-Evlenelim Artık-

1282 Words
Toprak göreve gideli tam 11 gün olmuştu. Neredeyse iki haftadan beri haber alamıyorduk. Böyle haber alınamadığı zamanlar oluyormuş. Muhsin dedem söylemişti. Ama yine de insanın içinde yakıcı bir duygu oluyor işte. Belirsizlik mi denir buna? Yada alışmışlık mı? Ne olursa olsun, hayatında bir kez görmüş bile olsan, hatta o kişiyi görmesen bile canı yanıyor insanın kayıplarda. Bunu düşünmek bile tuhaf bir sisle kaplıyor insanın yüreğini. İşte iki haftadır yüreğimdeki his tam da böyle. Tuhaf ve yakıcı bir sis. * * * Onun gidişinin 12. gününde yine gözlerimiz kapıdaydı. Evdeki herkes merakla gözlerini haberlere dikiyor aynı zamanda kötü bir haber gelmemesi için dua ediyordu. Her akşam asker ve asker yakınları için Kur'an okuyup dua ediyordum. Asker yakını olmak zor derlerdi. Artık anlıyordum, tadıyordum o zorluğu. Rabbim yardımcıları olsundu. * * * 13. güne uyandığımda neredeyse iki haftadır üzerime çöken o melankolik hava ile telefonuma uzanmıştım. Belki gelmiştir de mesaj atmaya lüzum gördüklerinden olurum diye düşünmüştüm. Ama yoktu hiçbir mesaj. Her zamanki gibi aceleyle hazırlanıp yola koyulmuştum. Hastaneye gitmeden önce yapılacak işlerim vardı. Üye olduğum yardım kuruluşuna uğramam gerekiyordu. İnsanlara yardım etmek hep en büyük isteklerimden biriydi. Yardıma ihtiyacı olan insanlara din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bir yardım eli olmak istemiştim hep. Şimdilik elimden geldiğince çabalıyordum. Ömrümün sonuna dek de bu yolda ilerleyecektim inşAllah. Ben insanların bu dünyada boş durmalarını doğru bulmuyordum. Ne olursa olsun insanlar bu haldeyken dünya bu haldeyken bir işin ucundan tutmak gerektiğini düşünüyordum. Özellikle İslam alemi olarak din kardeşlerimiz bu haldeyken bizler sessizce bir köşede kalmamalıydık. Kafamın bir köşesinde birbirine girmiş onca düşüncenin arasından bir görüntü ilişti gözlerime. Bir çocuk. 10-12 yaşlarında var yok. Üzerinde beyaz rengi griye dönmüş bir tişört, bacaklarında kendine biraz bol gelmiş bir pantolon ve onu tutan yıpranmış ucu kenardan sarkmış olan ince bir kemer. Terlik giymiş ayakları çıplak ve terliğin önünden çıkmış. İnce kolları güneşten yanmış ve bu kolların sıkı sıkıya sardığı bir peçete tezgahı var elinde. Saçları sudan yeni çıkmış gibi terlemiş alnına yapışmış. Halsizliği her halinden okunurken gözlerinde yorgunluğun resmi var. Ama dünyanın kirli olarak adlandırdığı tüm bu kıyafetlerin altında öylesine güzel öylesine temiz bir çift yeşil göz var ki çocukluğun nurunu karşıdaki kişiye aktarıyor. Ben temizim diye haykırıyor adeta. Ben tertemiz bir çocuğum daha diyor. Sonra bir adam giriyor resme. Çocuğa para uzatıyor lakin peçete almadan devam ediyor yoluna. Çocuk kendi kendine birşeyler mırıldandıktan sonra götürüp veriyor parasını o adama. Dilenci değilim diyor bu kez. Alnının akıyla para kazandığını gösteriyor cümle âleme. Uzun süredir karşı kaldırımdaki bu çocuğu izlediğimi gelen otobüs ile anladım. Saate bakıp sıradaki insanlar bindikten sonra ben de geçtim. İçimden o çocuk hakkında dualarımı sıralarken bitirmiştim yolculuğu. İşlerimi hallettikten sonra hastaneye geçmiş tüm günü çalışarak geçirmiştim. Mesainin bitmesine birkaç saat kala birşeyler sipariş edip yemiştik servisteki hemşirelerle birlikte. Ardından yerime bakacak birini bulup bir çay alarak hastanenin bahçesine inmiştim. Köpük bardaktaki çay elimi yakarken onunla yarışan başka bir his daha vardı içimde. Korku çöreklenip oturmuştu yüreğime. Merak da eşlik ediyordu ona. Usul usul attığım adımlarla ilerliyor bodur bir ağacın çevresine konmuş ahşap banklardan birine oturmayı amaçlıyordum. Ta ki başımı kaldırıp gördüğüm manzara buna engel olana dek. Elimden kayıp düşen bardakla birlikte acı bir inleyiş firar etti dudaklarımdan. Yanan parmağımı umursamayarak ondan gözlerimi ayırmadım. "Toprak!?" dediğimde yüksek çıkan sesime engel olamamıştım. Hızlı adımlar atmaya başladım ona doğru. Bu hızlı adımlar koşmaktan halliceydi. Gözlerim hızlı hareketlerle onu inceliyor bir anne edasıyla şefkatle dolanıyordu yüzünde. Ben Toprak'a doğru giderken o da bana doğru geliyordu. Tekrar bir fısıldayışla döküldü ismi dudaklarımdan. Aniden etraftan alkış ve buna eşlik eden ıslık  sesleri duymaya başladım. Gençler yeni bir eğlence bulmuş gibi ikimize doğru bakıyor heyecanla o büyük buluşmayı bekliyorlardı. Aramızdaki o yüz metrelik mesafeyi aceleyle kapattık ikimiz de. Hızlı adımlarımı kesip tam karşısında durdum. Boynuna atlamamı bekleyen gençler derin bir hazimet yaşamış gibi görünse de onları düşünecek durumda değildim. Gözlerim engel olamadığım bir şekilde Toprak'ın yüzünü turluyor yüzünde gördüğüm birkaç yara içimi burkuyordu. Gözlerim sürekli parlayan gözlerine değiyor alelacele alnına düşmüş birkaç tutama çıkarıyordum. Hafif uzamış sakalları dudağının küçük bir açıyla yana doğru kıvrılması tek tek çarpıyordu gözüme. "Toprak?" dedim endişeyle. "Neredesin günlerdir? Yaran falan var mı? Eline yüzüne bak hep yara içinde." Elini alnına düşmüş tutamlara götürüp geriye iteledi. "Yok önemli birşeyim." dedi sadece. "Neden bu kadar geç geldin ki?" dedim saf endişe barındıran sesimle. Ardından bu endişenin fazla olduğunu düşündüm. Bu bana bile fazla gelmişti. "Muhsin dedem çok merak etti. Ondan diyorum." diyerek topu yine Muhsin dedeme attım. "Her zamanki şeyler işte." diyerek üstü kapalı bir cevap verdi. "İyiyim ben merak etmesin dedem." dedi serseri bir gülümseme ve koca bir ima barındıran sesiyle. Karşı karşıya pembe gri kaldırım taşlarının üzerinde dikilmiş konuşurken Toprak etrafa bakınıp eliyle ilerlememi istedi. Gösterdiği yere doğru giderken az önce yere düşürdüğüm bardağı da alıp çöpe atmayı ihmal etmemiştim. İnce yaprakları olan ve muhtemelen hastane bahçesindeki en eski ağaçlardan birinin altında durup arkamdan gelen Toprak'ı bekledim. "Aslında seninle birşey konuşmak için gelmiştim." dedi sırtını ağacın geniş gövdesine yaslayıp. Başımı sallayıp konuşmasını bekledim. Kollarını göğsünde bağlayıp derin bir iç çekip gözlerini bana çevirdi. "Evlenelim artık." dedi aniden. "Ne?!" "Şu evlilik işi." dedi önüne bakarak. Sonra tekrar bana döndü. "Bir an önce halledelim diyorum." "Neden böyle aniden?" dedim ben de ciddileşerek. Ciddileşen tavrım ile kollarını göğsünden çözüp ikna etmek ister gibi konuşmaya başladı. "Sürekli göreve gidip duruyorum. Böyle giderse daha da uzayacak." "Tamam o zaman." dedim ben de derin bir solukla. "Hazırlıklarda birşey yok zaten. Bir iki güne diyelim mi?" "Tamamdır." diyerek başını salladı. Uzun bir sessizlik süregeldi aramızda. Onun sırtı ağaç gövdesine yaslıyken yeri izliyordu. Benim gözlerim boş boş etrafta geziniyor arada yere değiyordu. "Peki sen?" diyen sesini duydum Toprak'ın. "Sen beni merak ettin mi?" Fısıltıdan farksız çıkan sesi bana bir sır vermek ister gibiydi sanki. Gözlerinde yanıp sönen bir ışık ilişmişti gözlerime. Hayır merak etmedim diyerek saçmalamayacaktım. Merak etmiştim. Hatta içimi saran bu duyguya ben bile şaşıp kalmıştım. Başımı salladım aşağı yukarı. "Ettim tabi." dedim ben de ondan farksız bir ses tonuyla. "Edilmez mi?" Sonra yüzünü öyle bir gülümseme  esir etti ki ben bile şaşıp kaldım bu haline. Onun da benden farkı yoktu sanki. Toprak'tan Operasyondan döner dönmez ilk işimdi Eylül'ü görmek. Hastane bahçesine gelip aramak için telefonu elime aldığımda fark etmiştim onu. Elinde bir bardak tutmuş yorgunca yürüyordu. Gözleri bana değdiğinde elindeki bardağı düşürdü. Bana doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladığı an benim adımlarımın rotası da ona doğruydu. Özlemiştim sanırım. Tuhaf bir duyguydu bu. Timdeki herkesin bir sevdiği bir bekleyeni varken ben bunu hiç yaşamamıştım. Ama şimdi Eylül'le bunu da tatmıştım. Birini özlüyor kavuşmayı bekliyordum. Tuhaftı ama güzeldi. O bana böyle hızlı adımlarla gelirken çevreden gelen sesleri umursamamaya çalıştım. Çalıştım ama içimde öyle bir hiç vardı ki koş diyordu sarıl sımsıkı. Al kollarına o merak ettiğin kokuyu derin derin çek içine. Sonra bunu yaparsam Eylül'ün beni kör bıçakla doğrayacağı geliyordu aklıma. Söylediği sözler yankılanıyordu kulaklarımda. Hemen vaz geçiyordum. Birbirimize yaklaşıp karşı karşıya durduğumuz an aceleci tavırlarla gözlerimizi birbirimizde gezdirmeye başladık. O beni kontrol ediyordu yaralı mıyım diye. Benim ise tek derdim özlediğim yüzünü görmekti. Bunca zaman düşündüğüm yüzünü birkaç saniye içinde yine aklıma kazımaya çalıştım. Ayrıldığımızda her bir ayrıntısını hatırlamakta zorlanıyordum. Sinirlerim bozuluyordu hatırlayamayınca. Sonra yine onu göresim geliyordu. Aklım boş kaldığı her anı Eylül'ü düşünerek geçirmişti. Onu düşündüğünde mesut olan aklım ikimizi bir araya getirdiğinde şirazeyi bozuyordu. Olmuyordu asla. İkimizi aynı yerde düşünemiyordu. Bir an bana güldüğünü hayal edip tebessüm ediveriyordum. Sonra belki ona sarılabileceğim ihtimali geliyordu aklıma.  Sonra diyordum, belki elini tutarım. İşte orada kopuyordu tüm kayışlar. Lan diyordum kendi kendime. Sen elleri barut kokan adam, neyine güveniyorsun da o kızın elini tutmak istiyorsun? Ona sarılamayı düşünüyorsun da ertesi güne çıkacağın belli değil, diyorum. Ondan sonra o tebessüm kayboluyor yerini amansız bir serzenişe devrediyordu. Ne söz verdiysem yapacağım diyordum kendi kendime. Dedem için yaptığın bir evlilikse sözüne sadık kal diyordum tıpkı şimdi söylediğim gibi. Sözüne sadık kal diyordum...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD