Rodos yatak odasının kapısı kayarak açıldığında içeri girdi. Girişini algılayan sensörler karanlık odayı bir bir aydınlatırken kollarındaki kadını, siyah çarşafların sarmaladığı yatağa bıraktı. Gece karası saçlar, çarşafla bir olurken kalçasını yatağa yerleştirdi. Ağırlığıyla çöken yatakta kadının bedeni, bacağına değdi.
Eşini inceleyen gözleriyle yüzüne oturttuğu soğuk maske parçalanmaya başladı. Henüz yirmilerindeyken başlamıştı onu özlemeye, varlığının nasıl hissettireceğini düşünmeye. Her zaman bir düş gibi gelmişti. Aile sıcaklığını, sevgisini tatmamıştı. Nasıl bir şeydi bilmiyordu. Ölümsüzlerin çoğu bilmezdi bunu. Onlar çocuk olarak görülmemişler, asker olarak yetiştirilmişlerdi.
Eşler, onlara sunulan bir mucizeydi. Sevgiye onlarla doyar, sıcaklığı onlarla tadarlardı. En basit tarifi buydu. Şimdiye dek onun için bir tarif olarak kalmıştı. Gözlerini kapamaya ihtiyaç duymadan gördüğü bir düş, tadına bakmak için sabırla olgunlaşmasını beklediği bir meyve.
Alnında oluşmaya başlayan kırışıklıklar ve ne yapacağını bilemeyerek kucağında birleştirdiği elleriyle olduğu yerde düşüncelere dalmıştı.
Dün kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Bugünse her şeye sahipmiş gibi hissediyordu.
Kokuyordu. Nasıl korkmasındı? Sonunda yanındaydı ama varlığı bir çırpıda yok olacakmış gibi geliyordu. Bu yüzdendir ki henüz gülümseyemiyordu. Vardı. Gözlerinin önündeydi ama yok gibiydi.
Tedirgince kalkan eli kadının yüzüne yerleşirken göz kapakları titreşerek kapandı. Teni soğuktu. Normal miydi? Bilmiyordu. Irkından mı kaynaklıydı? Bilmiyordu.
Sahi, ne biliyordu ki?
Suçlulukla verdiği nefesinin ardından göz kapaklarını aralamadan burnunu kadının yüzüne yaklaştırdı. Bu kokuyu sevmişti. Gittikçe keskinleşen okyanus ve geri planda kalan hafif toprak kokusunu. Doğallığın, tabiatın dile gelmeyen varlığı gibiydi.
Burnu kadının soğuk yanağına temas ettiğinde içi titredi. Ardından korkuyla geri çekildi ve gözlerini hızla açtı. Eli kadının saçlarının üzerine düşerken ne yapacağını bilemiyormuş gibi sağına soluna baktı. Tavırlarında suç işlemiş bir çocuğun korkusu gizliydi.
Kadın onun muydu artık? Ona istediği gibi dokunabilir, onu istediği gibi sevebilir miydi?
Düşüncelerini doğrulamak istercesine kıvrılan parmakları, gece karası saçları okşamaya başladı. Yüzünde dakikalardır kondurmaya korktuğu gülümseme yer edindi. İnanmazlık ve gerçek arasında gidip gelen duyguları, gözlerinden sel gibi taşıyor ve kadının ona olan aitliğini kanıtlamaya çalışıyordu.
"Benim misin sen?"
Sahibine yabancı ses, odayı doldururken yüksek sesle konuştuğunun farkında bile değildi. Özlemişti! Kendine ait olduğunu öğrendikten hemen sonra ellerinden alınmış gibi korkakça bir zaaftı ona olan özlemi. Sonunda arayışı bitmişti. Artık avuçlarının arasındaydı. Tıpkı bir kedi kadar sessizce uyuyordu. Daha fazla düşünmeyi bıraktı ve her şeyi boş verip yüzünü boynuna gömdü.
İç çekişlerini izleyen gözyaşları, kadının açıkta kalan tenine değerken parmakları okşadığı saçları sıkıca kavradı.
İkilemler, yerini netliğe bırakmıştı. Kadın burada, kollarındaydı. Mühür kalbine işleniyordu ve şüpheye düşmesini gerektirebilecek hiçbir şey kalmamıştı.
Kabusları... ruhuna işlenen işkenceler son bulmuş muydu artık?
"Konuşalım" diyen yoldaşının sesi, zihninde yankı bulurken başını kaldırarak gözyaşlarını temizledi.
"Salona gel"
Yoldaşıyla ilgilenmesinin zamanı gelmişti.
"Tamam"
Yataktan doğruldu. Gözlerini eşinden koparmayı güçte olsa başarmış, duygularını yine bastırmıştı.
Odadan çıkar çıkmaz, sağa dönerek küçük dairesinin salonuna yöneldi. Koltuklardan birine yayılmış onu bekleyen yoldaşının hemen karşısındaki koltuğa geçti. Sabırsızdı. Ancak Kıraç'ın durgun ve sakin haline ayak uydurmaya çalışıyordu. Ona tersti bu. Neşeli ve yerinde duramayan bir yapısı vardı yoldaşının. Ancak şimdi ön ayakları koltuktan sarkmış, başını ayaklarının üzerine yatırarak gözlerini kapatmışken hiç de kendisi gibi görünmüyordu.
"Eşin, benim kanımdan" diye başlayan yoldaşıyla kollarını göğsünde bağlayarak sırtını koltuğa yasladı.
"Yani?"
"Abimin kızı"
Gözleri kocaman olan komutanın göğsünde bağlı kolları yanına düştü. Aynı özden olmanın, aynı kanı taşımak anlamına geldiğini düşünerek belli ki tuhaf bir yanılgıya düşmüştü. Bunu dile getirdiğine göre kan bağlarını insanlardan daha fazla önemsiyor olmalıydılar.
Dakikalardır kapalı duran göz kapaklarını aralayarak gözlerini komutanın şaşkın yüzüne diken Kıraç "Evet. Bu oldukça önemli bir bağ" dedi.
"Ne kadar önemli?"
Başını ellerinin arasına aldı. Eşini ondan alacak herhangi bir engelle karşı karşıya olmaktan korkuyordu. Onun yalnız ve kimsesiz olmasını istemekle bencillik yapmıştı biliyordu. Ancak onu birileriyle paylaşacak olma düşüncesinden hoşlanmamıştı. Şimdilerde bu önemli değildi. Aile bağları denilen şey bu yüzyılda istisnalarla sınırlıydı. İnsanlar ailelerinden bağımsız yaşamayı seviyordu.
Peki ya kadın, geldiği zamanda onun için değerli birini bırakmış olabilir miydi?
"Sizde kadim çocukları neyse bizde de pişdarın çocukları odur"
"Eşim…" diyen komutan, başını ellerinden kurtararak "Yönetimden mi?" diye sürdürdü kesik konuşmasını. İşler sandığından daha karmaşık bir hal alıyordu.
"Evet ama önemli olan bu değil"
"Ne… ne önemli?"
"O, istenmeyen... Karma... Çiğnenen kuralların tohumu..."
Ona yakıştırılan yüzlerce isim duymuştu.
"Bu neyi değiştirir?" diyerek oturduğu koltuktan güçlükle kalkan Rodos, elleriyle saçlarını çekiştirerek sormuştu bu soruyu. Anlayamıyordu. Ne ırkını ne de istenmeyişini.
Onu paylaşacak olma düşüncesini dahi bir kenara bırakmıştı. Anlaşılan o ki eşi, zaten reddedilen biriydi.
"Bilmiyorum"
"Ne demek bilmiyorum!"
Neredeyse haykıran Rodos, Kıraç'ın uzandığı koltuğun önüne çöktü ve yumruğunu zemine vurdu. Öfkesi mavilerinde kıvılcımlarla dans ediyor, bedenini gibi düşüncelerini de baltalıyordu. Ona zarar verirler miydi?
"Bilseydim bu halde olur muydum?"
Göz kapaklarını tekrar indirdi Kıraç. Kadın kanıydı... ırkıydı... abisinden kalan tek parçaydı... tüm bunlara rağmen onun istenmeyen olduğunu, abisinin ölümüne neden olan kadının kızı, infazcının torunu olduğunu bilmezden gelebilir miydi?
"Bilmiyorlar! Bilmiyorlar değil mi?"
"Öyle olmasını umalım" diyen Kıraç, inleyerek yüzünü ön ayaklarının arasına gizledi.
"Umalım mı? Öğrenecekler mi demek istiyorsun?"
"Evet. Sana her şeyi anlatmaya fırsatım olmadı"
"Başka ne oldu? Anlat!"
"Kadını aldığım yerde. Evimizde. Bir infazcı vardı. Tüm ırkımız sürülmüştü adadan. Ancak infazcı oradaydı. Ağabeyimi öldüren kişiyle aynı kişi olmalı... Bu, da kadını aldığım için öfkelenmesini ve evimizi küle çevirmesini açıklar" diyen Kıraç, komutanın zihnine ulaşan fısıltılarla uzandığı yerden hızla doğruldu. Ardından saniyeler önce kendi söylediklerini tekrar etti.
"Ağabeyimi öldüren kişiyle aynı!"
"Sakin ol!"
Kendi karmaşasını ve sorularını bir yana bırakarak yücesinin öfkesini dizginlemeye çalıştı.
"Anlamıyorsun!.."
Neredeyse inleyerek pençelerini koltuğun sert derisine sapladı. Kadını korumak isterken ailesini tehlikeye atmıştı.
"Anlat o zaman"
"Kadının ve benim ardımdan geçide girdi"
Çöktüğü yerden hızla doğrulan komutan, titreyen dizlerine hakim olmaya çalıştı. Eşini elinden almak isteyen kişi, bu zamana adım atmayı başarmış mıydı?
"O... o burada mı?"
"Tam olarak değil"
"Düzgün anlat şunu!"
Ona bağıran komutanla deriye sapladığı pençelerini çekiştirdi. Onun çekmesiyle sıra halinde uzayan çiziklerin sesi, salona yayıldı.
"Onu kadından uzak tutmak için aya yolladım"
Sinirden bedeni titreyen komutan, Kıraç'ın sözleriyle kala kaldı. Şaka yapılacak zaman mıydı şimdi? Gittiği hızla dönen öfkesinin hareket etmesine izin verdiği ölçüde koltuğa attı bedenini. Daha fazlasını kaldırabilecekmiş gibi hissetmiyordu. Bu nedenle zihnini işgal eden düşüncelerin Kıraç'a ulaşmasına izin verdi.
İkilinin arasında dalgalanan kızıl dalgalar, halkalar oluşturarak çevrelerini sardığında Kıraç'ın anıları komutanın zihninde can buldu.
Önünü saran berrak suların arasından baktı özlerin yuvasına. Gittikçe kararan ağaçlar bir bir dökülerek yok olurken rüzgarın savurduğu küllerin dansına şahit oldu. Yoldaşının dediği gibi. Koca orman kül olup yağmıştı sanki.
Hızla yol alan kara duman, gittikçe yaklaşırken gözleri suların aralarına set çektiği kıyıya değdi. Simsiyahtı. Geceden kara, ölümden öfkeli görünüyordu. Duruşu sağlam, amacı belliydi.
Eşini böylesine tehlikeli ve acımasız biriyle düşünmeye nasıl dayanabilirdi?
Kurdun suya dalışıyla anılar zihninden çekildi.
"Sonrası?.."
"Olanlar görülebilecek bir şey değildi komutan" diyerek tırnağıyla deriyi parçalamaya devam etti.
Özlerin karıştığı bir karmaşanın nasıl göründüğünün önemi yoktu. Bu, ancak bedensel bir savaş olsaydı dışarıdan bakan biri için anlamlı olabilirdi.
"Aya gönderdin?"
"Evet. Can düşmanımızı, aileme gönderdim"
Sesinden pişmanlık akıyordu.
"Ay" diyerek başını koltuğa yaslayan komutanın dudakları, iki yana kıvrılarak yüzünü şekillendirdi.
"Demek ayda yaşıyorsunuz"
Sözleri dalga geçer gibi çıkmıştı dudaklarından ki amacı da buydu. Dalga geçmek
"Evet"
Onun beklediğinin aksine ciddiyetle gelen onaylama, başını yana yatırarak Kıraç'a dönmesine neden oldu.
"Ağabeyini öldüren, sizi süren kurdu yaşadığınız yere mi gönderdin?"
Komutanda yoldaşı kadar ciddiydi artık. Zira Kıraç'ın ciddiyetini geçte olsa görmeyi başarmıştı.
"Evet"
"Neden?"
"Gönderebileceğim başka yer yoktu. Kadından uzak tutmam gerektiğini düşündüm. Sonrasını düşünecek fırsatım olmadı anlıyor musun? Ne olup bittiğini anlayacak zamanım oldu mu sanıyorsun!?"
Kıraç, sitemli çıkışının ardından neredeyse paramparça ettiği koltuktan atlayarak koridora yöneldiğinde komutanda oturduğu yerden doğruldu. Yoldaşı, kadını ona getirmek için ailesini ne kadar büyük bir tehlikeye atmıştı?
"Ne yapacaksın?"
Kurdun koridorda kaybolan bedeninin peşine düştüğünde Kıraç, "Hiçbir şey" dedi ve kendini odasına kapattı. İş işten geçtikten sonra ortalığı daha da karıştırmaktan başka hiçbir şey gelmezdi elinden.
Koridorun başında kala kalan adımlarının güçlükle taşıdığı bedenini, duvara yaslayarak kendini zemine bıraktı. Sağlam ve güçlü bedeni saatler içinde tükenmiş, daha fazla şey düşünecek mecali kalmamıştı. Korkusu bedenine nüksederken kara kurdu eşinden nasıl uzak tutacağını düşünmek için çabaladı. Ancak başaramadı.
Yoldaşının ve kadının yattığı odaların kapısında gezinen gözlerini, tavana dikerek başını duvara yasladı. Uzuvları iflas etmişti. Dinlenmeye ihtiyacı vardı. Soğuk ve rahatsız edici zeminde uzanmak yerine daha cazip gelen bir seçeneği vardı. Eşiyle arasındaki mesafeyi duvardan destek alarak kat etti. Yana kayarak açılan kapıyla üzerine yapışmış zırhı güçlükle çıkarıp olduğu yere bıraktı. Ardından hala baygın olan bedenin yanına uzanarak yüzünü saçlarına gömdü.
Ölümsüz olarak neredeyse hiç uykuya ihtiyaç duymazlardı. Ancak günde birkaç saat dinlenerek bedenlerini dinç tutmayı tercih ederlerdi. Buna rağmen bedeninin yorgun düşmesine neden olan şeyin uykusuzluk veya açlık olmadığının farkındaydı. Belki bugün yaşananlardan, belki de sadece kalbini düğümleyen kadındandı yorgunluğu. Nedenini, bilincini kaybedene dek bulamadı.