebildi Vera acı dolu bir sesle, tekrar çığlıklara boğulmadan hemen önce “Çok canım yanıyor… karnım… bebeğim...” tekrar kuvvetle haykırdı ancak bu sefer daha da kuvvetliydi. Hemen yatağa doğru yaklaştım ve Vera’nın yanına oturup ne yapacağımı bilemez bir şekilde ona bakmaya devam ettim. “Bir şey yap Taylor!”
Ne yapabilirdim ki? Oradan jinekoloğa filan mı benziyordum? “Be-be-ben ne yapabilirim?” Vera tekrar haykırdı “Siktir! Seni hastaneye götürüyorum!”
Vera’nın yüzü ter ve gözyaşıyla ıslanmıştı. Ellerini karnından ayırmıyor ve adeta bebeğini korumaya çalışıyordu. Ona bir şey olacağı düşüncesi kalbini paramparça ediyor gibiydi. Annelik böyle bir şey olsa gerekti.
Hızla ayağa kalktım ve Vera’yı bir hamlede kucağıma alıp onu teknenin dışına doğru taşıdım Kiraladığımız araba hemen demir attığımız yerdeydi. Anahtarlar bir elimde duruyordu. Böylece Vera’yı taşırken onları cebimden çıkarmakla uğraşmamıştım. Hızla arka koltuğa doğru ilerledim ve kapıyı tek elimle açıp, onu yavaşça koltuğun üzerine yatırdım ve kapıyı arkasından kapatıp, sürücü kısmına yönlendim. Vera’nın çığlıkları dinmiyordu. Kuvvetle bağırmaya devam ediyordu. Gittikçe daha da çok ağlıyordu. Titremeye başlamıştı. Korkusu elle tutulur derecedeydi. Her şey normalken bu sancılarda nereden çıkmıştı birden? Neden her türlü terslik bizi bulmak zorundaydı ki?
“Dayan Vera,” bir yandan yola bakıyor, bir yandan da ara ara dikiz aynasından Vera’yı kontrol ediyordum.
Dörtlüleri yakmış ve gazı köklemiştim. Fort Hale’de küçük de olsa Vera’ya yardım edebileceğini düşündüğüm bir hastane vardı. Bilmiyorum, en azından ona ilaç filan verebilirlerdi. Ona yardımcı olacak bir şeyler yapabilirlerdi. Her hangi bir şey işte…
“Acele et Taylor! Lütfen! Bebeğime bir şey olsun istemiyorum!” Vera bu sözleri hıçkırıklar ve yoğun sancılar arasında söylemişti. Eğer daha bir buçuk aylık hamileyken bu kadar acı çekiyorsa, doğum da ne kadar çok acı çekeceğini ancak Tanrı bilirdi.
Sonunda hastaneye ulaştığımızda arabayı nereye park ettiğimi umursamadan aşağıya indim ve hızla arka koltuğunun kapısını açıp, Vera’yı dışarı çıkardım. Onu kucağımda sarsmadan hastaneye doğru taşımaya çalışıyordum.
Otomatik kapılardan içeri girer girmez kuvvetle bağırdım. “Yardım edin!” Birilerinin buraya lanet bir sedye getirmesi ve hemen bir doktor bulması gerekiyordu “Biri yardım etsin!”
Hemşireler ve doktorlar hızla yardım çağrıma koştu. Biri hızla sedye getirdi ve Vera’yı benden alıp sedyeye yatırdı. Onlar hızla uzaklaşırken geriye sadece ben ve bir hemşire kalmıştık.
“Eşiniz mi?” diye sordu hemşire. Eşim mi? Hayır, sanmıyorum.
“Hayır,” dedim dikkatimi hemşireye vererek “Kardeşim”
Hemşire yavaşça başını salladı. “Adı ne?” diye sordu bu sefer. “Ve nesi var?”
Robin bizi koruması altına aldığında bu tip durumlarda kullanmamız için bize yeni kimlikler vermişti. Ben Seth Carter’dım. Vera’da “Megan Carter. Bir buçuk hamile. Yatarken hiçbir şeyi yoktu ama sonra çığlıklar atarak uyandı ve çok sancısı olduğunu söyledi.”
Hemşire tekrar başını salladı. “Doktorumuz hemen kardeşinizle ilgilenecek ve size durumu netleşir netleşmez haber vereceğiz. Siz de isterseniz bebeğin babası ve ailenizi arayabilirsiniz”
Bebeğin babasını aramayı şu an gerçekten isterdim. Vera’nın yanında olmaktan şikayetçi olduğumdan değildi. Garip bir şekilde onu koruma ihtiyacı duyuyordum. Ancak burada olması gereken esas kişi ben değildim. O lanet polisti. Evet, onu aramam gerekiyordu ama maalesef daha adını bile bilmiyordum. Ve ailemiz… sanırım Robin’i aramam gerekiyordu ama açıkçası Vera’nın durumu netleşmeden onu arayıp endişelendirmekte pek içimden gelmiyordu. Beklemekten başka çarem yoktu. Ve bu hayatta kaybetmekten ve paylaşmaktan daha çok nefret ettiğim bir şey varsa, o da beklemekti. Çünkü siktiğimin zamanı ve ben asla anlaşamazdık ve o böyle zamanlarda hep inadına yavaş geçerdi.
Ama başka çarem yoktu. Ben de mecburen elimden gelen tek şeyi yaptım. Bekledim. Zamana inat bekledim.
*
Lanet olası kırk beş dakikadır bekliyordum ancak ne bir haber vardı ne de başka bir şey. Ne oluyordu? Vera iyi miydi? Peki ya bebek? Kahretsin, beklemek berbat bir şeydi. Bu dayanılmazdı.
Sonunda Vera’nın muayene edildiği odanın kapısı açıldığında en çok neye sevindiğimi tam olarak bilmiyordum. Vera’dan haber geldiği için mi yoksa bekleme sürem bittiği için mi tam emin olamıyordum.
“Megan Carter’ın yakını mısınız?” diye sordu odadan çıkan doktor.
Hızla oturduğum yerden fırladım. “Evet. Ve…” Kahretsin! Onun adı Vera değildi ve şu anda bunu unutamazdım. “Megan’ın nesi var?” Bu isim olayına bir çare bulmamız gerekiyordu.
“Durumu iyi,” diyerek üzerimden büyük bir yük aldı doktor. “Sancısı dindi. Hamileliğin bu döneminde bu tip olaylarla karşılaşıyoruz sık sık. Aşırı stres, yoğun iş temposu ve yorgunluk buna sebep olabiliyor.”
O keçiye dinlenmesini defalarca söylemiştim! Fakat asla söz dinlemiyordu. Bunda sonra gerekirse onu denizin ortasında bırakacaktım ama yine de o lanet teknede oturup beni bekleyecekti.
“Şu anlık annenin düşük tehlikesi yok,” diyerek devam etti doktor konuşmaya “Ancak ona yazdığım ilaçları alıp on, on beş gün kadar bir süre yataktan çıkmadan dinlenmesi gerek. Banyoyu kullanmadığı sürece ayaklarının zemine basmasını önermiyorum. Bayan Carter’ı bir süre daha burada misafir etmemiz gere, fakat sonrasında gitmekte serbestsiniz. Geçmiş olsun.”
Doktor açıklamasını yaptıktan sonra bana hafifçe gülümsedi ve yanımdan geçip gitti. Resmen rahat bir nefes almıştım. Vera iyiydi ve son zamanlarda hiçbir habere bu kadar sevinmemiştim. Onu görmem gerekiyordu. Oldukça korkmuş olmalıydı. Ben de öyle. O cadı bana ufak çaplı bir kalp krizi geçirtmişti. Bana bir can borçlu bile sayılırdı! Borcunu kıçını yataktan kaldırmayarak ödeyebilirdi.
Vera’nın olduğu odanın içine girdiğimde başında dikilen birkaç hemşire olduğunu gördüm. Son kontrolleri yapıyor ve onu durumu hakkında bilgilendiriyorlardı. Vera, kapının girişinde durduğumu görünce bana yattığı yerden yorgun bir şekilde gülümsedi ve muhtemelen bakışlarıyla bana şöyle demeye çalıştı “Kurtar beni!” Maalesef bu şu an için mümkün değildi. Birkaç saat daha bu hastane odasına katlanması gerekiyordu. Sonra onu tekneye geri götürebilirdim. Üstelik ben onu hemşirelerden kurtarsam bile, onu benim elimden kurtaracaktı? Şimdi düşünüyordum da, belki de en iyisi onu eve geri götürmek ve sonra geri dönmekti ya da isterse bir otelde kalabilirdi. Daha iyi bakılırdı. Evet, bu konuyu onunla konuşmam gerekiyordu. Gerçi, dinleyeceğinden emin değildim. O yüzden en iyisi bu konuyu Robin’le konuşmaktı. Eminim o Vera’yı mecbur bırakmanın bir yolunu bulabilirdi.
Hemşireler işlerini bitirip gittikten sonra odada sadece ben ve Vera kalmıştı.
“Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordum yatağına doğru yürürken.
“Canı sıkkın!” diye karşılık verdi güzel hırsız “Bir an önce bu hastaneden çıkıp tekneye dönmek istiyorum”
Başımı öne eğerek hafifçe güldüm. Tipik Vera’ydı. Sabırsızdı ve hırçındı.
“Üzgünüm ama bir süre daha buradasınız Bayan Megan Carter. Sanırım sizi saat sekiz gibi geri götürmüş olurum,” durup bir nefes aldım “Tekne konusuna gelince. Belki de bunu konuşmalıyız. Teknede kalman ne kadar doğru bilmiyorum. Sana bir otel bulabiliriz. Ya da en iyisi seni eve götürebilirim”
Vera anında “Hayır!” diyerek itiraz etti “Bu işte birlikteyiz. Calla’yı bulacağız. Sonra Kral’dan ve Gavril’den kurtulacağız. Sonra ben gidip Parker’dan onu bıraktığım için özür dileyecek ve ona her şeyi anlatacağım. Sonra gidebilirim ama şimdi kalıyorum! Beni o tekneden asla gönderemezsin ortak! Bu ikimizin de son şansı!”
“Vera! Senin de en az benim kadar bu kabustan kurtulman gerektiğini biliyorum ama bana kalırsa bu hamilelik işine yeteri kadar ciddiye almıyorsun. Doktor yataktan çıkmamanı söyledi. Asla ayaklarının üstünde durmaman gerekiyormuş. Daha fazla bu şekilde devam edemezsin.”
Vera gerçekten de yorgun görünüyordu. Sadece yorgun değil canı da baya sıkkın gibiydi. Korkusu yüzünden okunuyordu. Bebeğini kaybetmek korkuyordu. Geri dönememekten korkuyordu. Bunları anlayabiliyordum. Fakat artık başka öncelikleri vardı ve bunun farkına varmasının zamanı gelmiş hatta geçiyordu bile.
“Biliyorum,” dedi titreyen bir sesle “Bunların hepsini biliyorum ama öylece bir şey yapmadan yatamam Taylor. Bir kez bu işe başlamışken olmaz. Geride kalmak istemiyorum ben. İleriye doğru gitmek ve bu bataklıktan çıkmak zorundayım.”
“Peki ama bu uğurda bebeğini kaybetmeyi göze alabilecek misin? Çünkü geride kalmadığın sürece sonuç bu gibi duruyor. Yemek yemiyorsun, dinlenmiyorsun. Sürekli stres altındasın. Üzgünüm ama geride kalmaktan başka çare yok Vera.”
Onu biraz uyuyabilmesi için yalnız bıraktım ve bir bardak kahve almak üzere kafeteryaya yönlendim. Şu an bir bardak kahve bana cennet gibi görünüyordu. Yorgun ve uykusuzdum. Tüm sinirlerim gerilmişti ve çenem dişlerimi sıkmaktan ağrıyordu. Ne kadar berbat bir geceydi bu.
Ben kahvemi almak üzere koridorlarda ilerlerken, Robin’in beni aramasıyla gecem daha da berbat oldu. Harika. Şimdi ona her şeyi anlatmak zorunda kalacaktım.
Sahi bu saatte niye arıyordu ki?
“Alo?” diyerek açtım telefonu
“Bana neden Megan Carter adına Fort Hale bölge hastanesinde bir kayıt olduğunu söyler misin? Hem de bu saatte?”
Tanrı aşkına! Bu adam kesinlikle hastaydı! Tabii ki haberi olmuştu. Beni aradığı anda tahmin etmem gerekirdi. Başka neden arayacaktı ki zaten?
“Sen sahte isimlerimizi adım adım takip mi ettiriyorsun yani?”
“Elbette ettiriyorum sersem!” Çıkıştı öfkeyle “Kimlikleriniz ortaya çıkarsa anında müdahale edebilmem için bu gerekli” Doğru. Kral’ın sahte isim kullanacağımı düşünemeyecek kadar salak olmadığının farkındaydım. Bunu akıl etmiş olmalıydım. Fakat bu yine de onun sorunları olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
“Neler oluyor?” diye sordu bir kez daha.
“Endişelenecek bir şey yok,” Aslında vardı ama şimdi bir de Robin’le uğraşamazdım. “Vera biraz rahatsızlandı.”
Onunla konuşurken sesimi elimden geldiğince alçak tutmaya çalışıyordum. Kimsenin sahte isim kullandığımızı öğrenmesini istemezdim.
“Nesi var?” diye soran sesi bu defa panik doluydu. “O iyi mi? Peki ya bebek?”
Endişelenecek bir şey yok dememiş miydim ben az önce? Belli ki yeterli olmamıştı. “Merak etme ikisi de gayet iyi. Gece bir anda çığlıklarıyla uyandım. Çok acı çekiyordu ben de hastaneye getirdim. Doktor sorun olmadığını onun durumunda bazen rastlanan bir durum olduğunu söyledi”
Robin bir süre sessizleşti hattın diğer ucunda. Hafif nefesler alıp verdi. “Emin misin?” diye sordu.
Değildim. Artık hiçbir şeyden emin değildim doğrusu. Fakat şu anda Vera hasta yatağında bebeğini korumaya çalışırken, Calla hâlâ kayıpken, bunu belli edemezdim. Hayattan emin olmalıydım ya da öyleymişim gibi davranmalıydım.
“Evet, eminim,” dedim ona yeniden “Çok istiyorsan gel kendin kontrol et,” Ancak umarım gelmezdi. Neden burada olduğumuzla ilgili nutuk çekecek halim yoktu “Peck Sahili karadan o kadar da uzak değil.”
Bu fikir Robin’e mantıklı gelmiş olmalıydı çünkü telefonu kapatmadan önce son söylediği şey “Yarım saate oradayım,” olmuştu. Harika! Şimdi başımıza ekşiyecekti ve benim onu Calla’yı arama planım dışında tutmam gerekiyordu. Neden ona gelebileceğini söylemiştim ki sanki?
Sonunda kafeteryaya vardığımda kendimi rahatlamış hissetmeye başlamıştım. Kahveme kavuşacaktım. İki hemşirenin arkasında sıraya girdim ve onlar dedikodu yaparken sıramı beklemeye başladım.
“Doktor Hunter’ı ziyaret gelen kızı gördün mü?” diye sordu hemşirelerden biri.
“Evet, gördüm. Görmemek mümkün müydü?” diye karşılık verdi hemşirelerden diğeri “O harika kızıl saçları fark etmemek imkânsızdı.” Sanırım algıda seçicilik denen şey buydu. Birileri rasgele bir şekilde kızıl saçlı bir kadından bahsediyordu ve benim kulaklarım onca uğultu arasından sadece bunu duyuyordu.
Hayır, Taylor! Her kızıl Calla değil! Tanrım! Lanet olası hemşireler. Neden başka bir konudan bahsetmiyorlardı ki? “Doktor Hunter o kızı nereden tanıyor bilmiyorum ama çok güzeldi. Kocaman yeşil gözlerine bayıldım özellikle. Acaba oğlunun arkadaşı mı?” Neden dinlediğimi bile bilmiyordum. Sanırım uykusuzluk başıma vurmuştu.
O lanet kahveyi bir an önce almam ve buradan gitmem gerekiyordu. İri yeşil gözlü, kızıl saçlı kızları, doktorların oğullarıyla aynı cümleden dinlemenin hoşuma gittiğini sanmıyordum. Lanet olsun Taylor, bu kız senin aradığın kız değildi bile!
“Sanmıyorum, onun tipi değil pek. Hem zaten nişanlandı diye duydum. Zaten hep en yakışıklı olanlar nişanlanır.”
Neyse ki adam nişanlıymış. Böylece Cal… TAYLOR! Bir an önce bu hastaneden çıkmalı ve görevime geri dönmeliydim. Kendi kızıl saçlı, yeşil gözlü kızımı, Calla’mı bulmadan bu delilikten kurtulamayacaktım. Calla’yı bulmadan, herhangi bir şekilde kurtulabileceğimi bile sanmıyordum ya. Nefes almak bile ağır geliyordu. Her geçen günle, her hayal kırıklığıyla nefes almak bile ağır gelmeye başlamıştı bana.
Ne olursa olsun ümitlenmemem gerekiyordu. Bu beni yıldırırdı ve ben vazgeçecek bir konumda değildim. Bekleyecektim. Sabredecektim. Acele etmeden, panik yapmadan, sakince hareket etmem gerekiyordu. Ardımda iz bırakmadan, onun ardından bıraktığı izleri sürecektim. Sonra ne Kral ne de onun pislikleri bir daha bulabilecekti bizi. Sonsuza kadar mutlu ve güvende olabileceğimiz bir yere götürecektim onu. Fakat tüm bunlar için, öncelikli olarak Calla’yı bulmam gerekiyordu. Hayatta bir şekilde.