“Her şey hazır mı, aslan?”
“Hazır abi, hiç merak etme,” dedi.
Derin bir nefes aldım.
Babamın gölgesinden çıkıp, kendi karanlığımı yarattığım bu dünyada artık herkesin korkulu rüyasıydım.
Çok konuşan biri değildim. Benim için tek bir kural vardı: Sessizlik.
İcraat adamıydım. Eğer istediğim olmazsa, karşımdakinin tek bir şansı olurdu — o da yaşayamamak.
Bir adamın ensesinden vurulması, benim imzam gibiydi.
Bugüne gelmek kolay olmadı. Her taşın altını kaldırdım, her ihaneti gömdüm.
Bu dünyayı ben yönetecektim.
Bir yanım karanlık sokaklara, diğer yanım polis teşkilatına uzanıyordu.
Onlar bana dokunmazdı, ben de onlara.
Karşılıklı çıkarlar, kirli eller ve sessiz anlaşmalarla işlerimizi yürütüyorduk.
Masaya doğru ağır adımlarla ilerledim.
Kapıda parola soruldu.
“Mavi Safir,” dedim ve cebimden çıkardığım safir taşı, benim için ayrılan kutuya bıraktım.
Safir… Gücün ve bilgelik sahibinin taşı.
Benim rengim.
Masaya geldiğimde herkesin gözü bendeydi.
Bazı yüzleri daha önce hiç görmemiştim. Bazılarınıysa görünce neye uğradığımı şaşırdım.
Burası öyle bir yerdi ki, kim olduğun kadar kim olmadığının da önemi vardı.
İsimler dışarıda telaffuz edilmez, geçmiş burada susardı.
Masadaki en genç üyeydim.
Ama kimse, gençliğimi zaaf sanmasın diye yıllarca kan kustum.
Her sınavı geçtim, her ihaneti kendi yöntemimle cezalandırdım.
Bu masa, artık benimdi. Ve kimse bunu değiştiremezdi.
"Ben… Demir Alp Hazemşah!"
İki elimi sertçe masaya koydum.
Bakışlarımı, masadaki her bir yüze tek tek gezdirdim.
Kimi korkuyla gözlerini kaçırdı, kimi küçümser bir tebessümle göz göze geldi. Ama hepsinin bakışında ortak bir şey vardı: Kabul.
Artık bu masada söz sahibi bendim.
“Bundan sonra, Hazemşah adı sadece bir efsane değil, gerçeğin ta kendisi olacak.”
Sözlerim odaya bir kurşun gibi yayıldı.
Sessizlik oldu.
Ve bu, benim en sevdiğim müzikti.
Toplantı bittiğinde, ağır adımlarla çıkışa yöneldim. Korumam Aslan bir adım arkamdan yürüyordu.
Aslan… Sadık, güvenilir ve gerektiğinde ölümüne sadık.
O benim gölgemdi.
Araca binerken Aslan yanaştı.
“Abi, sen o masaya çivi gibi çakıldın. Kimse kımıldayamadı. Herkes dondu kaldı yemin ederim.”
Gülümsedim.
“Dondularsa, doğru yerdeyim demektir.”
Yola koyulduk. Şehrin ışıkları camlardan süzülürken Aslan konuşmaya devam etti.
“Yalnız, şu sol çaprazda oturan yaşlı vardı ya, Yorgo. Bi tuhaf baktı sana, dikkat ettim. Bir şey mi dönüyor sence?”
“Yorgo yılların kurtudur. Ama bu kez, oltanın ucunda o var,” dedim sakin bir sesle.
Gözlerimi kapattım, şehir susmaya başlamıştı.
Ve gece, benimdi.
Eve girdiğimde salonun köşesinden kahkahalar yükseliyordu.
Hizmetçiler, güldürü programına gömülmüş, kahve fincanlarını tutarken ekrana kitlenmişlerdi.
Ben gölgede durdum.
Gülmüyordum.
Ama onları izlerken, huzura benzeyen bir şey sızdı içime.
Derken bir ses duyuldu:
“Sıradaki seyircimiz?”
Kamera, salonun orta sırasına çevrildi.
Kadın bir seyirci, mikrofonu uzattılar.
Kameraya ilk düştüğü an, zaman durdu.
Saçları dağınık değil, özgürdü.
Bakışları bir şeyi parçalıyor gibiydi.
Ama yüzünde garip bir duruluk vardı.
Sunucu, onu konuşması için zorladı:
“Bir anınız, bir espri ya da küçük bir hikâye… Ne isterseniz.”
Kadın mikrofonu eline aldı, bir an durdu.
Sonra sadece şunu dedi:
“Ben anlatmaya gelmedim… Dinlemeye geldim.”
Stüdyo kısa bir süre sessiz kaldı.
Sunucu toparlamaya çalıştı, salon kahkahalara boğuldu.
Ama ben…
O cümlede boğuldum.
İçimde bir şey sarsıldı.
Ne olduğunu bilmiyordum.
Belki de ilk kez, bir cümlede kendimi duymuştum.
Anlatmaya gelmeyen bir kadının sessizliği…
Benim kurallarımdaki tek çatlağı oluşturmuştu.
Adını söylemedi.
Sadece sustu.
Ama ben onun sesini zihnime kazıdım.
Gölgeden çıkıp odama dönerken düşünmemem gereken tek bir şey düşünüyordum:
Kimdi o kadın… ve neden susarak bu kadar çok şey söyledi?....