KAÇIŞ/ "Kanlı Başlangıç"

3196 Words
HİÇBİR REKLAM VE EKSİKLİĞİN OLMADIĞI, OLMAYACAĞI ALACA KAÇIŞ 2 YAYINDA. (Alaca serisinin 3. Kitabıdır.) KİTABA PROFİLİMDEN ULAŞABİLİRSİNİZ. Kaçış/1. Bölüm "O kanla sıvanmış duvarları aşmak benim neyime?" Pencerenin pervazı minik bir sarsıntı ile hareketlendiği zaman, dışarıdan esen rüzgarın aklımla oyun oynamaya başladığını biliyordum. Yalnızlık korktuğum bir şey olmadı hiçbir zaman, aksine kendimden ve herkesten kaçtığım gizli sığınağımdı ama bu gece değil.  Bu gece, kendi gölgemden bile ürkebileceğim bir geceydi. Onun beni bırakıp gittiği andan itibaren, kaçtığımız herkes ve her şeyin bir tek dişli gibi üzerime çullanabileceğinden emindim. Ve ona, bu kadar ihtiyaç duyuyor olduğumu yeniden fark ediyor olmak canımı sıkıyordu. Demir karyolanın başlığına dayalı sırtıma, gecenin soğukluğu iniyor gibiydi. Ensemden aşağı inen soğuk ter damlaları kokudan mıydı yoksa gerçekten üşümek ile terlemek arasında bir yerde miydim bilmiyorum. Bana bıraktığı silah, elimde emanet bir parça gibi dursa da patlamaya hazır olduğunu biliyordum. Ve göğsümde birleştirdiğim avuçlarımın, kapıdan çıkıp gelebilecek her şeye kendini hazırlamaya çalıştıklarını hissediyordum. Ben ölümün içerisinde, ölümü tanımadan büyütülmüştüm. Camdan bir oyuncağın bir vitrin kenarında özenle saklanması gibiydi hayatım. Bu yüzden, her gün ivedilikle kana bulanan bu toprakların arasında, bu topraklardan ayrı büyütülmüştüm. Korkuyorum. Bir yanım, ona olan ihtiyacımı reddederken diğer yanım bir anda çalacak kapının sesindeydi. Kabul etmemem elde değildi. Onun olduğu yer koca savaşların ensesi olsa bile rahattı. Güvenliydi… Çok uzun saatler geçmişti evden çıkmasının üzerinden. Saatlerin titrek bedenimde uyku ile yarışması işimi zorlaştırıyordu. Sessiz evin içerisinde uğuldayan rüzgar, uykumun gelmesi için bana yalvaran bir ninniden farksızdı. Uykunun bastıran etkisine karşı koyabilmek için bacaklarımı kendime doğru çektim. Karın boşluğuma saldıran batma hissi dudaklarımı ısırmama sebep oluyordu. Bir veya iki dakika içinde ağrım, durduğum pozisyona uyum sağlamıştı. Başımı dizlerime koyduğumda silahı tutan elim bedenimin yanında duruyordu. Rüzgarın uğultusu artmaya devam etti. Arada bir etnik bir ıslık sesini andıran başka bir ses rüzgarın arasına karışıyordu. Yorganın altında olsa bile titreyişi artmaya devam eden vücudumda, uyku gittikçe baskın gelmeye devam etti. Gözlerim kapıdan ziyade yavaş yavaş bir boşluğu izlemeye başladığı vakit uykunun kollarına düşmek üzere olduğumu biliyordum. Kapaklarım ağırlaştı. Üzerine yaşanan her şeyin yükü teker teker biniyor gibiydi. Ağırlık arttı, arttı ve arttı… Boşluğun arasında savrulmak, uyanık kalmaya çalışmaktan daha güzel gelmeye başladığında kapaklarım açılmamak üzere aşağıda bekleyen kirpiklerimin üzerine kapandı. İşte o an, uykunun gerçek dünyaya ağır bastığı yerdi… * Dış kapıdan tıkırdama sesleri geldiği zaman, bedenim gerekli emri almış gibi bir anda gözlerim açıldı. Kaç saniye olmuştu ki uyuyalı? Sanırım korkunun, huzura baskın geldiği anlarda uyanmak için minik bir çıtırtı bile yeterli gelebiliyordu. Üzerimde biriken bilmem kaç saniyenin mahmurluğunu hızla kenara ittim. Hala yer değiştirmeden avucumun içinde bekleyen silahı elime aldım. Peçemi yüzüme doğru aşağı indirdiğimde, olabilecek en sessiz halimle yataktan kalktım. Panjurlar kapalı olduğu için saatin kaç olduğuna dair herhangi bir tahminde bulunamıyordum. Ama her ne olursa olsun Ammar’ın geldiğini düşünmeye ihtiyacım vardı. Yataktan olabilecek en sessiz halde indiğimde, çıplak ayaklarım yere bastığında bütün bedenime inanılmaz bir soğuk yayıldı. Çıplaklık, zemindeki bütün ıssız soğukluğu bedenime doğru emiyordu. Kapının tam karşısında durdum ve elimdeki silahı derin bir nefes alarak kapıya doğru hizaladım. İnanılmaz bir korku pompalanıyordu kalbimden. Ellerimdeki silahın ağzı kapının girişinde durduğunda, birkaç gün önceki görüntü gözlerimin önünde sallanmaya başladı. Avuçlarımın içi terlerken, karşımda gördüğüm şey bir kapı değil babamdı. Gördüğüm şeyin gerçek olmadığını biliyordum ama titreyen ellerim arasında duran silahı aşağı indirip hızla gözümü kapatıp açtım. “Sadece bir hayal. Sadece bir hayal…” Gözümü açıp hızla silahı, ardından adım sesleri yükselen kapıya doğru yeniden çevirdim. Görüntü silik bir hologram gibi yeniden silahın ucundaydı. Derin bir nefes alışı ile olduğum yeri unutmamaya çalıştığımda, odanın kapısı acı çeken bir gıcırtı ile kapandı. İçeri bir anda dalan bereli yabancı babamın hologram görüntüsünün arasından geçtiğinde, gördüğüm halay bir sis bulutu gibi hızla sağa sola dağıldı. Sis bulutunun dağılması ile içeride bir yabancının olduğu gerçeği, buz gibi bir su gibi hızla suratıma çarptı. Geri geri adım attığımda, bana bakan adam da gördüğü manzara karşısında şaşkındı. “Sakın yaklaşma…” dediğimde, namlunun ucunu avuçlarım arasında daha çok sıktım. Sesim bir tehditten ziyade cılız bir fısıltı gibi çıkmıştı. O kadar yoğun bir korku ve endişe selinin arasında kalmıştım ki,  bir an nefes alamadığımı hissettim. Düşüp bayılmak üzereydim ve hızla kalkıp inen göğüs kafesim bana hiç yardımcı olmuyordu. Siyah beresinin arasından bana bakan yüz üzerindeki şaşkınlığı hızla attı sözlerimden sonra. Bulunduğu yerde hoşuna giden bir manzarayla karşılaşmış gibi tebessüm etmeye başladı. Bu gülüşün ardından gelebilecek hamlenin tehlikesini tartmaya çalıştım. Mideme yükselen acı bir tat korkunun en som halini bedenime sunuyordu. Hesap yapamayacak kadar çaresizdim şu an. Ve kapıdan şansa çıkıp gelecek beyaz gömlekli bir adam olmadığı müddetçe elimdeki silahın beni koruyabileceğine dair herhangi bir inancım yoktu. “O silahı kullanamayacağın çok belli.” Dudaklarından çıkan ilk kelimeler ile bir İsrailli olmadığı aksanından belli oluyordu. Tebessümü yana doğru biraz daha şekillendi. “Sana zarar vermek istemiyorum. Sorumun cevabını verirsen, kılına bile dokunmam…” Çok uzun değildi ama geniş alnının altında duran göz çukuruna düşen karanlık gölgeler ile yeterince korkunç duruyordu. Üzerimizde duran kısık lamba ışığı en çok dudaklarını aydınlatıyor gibiydi ve çenesinin altında duran geniş gamzesi her tebessümünde daha derin bir delik gibi çukurlaşıyordu. Sessizliğimden çıkmayan yanıt, bana doğru bir adım attığı an yüksek bir çığlığa dönüştü bir anda. “Bir adım daha atarsan beynini dağıtırım.” Bunu söylerken elimde tuttuğum silah, istemsizce sağa sola sallanmış ve yeniden iki kaşının ortasındaki yerini almıştı. Bağırmam ile hızla iki elini havaya kaldırdı. Teslim olmuş gibi duraksadığında, gayet sakin bir şekilde konuşmaya devam etti. “Tamam. Bak yaklaşmıyorum sana.” Sözlerine yeniden bir tepki vermediğimde, sebebim bana her an kusacakmışım gibi hissettiren korkumdu. Öyle bir telaş ile çakılı kalmıştım ki yerimde, ağaç dallarından bir yaprak yanlışlıkla yere düşse elimdeki namlu patlayacak gibiydi. İçimden onun bir an önce çıkıp gelmesini diliyordum. “Ammar’ın seni kaçırdığını herkes biliyor.” Dediği zaman, siyah peçenin altında çatılan kaşlarıma engel olamadım. “O burada yokken seni annene geri götürebilirim. Tek yapman gereken bana onun yerini söylemek. Ammar nerede?” Kaçırılmak da nereden çıkmıştı? Zorla burada tutulduğumu da nereden çıkarmıştı? Bunun bana karşı yapılan bir kafa karıştırma hamlesi olduğuna karar verdiğimde, yüzümde duran peçenin duraksamalarımı kapatması işimi kolaylaştıran tek şeydi. Bir an rızam ile burada bulunduğumu söyleyecektim ki kaçırılma sözlerine karşılık vermemenin daha doğru olduğuna karar verdim. “Bilmiyorum. Beni bırakıp gitti.” Gözlerimle yüzündeki mimikleri tararken, söyleyeceklerime inanıp gitmesine pek ümit vermesem de yalan söylemeye devam ettim. “Bir daha gelmeyeceğini söyledi. Nerede olduğunu bilmiyorum. Onu biraz tanıdıysam bir daha buraya uğramaz.” Son cümlem odanın içerisine yayıldığı zaman, adamın yüzündeki tebessümün bir anda ketum bir karanlığa dönüştüğünü fark ettim. Kafasını yana yatırdığında, bana inanmadığını daha konuşmadan anlamıştım. Korku daha önce birçok hali ile karşıma çıkmıştı ama ölüm ile kucak kucağa gelen bir korkuya ilk kez rastlıyordum. Ölüm sırıtıyordu midemi bulandıran karanlığın arasından. Bu kez en sonda olmalıydım. “Ammar’ın senin gibi bir kozu serbest bırakacağına inanacağımı mı sandın?” Sorusu ile yana yatmış olan kafasını namlunun ucu ile aynı yere getirdi. Bana doğru adım atmaya başladığında, gözlerinde en ufak bir tereddüt yoktu. “Yerinde kal.” Diye bağırdığım zaman korku bu adamın cüssesi olarak bana doğru yürüyordu. “Sana kal dedim.” Dudağımdan kaçan hıçkırıklar peş peşe onun bana attığı adımları bekliyor gibi havaya yükseldi. Gözlerim yaşlardan karşısındaki adamı buğulu görmeye başladığında aramızda sadece bir adım vardı. Yapabilecek bir şey kalmadığını bildiğim için olanca gücümle tetiğe asıldığım vakit, kahkaha atan babam adamın tam arkasında duruyordu. Bakışlarım bana doğru son adımını atan adamdan, ardında canlanan babamın gölgesine kaymaya başladığı an ters çevrilen bileğimde patlayan silah, boş duvarı hedef almıştı. Gürültülü ses ile bileğimin acısı birbirine karıştığı vakit babamın silueti arkadan kahkaha atmaya başlamıştı. Silah elimden düşüp, zemine çakıldı. “Sana soruma cevap verirsen canını yakmayacağımı söylemiştim. Ama teklifimi reddettin.” Gözlerim, hemen arkasında duran babamın hayalinden başka hiçbir yere kaymıyordu. Sözleri soluk bir çizim sayfasından yükselir gibiydi. Onu dinlemediğimi fark ettiği zaman hızla dizini geriye doğru çekip öne fırlattığı zaman karnımın tam ortasına acı dolu bir tekme indi. Tekmenin acısı soluklarımı bir anda tıkayıp bedenimi iki büklüm ettiğinde babamın silueti bir anda ortadan kayboldu. Acı ile üzerine kapandığım karnım ile kalakalmışken tekmeyi atan eller iki omzumu tutup yüzüne bakmamı sağladı. “Ben sorularıma cevap alamayınca kötü bir adama dönüşürüm Sevgili Naomi Levy…” Sağ eli ile peçemi tutup bir anda yüzümü kapatan peçemi tutup yukarı çekti. Açılan çenemi boşta kalan eli ile kavradığında, o kadar sıkıyordu ki bir an çenemin yerinden çıkacağını düşünmeye başladım. “Ya da pardon, Ammar’ın güzel rahatlama duvarı mı demeliydim? Anlatsana Naomi, Ammar göründüğü kadar Müslüman değil, değil mi? Yoksa senin ile gönlünce dağ köşelerinde eğlenmeye ayrılır mıydı hiç?” Söyledikleri ile şaşırmak istesem bile beni tutan ellerin verdiği acından fırsat bulup yapamadım. Kafamı kurtarmak için geriye doğru atmıştım ki bir anda yeniden karnıma gelen tekme ile soluklarım ciğerime saplandı. Fiziksel acı durup düşünemeyeceğim kadar yoğundu. Çenemi tutan el, geriye doğru çekildiği an cansız bir örtü gibi savrularak yere yığıldım. Açık dudaklarım arasından geçen en ufak bir soluk parçası hissetmiyordum. Yatağın ayak ucuna yığılmam ile üst üste gelen yeni birkaç tekme ile fiziksel acı katlanarak yükseldi, yükseldi ve yükseldi… Her inen tekmede sırtım yatağın demir ayaklarına hunharca batıyordu. Ve vuruşların etkisi ile seslerin, reflekslerin, geriye kaçmaların durduğu o yer benim pes ettiğim yerdi. Onu yeniden göremeden ölmek üzere yığılmıştım olduğum yere. Gördüğüm tek şey bedenime inen ayakkabılar ve hemen arkasında beliren babamın lacivert takım elbiseli gölgesiydi… Josef levy, en mutlu bakışlarıyla yere yığılan bedenime bakıyordu. Böyle bir şey miydi ölmek? Solukların acı ile kesilirken, vicdanına yenilerek de olsa yapmak zorunda kaldığın her şeyin karşına dikilmesi miydi? Garip bir koku vardı etrafımda. Öyle garipti ki, en ufak bir hareketlenmede cerahat yüklü büyük bir bombanın kan ile etrafa yayılarak patlamasını andırıyordu. Ölmeden önce gördüğüm son manzaranın bu olması ne garip, oysa sonradan sahip olduğum inancımın gücünü uzuvlarımda hisse hissede öleceğimi zannediyordum birkaç saat öncesine kadar. Etimi sündüre sündüre delip geçen ağrının sebebi olan ayakkabılar, silik bir görüntü gibiydi artık. Ense kökümde başlayan ağır bir gürültünün kafamın içerisine yavaş yavaş yayılmasıyla artık geri dönülmez bir yolda olduğumu biliyordum. Acı çok fazlaydı. Dahasının mümkün olamayacağını hissettirecek kadar fazlaydı. Silik ayakkabılar yeni bir hamle için bana doğru yaklaşmaya başladığında, hiçbir şey biraz sonra bedenime inecek yeni bir acının önüne geçmiyordu. Düşüncesi bile ağrı içinde kıvranan bedenimi yeniden kasıyordu. Fiziksel acının, duygusal acıyı bu kadar kolay bir şekilde gerisinde bıraktığına hiçbir zaman tanık olmamıştım. Şimdi tanık olduğum şey, bugüne kadar yaşadığım bütün acı dolu anların çok ötesindeydi. Eğer son buysa, inanılmaz derecede acı ile vuku buluyordu dört yanımda. Adımlar yavaş çekimdeymiş gibi bana yaklaşmaya devam ettiğinde, hemen arka tarafında yeniden boy gösteren başka bir ayakkabı görüş alanıma girdi. Bakışlarımı kaldırıp bakmak istedim ama göz bebeklerime emir vermeme dahi engel oluyordu çektiğim acı. Gerçi yere yığıldığımda üst üste yediğim tekmelerden sonra gördüklerimin bir sanrı olmadığına emin olamıyordum. Gelen kişinin beklediğim kişi olduğunu tartacak kadar bile mecalim yoktu. Çektiğim acı, bütün düşüncelerimin önüne demirden bir set çekmişti. Düşünmek bile ateşten bir mazgala sıkışmak kadar acı veriyordu. Önümde seçemediğim silik bir tiyatro oynanmaya başlanmıştı. Bulanık görüntüler arasından seçebildiğim iki kişinin karşılıklı olarak birbirine döndüğüydü. Her şey gri puslu bir pencereden görünüyordu bana. “Bir kız uğruna hata yapmaya başlayan Ammar’a bakın hele… Davanın yükünü bu kızla mı omuzlarından indirmek istedin yoksa?” Ses beni yere yığan bereli adamın sesiydi. O kadar çirkin bir ses tonu vardı ki, söylediği her kelimenin arkasındaki duraksama da ima edilmiş kirli bir anlam yatıyordu. O muydu gerçekten gelen? Kapının girişinde duran ayaklar ona mı aitti? Yoksa bana lacivert takım elbisesi ile karşımda duran babamı gösteren beynimin yeni bir oyunu muydu mu? Bir sanrıdan ibaretse bile o kadar canlı bir şekilde anın içindeydim ki, içten içe onun geldiğine inanmak istiyordum. Onun geldiğine inanmak, burada yaşama tutunmak için gösterebileceğim tek ümit parçasıydı. Çünkü her ne kadar onun yasaklı sınırı bende başlasa da, onun olduğu çemberde bana ulaşabilecek hiçbir yabancı el yoktu. Ense kökümden yükselen garip bir acının boynuma doğru indiğini hissettiğimde, benden çıktığına pek emin olamasam da dudaklarımın arasından kaçan bir inleme yayıldı etrafa. O kadar çaresiz, o kadar acı dolu bir sesti ki bu, eğer gerçekten sanrı olmadığına emin olsaydım bu ses tonu için bin parçaya ayrılabilirdim. Tek başına mükemmel bir feryat gibi çıkmıştı dudaklarımdan dışarı. “Bak…” dedi, çenesindeki gamzesi gözlerimin önüne gelen adam. “Yazık. Pek güçlü değilmiş. Senin güçsüzlerle pek işin olmaz oysa. Köpek etrafında mı gezdiriyorsun koskocaman Josef Levy’nin kızını? Ne o çarşafı da haram olmasın diye kendin mi diktin üzerine zorla?” İhtiyacım vardı. Ona ait olduğuna emin olduğum bir şeye ihtiyacım vardı. Puslu bir ayakkabı görüntüsünden dolayı daha fazla tutunamıyordum buradaki varlığına. Onun olduğunu, bunun bir sanrı olmadığını ve geldiğini bana gösteren daha somut bir şey bulup, sıkı sıkı tutunmak zorundaydım. Yoksa daha fazla direnmek için hiçbir sebebim kalmayacaktı. Onun yanı başımda dikiliyor olmasına ihtiyacım vardı. “İbrahim Muhammed…” İsmin son hecesi derin bir ses tonu ile uzadığında, havaya yayılan bu ses onun dışındaki hiç kimseye ait olamazdı. Buradaydı… Sonun, beni ensemden çekip kendine tutsak etmek istediği o yerdeydi. Baş ucumda, karşındaki failime alaycı bir ses ile karşılık veriyordu. O saniyeden itibaren yaralanmış vücudumdaki her yer yeniden ayağa kalkabilmek için canhıraş direnmeye başladı. Bir ses tonu ile ruhum bedenimi bu tarafa çekmek için inanılmaz bir çaba harcamaya başladı. Her şey donuk, her şey silik ve her şey cansızken bana ulaşan ses dipdiriydi. “Kuzu görünümlü çakal seni… Beni uğraştırmadan ayağıma geldiğin için teşekkür etmek isterdim ama bu şerefi ben değil, kurşunum tatmak istiyor.” Cümlelerinin arasındaki alaya rağmen sesi o kadar koyuydu ki, tam gırtlağından çıkan kelimelerle adamı boğmak üzere olduğunu görebiliyordum. Onu, hiç birini öldürürken görmemiştim ama ölüm üzerine en çok yakışabilecek elbise gibi canlanıyordu gözlerimde. “Hainliğin bendeki diyetini en iyi sen bilirsin değil mi? Ölmek için bu kadar acele etmeseydin.” Gamzeli adamın kahkahası bir anda odaya yayıldığı zaman kulaklarımın içerisinde mükemmel bir uğultu yeniden baş gösterdi. Bir kahkahası bitmeden ötekine geçiyordu. Kaç saniye boyunca bir gülüşten ziyade, acı bir gerçeği saklar gibi devam etti. Evet, gerçekten som, neşeli bir kahkaha değildi bu… Katıla katıla duraksadığı her an, karşısında duran gerçeğe iç geçiriyordu aslında. Nihayet kahkahası bittiğinde, az önce gülen kişi o değilmiş gibi ciddiyetle konuşmaya başladı. “İkimiz de karşılıklı olarak birbirimize silah doğrultuyoruz. İlk kıvılcımın kimin silahından yükseleceğini bilemeyiz değil mi kusursuz adam, Ammar?” Göremediğim manzara buydu demek? Karşılıklı silahlar çekilmiş, kimin kimi ilk önce vuracağının hesaplaması yapılıyordu demek. Demek yeniden namlunun ucundaydı…   “Biliyor musun en çok da bu halinden nefret ediyorum sanırım. Kusursuzmuşsun gibi davranman, herkesin böyle kabul etmesi, seni böyle sanması… Bunlar artık midemi bulandırıyor. Oysa sen de gizli bir şeytansın. Bu kadını koynuna alarak kanıtlamış oldun.” Sözlerinin arasında inanılmaz bir kin vardı. Her kelimesinden sonra ağzının kenarlarından aşağı doğru sarkıyordu bu kirli duydu. Son cümlesi tüylerimi ürpertmişti. “Tek bir şey merak ediyorum…” Ammar, adamın söylediği bütün kelimeleri hiçe saymış aklındaki şey ile karşılık vermişti. “Karşılığında aldığın şey değdi mi gerçekten hainlik yapmana?” Sorusu kusursuz bir şekilde çıkmıştı dudaklarından ve merak ettiği başka hiçbir şey yokmuş gibi sessizliğe gömüldü. “Sonuna kadar değdi hem de… Aklının alamayacağı bir servetin sahibiyim şimdi.” Bunu der demez Ammar sözünü nasıl bitireceğini biliyor gibi lafa girdi hemen. Ve sesinin arasında ölüm kokan bir ton olduğuna yemin edebilirim. “İyi bari hainliğinin karşılığını almış soysuz bir köpek olarak ölebilirsin o zaman.” Ammar’ın son kelimesi dudağından kopar kopmaz gürültülü bir patlama sesi bütün evin içerisinde yankılandı. Sesin aniden patlamasıyla bedenim beklenmedik bir ürkme ile sarsıldı. Acı duyduğum her şey iki katı olarak sarsılan bedenime yayıldı yeniden. Sesin birkaç saniye sonrasında benim yığılı kaldığım zemine, suratımın hemen önüne açık gözlü bir beden yığıldı. Gamzeli adam cansız bir şekilde burnumun birkaç santim ötesindeydi. Alnının ortasında açılan delikten burnuna doğru siyah bir kan süzülmeye başladığında gördüğüm manzara ile acılarımın hepsinin nutku tutuldu. Görüntü, beni ışıklı bir bahçeye düşen kanlı bir bedenin olduğu yere götürdü. Ben karşımdaki siyah kan ile acı duyduğum her şeyden feragat edip korku içinde kaldığımda, Ammar’ın sesi fısıltı ile karışık bir şekilde kulaklarıma doldu. “Başka bir canın daha olsaydı, onun yüzündeki peçeyi açma cesareti gösterdiğin için onu da alırdım. Acının arasında duyduğum sözler o kadar gerçekti ki, çıkan hiçbir kelimenin ona ait olamayacak kadar güzel olduğunu bilmek canımı yakmıştı… Gözlerimin hemen karşısında duran cansız beden aşağı doğru çekildiğinde, manzaram yeniden açık duran kapıydı. Gözlerim acının oluşturduğu hissizlikle olduğu yerde sabitti ve kapanmamak için direnmesinin tek sebebi bütün bu olanların gerçek olduğunu anlamak içindi. Eğer onun burada olduğuna emin olabilirsem, bir daha açılmamak üzere olacağını bilsem de direnmeyi bırakacaktım. Düşüncelerim buğulanmış bir camın damlaları gibi aşağı süzülürken, bir anda yüzümün önünde beliren ayakkabılar, görüşümü yeniden kirletmişti. Yarı gövdesi benim olduğum yere eğildikten sonra elini yavaşça boynumun altından geçirdi. Diğer kolu da bacaklarımın altından geçtiği zaman yana doğru düşen başım onun göğsündeydi. Yerden havalandığım an beklemeye yatmış bütün uzuvlarım aynı anda acı ile saldırmaya başladılar. Aşağı doğru çeken ağırlığım onun elinin değdiği her yerin lime lime olmasına neden oluyordu. Fiziksel acı yeniden başrol olduğunda, inlemelerim arka arkaya sıralandı. Ve kendimden habersiz bir söz dudaklarımdan kaçtığında, olduğum yer sonsuza kadar kalabileceğim bir yerdi. Gözlerim usul usul kapandı. “Ammar…” Buydum işte. Acınası bir haldeydim. Bunca saattir onu beklediğim, isminin ağzımdan dökülmesiyle alenen saçılmıştı etrafa. Ve onun beni ısrarla itmesine rağmen, içimde hüngür hüngür ağlayıp neden geç geldiğini sormak isteyen bir taraf vardı. “Geldim. Buradayım bak. Korkma…” Sessizlikle karşılık vermesini beklerken ağzından dökülen kelimelerin hepsinde merhamet vardı. Buradaydı. Yanımdaydı. Kollarındaki vücudumu yavaşça yatağa bıraktığında, sırtımın değdiği her yer, demir çivilere batıyor gibiydi. Başımda durduğunu biliyordum. İnlemelerim, tiz bir ağlayış halini aldığında acıdan ağlamak terimine yakından şahit oluyordum. Bedenim acının handikabında sağa sola savrulurken, zihnim kendini boşluğa bırakmadan önce duyduğum son sözler onun ağzından dökülenlerdi… “Benim yanımda olmak sana olsa olsa acı verebilir zaten. Acı dışında verebilecek hiçbir şeyim yok. Benden uzaklaşmanı sağlamak sana yapabileceğim en büyük iyilik…” Annemin beni küçükken Musevi masalları ile uyuttuğunu hatırlıyorum. O anlattıkça kapalı gözlerimin ardından binlerce kavga, binlerce savaşa rağmen kazanılmış bir zafer canlanırdı. Hiçbir zaman sonu kötü bitmezdi o masalların. Ve daima zafer elde edilmiş olurdu. Beyaz ve mavi bayrakların döşendiği kutlamalarda, insanlar keyifle dans ederdi kafamın içinde. Sırf o zaferin kutlamasını gerçekten yaşayabilmek için Süleyman Mabedi’ nin kurtulması için dua ederdim her fırsat bulduğumda. Ne zamanki sevinçlerin gözyaşları üzerine inşa edilemeyeceğini anladım, o zaman hayal kurmaktan vazgeçmiştim. Katliam gibi yaşamlar yaşatırken, mükemmel hayatlar içerisinde zevk sürmek kafamın içindeki bazı tahtaların oturmamasına neden oluyordu. Zaferin bu yola gelmesinin adil olmayacağını, olmaması gerektiğini annemin masallarını yine adil bir kafa ile dinledikten sonra fark ettim. O masallarda kavuşulması arulanan zaferlerin anıtı nasıl ki bir hayal ürünü ise, benim de onu zihnimde istemsizce kendime denk görmem o kadar hayal ürünüydü. Çünkü nasıl ki gözyaşı ve katliamların üzerine çiçekli hayatlar inşa edilemezse, kurumuş bir kalbin üzerinde de bahar yaşatılamazdı. Onun kalbi gelecek bir aleme kadar kaskatı kesilmişti. Estirebileceğim hiçbir rüzgar yamacına bile yaklaşamazdı. Duvarlarının arasına kimseyi almamaya yeminliydi. Ben ise hala hayal kurmanın derdinde olan o küçük kızdım. Kanla sıvanan duvarları aşmak benim neyime? * “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. Sonrası senin için öncesinden daha hayırlı olacaktır. Zamanı gelince Rabbin sana bahşedecek, sen de (bundan) hoşnut ve memnun olacaksın. O seni bir yetim olarak bulup sığınak olmadı mı? Ve yolunu kaybetmiş görüp seni doğru yola ulaştırmadı mı? Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? Öyleyse, sakın yetimi üzüp kahretme. İsteyip dileneni azarlayıp çıkışma. Ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle dile getir!” (Duha suresi 3-11) *** Kaçış Serisinden Selamun Aleykum. Selam Ve Dua ile...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD