Bugün babam konuşurken yüzüne baktım. Gözleri hâlâ beni koruduğunu sanıyor. Töre diyerek zincir takıyor bileğime ama adını ‘saygı’ koymuşlar.
Amcamın gözleri? Onlar daha da kötü. Onlar beni ‘mal’ gibi görüyor. Söz verilmiş, adanmış, satılmaya hazır.
Veysel... onun yüzünde ne sevgi ne nefret vardı. Sadece hak. Sahiplenme.
Peki ben?
Ben ne istiyorum?
Bunu düşünmek bile yasak burada. Kız kısmı ya annesine benzer ya halasına. Ya susar ya da göçer...
Ben göçmeye razıyım artık.
Annem, sen hiç kaçmayı düşündün mü? Hiç o kapıdan çıkmayı hayal ettin mi?
Ben ediyorum.
Her gece o kapının eşiğinde duruyorum hayalimde. Bir adım atıyorum, sonra geri dönüyorum. Sonra yine...
Ama bu gece...
Bu gece içimde bir şey sustu. Belki de korkum.
Çünkü anladım:
Beni susturmak isteyen töre değil. Beni susturmak isteyen, kim olduğumu hiç sormadan ‘nasıl olmam gerektiğine’ karar veren herkes.
Artık kendime kalmak istiyorum.
İlk defa... sadece kendime.
Elvan, odasında yatağının kenarında oturuyordu. Sırtı duvara yaslanmış, gözleri karanlığa alışmıştı. Elinde eski bir çanta... içi neredeyse boştu. Birkaç parça giysi, bir de sararmış bir fotoğraf.
Ayağa kalktı. Parmak uçlarında yürüyerek kapıya yöneldi. Bastığı tahta gıcırdadığında kalbi sanki duracak gibi oldu. Durdu, derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça kapının sürgüsünü kaldırdı.
Koridora adım attığında, çocukluğundan beri tanıdığı o duvarlar üzerine eğilmiş gibiydi. Her köşe, her eşya ona "kal" diye fısıldıyor gibiydi.
Ama kalamazdı.
Kalmak, kendini inkâr etmekti.
Elvan merdivenleri ağır adımlarla indi. Avluya açılan kapının önünde bir an durdu. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Ay tam tepede, büyük ve suskundu.
Belki de gece, onu sarıp sarmalıyordu.
Ahşap kapıyı açtı. Gıcırdayan menteşe sesi, sanki evin uyanışına davetiye gibiydi. Arkasına bakmadan birkaç adım attı.
Tam o sırada, arkasından bir fısıltı duyuldu:
— Gidiyor musun?
Dondu kaldı. Ses, kız kardeşi Zelal’e aitti. On dört yaşında, hâlâ çocuk ama bakışları büyüyeli çok olmuştu.
Elvan yavaşça döndü. Zelal avlu kapısının pervazına yaslanmış, gözlerini kaçırmadan bakıyordu.
— Gitmek zorundayım, Zelal.
Zelal’in gözleri doldu:
— Peki ben? Ben burada ne yapacağım abla? Sen gidersen... beni kim anlayacak?
Elvan çantasını bıraktı. Gidip kardeşini kucakladı. — Bir gün sen de çıkacaksın o kapıdan. Ama bugün benim günüm. Ben yol açacağım, sen yürüyebilesin diye.
Zelal ağlamadı. Sadece başını salladı. Elvan gözlerinin içine baktı:
— Beni hatırla. Sakın boyun eğme. Sevmediğin bir hayata evet deme. Bu evin duvarları bizim mezarımız olamaz.
Elvan son bir kez evin kapısına döndü. Taş avlunun köşesindeki eski zeytin ağacına baktı. Çocukken gövdesine sarılır, dilek tutardı. “Ben büyüyünce özgür olacağım,” derdi.
Şimdi büyümüştü. Ve özgürlük, bir bavulla gecenin ortasına yürümekti.
Ayakkabılarının sesi taş sokakta yankılanıyordu. Her adımda ardında bir şey bırakıyordu:
Sessizliğini.
Susuşlarını.
Töreye boyun eğdiği çocukluğunu.
Sonra bir köşeyi döndü ve ev gözden kayboldu.
Elvan artık yalnızdı. Ama bu yalnızlık ürkütücü değil, arındırıcıydı.
Gecenin ortasında başlayan bu yolculuk, belki de Elvan’ın ilk kez kendisi için attığı adımdı.
Karanlık sokakta ilerlerken, rüzgâr saçlarını yüzüne savurdu. Aldığı otobüs biletiyle yeni bir hayata başlayacaktı. O bilet belki de kurtuluş bileti olacaktı. Elvan, otobüsten indiğinde sabahın ilk ışıkları Boğaz'ın sularına vuruyordu. Uykusuz gözlerine rağmen gözlerini kocaman açtı. İnsan kalabalığı, korna sesleri, vapur düdükleri...
Bu şehir nefes alıyordu. Yüksek, derin, düzensiz ama canlı. Ve o bu hayata karışmak istiyordu.
Cebindeki kâğıtta bir adres vardı. Annesinin eski bir arkadaşının kızı, Derya.Annesi vermişti numarasını Elvan’a. “İstersen birkaç gün bende kalabilirsin,” demişti telefonda Derya.
Birkaç gün… Elvan hayatında ilk defa zamanın bu kadar belirsiz ve özgür olduğunu hissetmişti.
Şehri izlerken düşündü:
"Ben artık sadece birinin kızı, birinin bacısı değilim. Ben Elvan’ım. Bunu unutmamalıyım."