Duru, mutfaktaki küçük balkonunda sandalyesine yaslanmış, yavaşça önündeki kahve fincanını çeviriyordu. İnce şalı omzuna daha sıkı sararken, bakışlarını karşı apartmanın gri duvarında gezdirdi. Gözleri bir noktaya kilitlenmiş gibi görünüyordu ama zihni çok daha uzak bir yerdeydi. Sonunda usulca döndü ve Serra’ya bakarak,
“İşte... her şey böyle oldu,” dedi fısıltıya yakın bir sesle.
Serra’nın yaşadığı şoktan kahvesini içmeyi unutmuş, kahvesi masada soğuyup kalmıştı. Gözleri, tam karşısında oturan arkadaşının yüzüne kilitlenmişti. O an ne diyeceğini, nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordu. Yutkundu. “Yani... Revirde mi?” dedi, sesinde hem hayret hem de eğlence vardı.
Duru utançla başını eğdi, yanaklarına birden yayılan kızarıklık hemen fark edilebilecek düzeydeydi. Başını küçük bir hareketle salladı, “Evet...” dedi neredeyse fısıldayarak. Duru yaptığından hem utanıyor hem de hatırladıkça içinden yükselen arzuyla baş etmekte zorlanıyordu. “Ben de kendime inanamıyorum,” dedi dürüstçe, sonra derin bir nefes aldı. “Ama... o andan beri sanki bir rüyadayım. Gözlerimi kapattığımda hep onu düşünüyorum.”
Serra gözlerini devirdi ama yüzündeki şaşkınlık hâlâ geçmemişti. “Sen bu adama fena kapılmışsın,” dedi kaşlarını kaldırarak.
Duru başını yavaşça salladı. Gözleri uzaklara daldı. “Evet,” dedi, içten bir itiraf gibi. “Ve en kötüsü de ne biliyor musun?”
Serra çenesini ellerine dayayarak, hâlâ şaşkın ama meraklı bir şekilde, “Ne?” diye sordu.
“Onun için bu sadece tek seferlik, basit bir şey miydi... yoksa benden gerçekten hoşlanıyor mu, bilmiyorum.”
Sessizlik bir süre iki arkadaşın arasına yerleşti. Aşağıdan bir yerlerden çocuk sesleri geliyordu. Duru, kahvesinden bir yudum daha aldı. Kahve diliyle buluştuğunda, içindeki huzursuzluk daha da keskinleşti.
Serra da yavaşça çoktan soğumuş kahvesinden bir yudum aldı. “Yani... yani onu seviştikten sonra görmedin?” dedi.
Duru başını iki yana salladı. “Hayır. Revirden çıktıktan sonra bir daha karşılaşmadık. Bundan sonra ne olur hiç bilmiyorum..”
Serra düşünceli bir şekilde kahvesini yudumlarken kaşları çatıldı. “Yani?,” dedi net bir sesle.
“Benim için... o an... her şeydi,” dedi Duru. Sesinde hem özlem hem bir parça utanç vardı. “Hayatımda yaşadığım en gerçek şeydi. Gözlerinin içine bakınca zaman durmuş gibiydi. Ama onun için ne anlama geldiğini biliyorum. Onun için de özel miydi yoksa sadece sıradan, öylesine bir şey miydi düşünüp duruyorum. ”
Serra derin bir nefes aldı. “Peki ya sonra? Yani şimdi ne hissediyorsun? Pişman mısın?”
“Asla. Onu tekrar görmek istiyorum,” dedi Duru tereddütsüz. “Ama aynı zamanda korkuyorum. Ya gerçekten onu için benim kadar anlamı yoksa? Ya onun için sadece bir anlık bir arzuysa?”
Serra sessiz kaldı bir süre. Ardından Duru’nun elini tuttu. “Bence onun için de bir anlamı vardı. Yoksa koskoca bir komutan askeriyede böyle bir şeye kalkışmazdı.”
Duru gözlerini kaçırdı, ama içinde bir umut kıpırtısı belirmişti. “Umarım,” dedi sessizce.
Bir süre daha konuşmadan oturdular. Gökyüzü yavaş yavaş yıldızlara bürünüyordu. Serra sandalyesinde geriye yaslanarak gözlerini kapattı. “Yani...” dedi gülerek, “ben üçüncü buluşmayı beklemeden adamı evime çağırdım, sen daha adını zor bildiğin adamla... Neyse, bu konuda seninle yarışamam galiba.”
Duru gülmeye çalıştı ama gözlerinin içi dolmuştu. “Adı... Hakan,” dedi. "Hakan Alparslan."
....
“Kürşat dağdan indiğine göre büyük bir şeylerin peşinde olmalı,” dedi Tercan, bakışlarını Komutan Alparslan’a dikerek. Gözlerinde yalnızca istihbaratçılara özgü o donuk, ölçen ifade vardı. Bu ifade, karşındakinin yüreğini, zihnini ve niyetini okumak için yüzündeki ipuçlarını toplardı.
Komutan Alparslan başını çevirip Albay Kemal’e baktı. Albay’ın gözlerinde karmaşık bir ifade vardı: endişe, sorumluluk ve bir parça çaresizlik. Ama hepsinden öte, "karar senin" diyen bir sessizlik… Bir albaya yakışır şekilde sessizdi ama o sessizlikten vatanına sadık bir askerin kararlı bakışları da seziliyordu.
Komutan Alparslan çenesini sıktı. Gözleri kararlı, bakışı sertti. İri yapılı, atletik vücudu dimdik duruyordu. Disiplinli duruşu, yüzüne kazınmış o sert ve maskülen hatları daha da keskinleştiriyordu. Yüzü taştan oyulmuşçasına ifadesizdi. Ama beyni düşüncelerle dolup taşıyordu.
Sonunda, bozkurtlara yakışır bir kararlılıkla başını kaldırdı.
“Görevi kabul ediyorum,” dedi, sesi tok ve netti. Bu ses, dağlarda düşmana karşı haykıran, kışlada askerini bir bakışıyla hizaya sokan, güçlü ve kararlı bir komutanın sesiydi.
Tercan, yüzünde çok belli etmediği bir rahatlamayla başını salladı. Elini masadaki dosyaya uzattı, kalemini çıkardı, kısa bir numara yazdı ve dosyayı Komutan Alparslan’a doğru itti.
“Bu dosyada Kürşat’ın İstanbul’da görüldüğü mekanlar, bazı kamera kayıtları ve potansiyel temas noktaları var,” dedi. Sesi, sözlerinin ağırlığını taşıyordu. “Bu görevi şimdilik büyük bir titizlikle gizli yürüteceksin. Kürşat’ın neyin peşinde olduğunu öğrenmeden bu meseleyi kimse bilmemeli. Zaten senin gibi deneyimli bir komutan, bu konuda ne kadar hassas olması gerektiğini biliyordur.”
Komutan Alparslan dosyayı alırken başını eğdi. “Merak etmeyin,” dedi, sesi bir kılıç gibi keskindi. Dosyayı sıkıca tuttu.
Tercan, cebinden çıkardığı küçük bir kâğıda başka bir numara daha yazdı.
“Bu benim doğrudan hattım,” dedi. “Hiçbir görüşme 15 saniyeyi geçmesin. Sana ihtiyacın olan her şeyi sağlayacağız. Araç, sahte kimlik, para, ekipman... Ne gerekirse.”
Alparslan başını salladı. Bu tür kurallar ona yabancı değildi. Dağda, ovada, şehirde sayısız operasyon yürütmüş, her zaman dikkatle hareket etmişti. Bu görev de onun için yeni bir şey değildi, aksine yarım kalmış bir iş, ödenmesi gereken bir borç gibiydi. Zamanında öldüremediği bir itin neyin peşinde olduğunu anlama ve vatanına verdiği sözü tutma borcu...
...
Konuşma bittiğinde Hakan dosyayı kolunun altına sıkıştırdı ve odadan çıktı. Merdivenlerden inerken adımlarındaki kararlılık ve öfke dikkat çekiciydi. Omuzlarına yüklenen yük ağırdı ama o bunun gibi ağır yüklere alışkındı. Yoldan geçen birkaç genç asker onu görünce toparlanıp selam verdi. Alparslan tek kaşını hafifçe kaldırarak karşılık verdi. Disiplini ve karizması sadece emirlerle değil, duruşuyla da hissedilen bir komutandı. Bu yüzden karşındaki kim olduğunu bilmese de ona her zaman saygıyla yaklaşırdı.
Arabasına binip dosyayı ön koltuğa attı. Anahtarı çevirmeden önce birkaç saniye direksiyona tutttu. Gözlerini yumdu.
“Kürşat…” diye mırıldandı. Adını anmak bile kanını kaynatıyordu. Bu isim ona sadece ihaneti değil, kayıpları, yaralanan askerlerini, dağda iz peşinde yaşadığı geceleri hatırlatıyordu... Onu öldürdüğünü sanmıştı. Yıllarca ortalarda gözükmemişti. Ama şimdi... Şimdi geçmişin hayaleti burada, İstanbul’daydı.
Arabanın motoru çalıştı. Kışladan çıkarken aynaya son kez baktı. Yarın sabah tekrar burada olacak, her şey normalmiş gibi davranacaktı. Ama artık hiçbir şey normal değildi. Ne meslek hayatında, ne de kişisel hayatında...