6.Bölüm

1959 Words
Keyifli okumalar... ? Dudakları boynumda usulca hareket ederken, arka cebimden çıkardığım makası iyice kavrayıp, ani bir hareketle karnına ittim. Son anda bileğime sardığı iri parmaklarıyla beni durdururken, sıktığı bileğimin acısıyla parmaklarımı açıp makası aşağıya bıraktım. Geri çekilip koyulaşmış gözlerini gözlerime diktiğinde, titreyen vücudumun önünde sarsılmaz bir duruş sergiledi. Sıktığı bileğimi ters çevirerek sırtıma yasladığında, tek eliyle kurduğu baskıyla vücudumu vücuduna yasladı. Gözleri ölüme davetiye çıkarırken konuşmasına gerek bile yoktu, ben anlayacağımı anlamıştım. "Ne yaptığını sanıyorsun?!" Dedi, boğuk sesiyle. Dişlerimi birbirine sıkıp, alıp verdiğim derin nefeslerin arasından konuştum. "Asıl sen... asıl sen ne yaptığını sanıyorsun? Beni taciz edeceksin ve ben de durup izleyecek miyim ?!" Diye diklendim. "Sana kimse fazla cesaretin aptallık olduğunu söylemedi mi?" Dedi, gözlerini gözlerimden ayırmadan. Dudaklarımı anında araladığımda, yaptığı baskıyla verdiği acıyı biraz daha arttırdı. "Onu söylediler ama aynı zamanda ırzıma tasallut eden şerefsiz orospu çocuklarına karşı susmamamı da söylediler..." diye konuştum dişlerimin arasından. İnce, pembe dudakları tehlikeli biçimde yukarıya doğru kıvrılırken, dilini bir manyak gibi üst dudağının üzerinde gezdirdi. "Seni nasıl akıllandıracağımı iyi biliyorum..." Diye ürkütücü bir sesle fısıldadığında, vücudumdan bilinmezliğe sürükleyen bir ürperti geçti. Cevap vermemi beklemeden parmaklarını kelepçe gibi koluma dolayıp çekiştirmeye başladı. Soldan ikinci odanın önüne geldiğimizde, cebinden çıkardığı anahtarlıktan bir tanesini ayırıp, kapının kilidine takarak iki kez çevirdi. Kapının kulpunu çevirip sonuna kadar açtığında gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Odanın içi tamamen karanlık olmasının yanı sıra buz gibi rütubet kokuyordu. Bakışlarımı yüzüne çevirip çırpınmaya başladım. "Hayır, hayır lütfen... Burası değil, burası çok karanlık..." Diyerek, başımı şok geçirmiş gibi hızlı şekilde iki yana salladım. Tek bir kelime bile etmeden beni içeriye fırlattığında, bir kaç sendeleyişten sonra arkamı dönüp ona baktım. "Lütfen..." Dedim kısık çıkan sesimle. "Sessizliği dinle Arven, seni yalnız bırakmıyorum..." Kapıyı kapatıp kilitlediğinde, hızlı adımlarla kapıya yaklaşıp avuç içlerimle vurmaya başladım. "Aç şu kapıyı! Nasıl bir psikopatsın sen, insafın mı kurudu? Korkuyorum diyorum!" Diye bağırarak ardı ardına kapıya indirdiğim darbelerin haddi hesabı yoktu. Kapıya vurduğumdan dolayı zonklayan avuçlarımın acısına daha fazla dayanamayıp duraksadım. Orada değildi, çoktan beni karanlığının içine hapsedip gitmişti. Dediğini yapıp dudaklarımı birbirine bastırarak arkamı dönüp karanlığın sesini dinledim. Kulağıma gelen ne olduğunu anlayamadığım küçük sesler vücudumun kriz geçiriyor gibi titremesine yol açarken, aniden ayağımın üzerinden küçük bir şey geçti. Avazım çıktığı kadar çığlık atarak sırtımı kapıdan ayırıp ileriye doğru koştum. Dizlerim sert bir şeye çarptığında , daha büyük bir çığlık atarak yere kapaklandım. Yere yapışan ellerimin sızıltısıyla yüzümü buruştururken, ellerimin üzerinden geçen küçük fareler bir çığlık daha atmama neden oldu. Hızlı şekilde ellerimle yerden destek alarak ayağa kalkıp, çarptığım sandalyeyi düzeltip üzerine çıktım. Sarsılan sandalyenin üzerinde dengemi sağlamaya çalışarak ayağa kalktığımda, başımın bir şeye değmesiyle ürkerek boğuk bir çığlık savurdum. Bir az aşağıya eğilerek elimi yukarıya uzatıp, başımın çarptığı küçük ampulü kavradım. Diğer elimi de yavaşça yukarıya kaldırıp, dengemi korumaya çalışarak ampulü dikkatlice iki tur çevirdim. Ampul yandığında sevinerek sert bir soluk verip başımı aşağıya indirdim. Bakışlarımı sandalyenin etrafında aydınlanan bölgede gezdirdiğim anda korkudan dilim tutuldu. Yerde dolaşan saydığım kadarıyla on yedi fare ve iki küçük siyah yılanı gördüğümde, gövdem titreyen dizlerime ağırlık yapmaya başladı. "Manyak! Gerçekten manyak..." Diye mırıldanarak sandalyenin tepesine oturup, bacaklarımı iki yana ayırarak dengemi kurdum. Titreyen ellerimle kulaklarımı kapatıp öne doğru eğilerek, direklerini dizlerime yasladım. Dehşete düşmüş bakışlarımı yerde sürünen yılanların üzerinden ayırmadan, sessizce göz yaşı akıtmaya başladım. Sağa ve sola doğru hareket eden yılanların hangisine bakacağını bilemezken, yılanlardan biri farelerden birini yakalayıp boğmaya başladı. Soluklarım hız kazanırken bakışlarımı hipnotize olmuş gibi can çekişen fareden ayıramadım. "Yapma,.."diyerek göz kapaklarımı indirip, farenin çığlıklarını duymamak için ellerimi kulaklarıma bastırdım. "Bırak..." Öne arkaya sallanırken gözlerimi korkarak aralığımda, fareyi yutmaya çalışan yılanı görüp zangır zangır titremeye başladım. Göz yaşlarım bağımsızca hareket ederken, güçlükle yutkunup gözlerimi tekrar kapattım. Öne arkaya sallanmaya devam ederken, kapattığım gözlerimin önünde aynı sahneler dönüp durdu. Gözlerimi tekrar açtığımda gördüğüm manzara içler acısıydı. Fareyi yutan yılan nefessiz kalarak patlayıp ölmüştü. Hıçkırıklarım artarken avazım çıktığı kadar çığlık atarak ayağa kalktım. "Alparslan!" Diye bağırdığımda ses tellerimde acı bir sızı hissettim. Yere bakmamaya çalışarak bakışlarımı kapıya dikip tekrar tekrar bağırdım. "Alparslan! Özür dilerim.... Özür dilerim.... Özür dilerim...." Diye sayıklayarak, elimi boynuma sarıp ovarak derin nefes almaya çalıştım. Bakışlarım istemsizce yere indiğinde diğer yılanın sandalyeye doğru süründüğünü gördüm. Dengemi kaybedip düşecek gibi olduğumda, eğilip sandalyenin tepesine tutundum. Soluğum tamamen kesilmeden hemen önce son kez bağırdım. "Alparslan! Alparslan lütfen yardım et, lütfen!" Beni bu işkencenin ortasına atan sadistten yardım dilenmek ne kadar doğruydu tartışılır, ama içinde kalan o son merhamet kırıntılarına güvenerek şansımı deniyordum. Korku tüm vücudumu bir ağ misali sarıp beni alaşağı etmeye yeltenirken, sandalyenin ayağına dolanarak yukarıya usulca tırmanan yılan beni tamamen nefessiz bıraktı. "Canavar!"diye tiz bir çığlık attığımda kendi kulaklarım bile acıyla uğuldadı. "Canavarsın sen, canavar..." diyerek elimi sıkışan göğsümün üzerine koydum. "Canavar herif..." Yılan ağaca dolanan bir sarmaşık gibi yavaşça yukarıya tırmanırken, sandalyenin diğer ucuna sindim. Simsiyah derisinin üzerindeki pullar ışığın altında parıldıyor, soğuk gövdesini daha şimdiden hissedebiliyordum. Yılanların en ürkütücü yanı aslında soğuk olmalarıydı. Soğuk olan insanlar da öyleydi. Tir tir titreyen bacaklarımla beraber sandalye de titriyordu. Yılan sürünerek sandalyenin oturma kısmına çıktığında, hıçkırıklarımın arasından büyük bir çığlık savurdum. "Allah'ın belası!"diye bağırırken sesim boğuk çıkmıştı. Bana doğru yavaşça yaklaşan o kara laneti şu an bile tenimde hissediyordum. Aniden kapı açıldığında bakışlarımı hızla kapıya çevirdim. İçeriden bir nebze olsun aydınlık olan koridordan görünen iri vücudunu göreceğime bu kadar sevineceğimi hiç düşünmemiştim. Yalın ayak şekilde ağır adımlarla ilerleyip, farelerin arasından geçerek sandalyeye yaklaştığında, babasının kucağına gitmek isteyen küçük bir kız çocuğu gibi titreyen ellerimi ona uzattım. Derin koyu mavi gözleri beş saniye boyunca gözlerimde dolandıktan sonra, bakışlarını gözlerimden ayırıp ayağıma altı santim uzaklıkta kalan yılana baktı. Eğilip işaret ve baş parmağıyla yılanın kafasını kavrayarak sandalyeden ayırıp yukarıya kaldırdığında, şaşkın bakışlarım eşliğinde yılanı odanın köşesine fırlattı. Hıçkırıklarım bir anda kesilirken, bana biraz daha yaklaşıp bakışlarını gözlerime dikti. "Demek canavar..." dedi, ürkütücü bir ses tonuyla. Ne diyeceğimi bilmez şekide, titreyerek gözlerine bakmaya devam ettim. Ara sıra burnumu çekiyor, beni kucağına alması için titreyen ellerimi ona doğru uzatmış şekilde bekliyordum. Ani bir hareketle beni kucağına aldığında, kollarımı boynuna dolayıp ürkek bakışlarımla gözlerine baktım. Büyük kollarıyla sırtımdan ve dizlerimin altından iyice kavrayarak, üstten bakışlarını gözlerime dikti. "Demek ki neymiş, yüzme bilmek yetmiyormuş..." dediğinde, dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Fazlasıyla takıntılı ve kindardı. Dün söylediğim cümlenin yanlış olduğunu bu gün bana ıspatlıyordu. Sözde değil, işi icraata döküyor ve kanıtlıyordu. Gözlerini gözlerimden yavaşça ayırıp arkasını dönerek kapıya doğru yürüdü. Kapıdan dışarıya çıktığında beni kabaca yere bıraktı. Odanın kapısını kapatıp anahtarla kilitleyerek anahtarı cebine attığında, bakışlarım sol tarafımda kalan, koridorun sonundaki siyah kapıya takıldı. Anahtarlığı cebine atıp yüzünü bana dönmeden hemen önce, bakışlarımı kapıdan ayırıp ona odaklandım. Ellerini siyah eşofman altının ceplerine koyarak, boynunu sola doğru çaklatıp gözlerime odaklandı. Siyah maskesinin altından parlayan koyu mavi gözleri şimdi daha da korkutucuydu. Neler yapabileceğini söylemiyordu, doğrudan yapmayı tercih ediyordu. Derin nefesler almaya çalışarak dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerine bakmaya devam ettim. Yavaş adımlarla bana doğru yaklaştığında, sertçe yutkunup geriye doğru adımladım. Sırtım duvara tosladığında başımı önüme eğip, titrememek için büyük bir çaba sarf ettim. Adımları önümde son bulduğunda, başımı yavaşça kaldırıp alttan bakışlarımı gözlerine diktim. Sol elini cebinden çıkarıp yüzüme düşen saç tutamlarından birini kavrayıp, işaret parmağına dolayarak konuştu. "Zorla öpmek istersem öperim, öpmüyorum..." deyip dilini üst dudağında yavaça gezdirdi. "Canını yakmak istersem yakarım, henüz yakmadım." Saçımı tutan elini sertçe itip, bakışlarımı gözlerinden kaçırdım. Diğer elini cebinden çıkarıp ani bir hareketle belimde kavrayıp beni kendine çektiğinde, çevikliği beni şok içinde bırakmıştı. Ürkek bakışlarımı gözlerine çıkardığımda, aramızda santimler vardı. Öfkeli olduğunu belli eden keskin bakışları dudaklarıma indiğinde, üç saniye sonra tekrar gözlerime baktı. Belimi kavrayan kocaman elini daha da sıkılaştırarak beni tamamen kendine bastırdığında, karnımın üzerinde hissettiğim sertlik gözlerimi belertmeme neden oldu. "Bırak beni, sapıksın sen..." diye konuştuğumda, kelimeler dudaklarımı fısıltı halinde terk etti. Heybetinin korkusundan ses tonumu bile yükseltemezken, az önceki olayları düşünüp, ona hangi akla hizmet diklendiğimi sorguladım. "Ruh hastası."diye mırıldanarak ellerimi çıplak göğsünün üzerine koyup itmeye çalıştım. Çabalarım faydasız kalırken, siyah gür sakallarının altından çenesinin seğirdiğini gördüm. "Korkma," diyerek belimdeki elini yavaşça yukarıya doğru kaydırıp, dudaklarımızın arasındaki mesafeyi azalttı. "Sapık olsam bile, sadece sana olurum." Dedi, buğulu sesiyle. Nutkum tutulurken, kaşlarım bir kaviz halini aldı. "Neden beni bin yıldır tanıyormuş gibi davranıyorsun? Sen evine gelen tüm doktor ve hemşirelere böyle musallat mı oluyorsun?" Dedim, nereden bulduğumu bilemediğim cesaretimle. Kendime olan güvenimi, cesaretimi ve korkusuzluğumu yok etmek için, zayıf yönlerimi bulup damarıma basıyordu. "Yok," dediğinde dudaklarımı birbirine bastırıp, çırpınmayı bırakarak pür dikkat dinledim. "Tüm suç senin..." dedi, ciddi bir sesle. Kaşlarımı sinir ve şaşkınlığın karışımıyla çatıp, başımı sorgular anlamda salladım. "Ne demek istiyorsun? Ben ne yaptım?" Bakışlarını yüzümün her ayrıntısında itinayla gezdirdikten sonra, tekrar gözlerime odaklandı. "Bu kadar güzel olmasaydın, sana kafayı takmazdım..." Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, gözlerim harelerinin arasında git gel yaptı. Soluklarım tekrar hızlandığında gözlerinde alaycı bir ifadeyle beni serbest bırakıp uzaklaştı. Elini belimden çekerken tenimde parmaklarının izini bırakacak bir baskı uyguladı. Bir adım gerileyip göz kırptığında kalbim tekledi. Ağır adımlarla merdivenlere yönelip geniş sırtını seğirerek yukarıya çıktığında, arkasından bakmakla yetindim. Adam bana zamanı ve mekânı resmen unutturmuştu. İtiraf etmeliyim ki, yüzüne görmesem bile hareketleri etkileyiciydi. Büyülemeyi başarıyordu ama sadist bir yapıya sahipti. Tehlikeliydi. Kaç dakika geçtiğini bilmeden durduğum yerden ayrılıp, merdivenleri tırmanarak üst kata çıktım. Salona geçmeden doğrudan ikinci kata çıkıp, Mihri'nin odasına yöneldim. Kapıyı aralayıp içeriye baktığımda yanında genç bir kız olduğunu görüp kaşlarımı çattım. Mihri'nin koluna yaptığı iğneye bakarak yavaşça adımlayıp arkasında durdum. Doğrulup iğneyi komodinin üzerine bıraktıktan sonra, arkasını döndüğünde yüz yüze geldik. Kıstığım gözlerimle onu baştan aşağıya süzdüm. Üzerine giydiği fazlasıyla cesaretli bir dekoliteye sahip kırmızı renk bluzü, altına giydiği dar, siyah, mini eteği ve yüzündeki iki kilo maklajla hiç de bir hemşireyi andırmıyordu. Omuzlarının hemen altına kadar uzanan sarı saçlarını sabah sabah dalgalandırmayı da unutmamıştı. Hayır, hiç de ön yargılı değilimdir. Davranışlar ve görüntü her zaman bağdaşmaz, hatta çoğu zaman birbirine tamamen zıt düşer. Ama bu kızdan hiç gözüm su içmedi dersem yalan olmaz. Bakışlarım tekrar yeşil gözlerine sabitlendiğinde, o da incecik kaşlarının altından beni baştan aşağıya süzdü. "Siz şu yeni gelen psikolog olmalısınız," dedi yapmacık gülümsemesi eşliğinde. "Ben Suzan, Mihri'nin hemşiresiyim."diyerek sağ elini tokalaşmak için uzattığında, bakışlarımı eline indirip öylece baktım. "Hemşire hanım," diyerek elini havada asılı bırakıp tekrar gözlerine baktım. "Kızı morfine alıştırma fikri sizden mi çıktı?" Diye düz bir sesle sorduğumda, yüzündeki yalancı gülümseme saniyeler içinde soldu ve yerini endişeye bıraktı. "Bir hemşire daha küçücük olan bir kızı bilerek bağımlı yapar mı?"dedim, imalı şekilde. Dili tutulmuş gibi susarak bakışlarını etrafta boş boş gezdirirken, havada asılı kalan elini geri çekerek yanına indirdi. "Yapmaz." Dediğimde endişeli bakışları tekrar gözlerimi buldu. "Hemşireler hasta etmez." diyerek başımı yavaşça iki yana salladım. "Suzan!" Bu kükremeyi duyan tek ben değildim. Suzan'ın korku dolu bakışları arkamda duran o gür sesin sahibine yöneldiğinde, omzumun üzerinden geriye dönüp kızgın bir boğaya dönen Alparslan'a baktım. "Eksi bire in!" Dediğinde, sesindeki ürkütücü hırıltı öfkesinin sadece bir kısmını yansıtıyordu. Gerilen boyun ve kol damarları her an derisini yırtıp fırlayacakmış gibi kabarmıştı. "Alparslan bey," diye titrek bir sesle konuşan Suzan'a baktım. "Ben kötü bir şey yapmadım, başka çarem yoktu. Yemin ederim..." diye yalvarırcasına konuşurken, başını iki yana sallıyordu. Gözleri çoktan dolmuştu ve şu an yaşadığı korkuyu anlayabiliyordum. Tekrar Alparslan'a baktığımda hızlı adımlarla Suzan'ın üzerine yürüdü. Araya girdiğimde ellerimi göğsünün üzerine koyup, gözlerine baktım. Öfkeli gözleri gözlerime kaydığında, "Bırak gitsin." dedim, sakin bir ses tonuyla. Bakışları tekrar Suzan'ı bulduğunda, "Hemen aşağıya in!" diye bağırdı. "Beni seni aşağıya atmak zorunda bırakma!" Dediğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, göğsünün üzerindeki ellerimi yavaşça sıyırarak aşağıya indirdim. Suzan yanımızdan geçip odadan ağlayarak çıktığında, Alparslan'ın öfkeli bakışları gözlerimi buldu. "Bırak gitsin işte, bilmiyor demek ki. Her okulunu bitiren iyi bir hemşire ve ya iyi bir doktor olacak değil. Bilmeden yapmış olabilir, bilip bilmeden ne yapacaksın kıza?"diye sorduğumda, hareleri ve ifadesi milim kıpırdamadı. "Bana karışma, işini yap doktor!" Diye kükrediğinde geriye doğru eğildim. Kor nefesi yüzümü yakıp geçerken, geriye doğru adımlayıp arkasını dönerek hızlı adımlarla odadan çıktığında, öfke ve korkunun karışımıyla arkasından baka kaldım. Hapishaneden çıkıp cehennemin ortasına düşeceğimi bilsem, kendimi daha oradayken asar, ya da yoldayken kendimi arabadan atardım. Ama artık buradaydım, canavarın evinde ve burada bana ölüm yasak, acı mübahtı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD