Gece yarısıydı. Hakan evine vardığında perdeleri çekti ama ışığı açmadı. Bu eski bir alışkanlığıydı. Gözlerini karanlığa alıştırdıktan sonra masa lambasını yakıp dosyaları tek tek masanın üzerine yaydı. Her birini dikkatle inceledi. Kameradan alınmış birkaç görüntü, Kürşat’ın belli belirsiz profili. Bir sokak lambasının altında sigara içerken çekilmiş resmi. Yüzünde eski bir tanıdıklık vardı ama bir şeyler de değişmişti. Sanki gözleri daha karanlık, daha sinsi, daha kötüydü…
Görüldüğü mekanların adreslerine baktı. Beyoğlu, Kadıköy, Esenyurt.
Farklı semtlerde, farklı zamanlarda.
“Yarın sabah ilk görüldüğü yerden başlayacağım,” diye düşündü kurşun gibi bir kararlılıkla. Listedeki ilk mekân bir kafeydi. Kürşat oraya neden gitmişti? Kiminle görüşmüştü? Amacı neydi?
Hakan’ın zihni olasılıklarla doluydu. Planını kafasında şekillenmeye başlamıştı. Nefesini tuttu, sonra yavaşça verdi. Tüm bu soruların cevabı oralarda bir yerlerdeydi. Ve o cevapları sadece Kürşat’ı gerçekten tanıyan biri bulabilirdi: Yani Komutan Alparslan.
Ve o da yarından itibaren gerçek bir bozkurt gibi İstanbul sokaklarına inecek, iz sürecek, yarım bıraktığı işi bu sefer gerçekten bitirecekti...
....
Dışarıda rüzgar inceden esiyor, yaprakları duvar diplerine sürüklüyordu. Komutan Hakan Alparslan, masasında saatlerdir dosyaları inceliyordu. Kürşat ile ilgili dosyadaki her belgeyi, her resmi, her raporu tek tek aklında canlandırıyor, tüm detayları kafasında birleştirmeye çalışıyordu. Kürşat sadece basit bir tehdit değildi; aynı zamanda onlarca askerin ölümüne sebep olmuş tehlikeli bir teröristti. Onu çözmek ve bir sonraki hamlesinin ne olacağını anlamak çok önemliydi. Ama hayatında ilk defa zihni bir göreve tam anlamıyla odaklanmakta zorlanıyordu.
Bir süre daha belgelere baktıktan sonra dosyaları kapattı, gözlerini ovuşturdu ve sandalyesinden kalktı. Odanın içi karanlıktı ama ışığa ihtiyacı yoktu. Alışkın adımlarla sessizce mutfağa ilerledi. Dolabı açtı. Buz gibi viskiyi eline alıp kapağını açtı. Kafasına dikip ağır ve yakıcı bir yudum aldı.
Boğazından aşağı inen sıcaklık göğsüne yayıldığında, aklına Tercan’ın akşam söylediği sözler geldi. “Bu görevi şimdilik büyük bir titizlikle gizli yürüteceksiniz. Zaten senin gibi deneyimli bir komutan, bu konuda ne kadar hassas olması gerektiğini biliyordur...” demişti. Ama bu gizliliğin önünde duran bir tehlike vardı: Duru.
Bir kadının, bu kadar kısa sürede hayatına bu kadar etki etmesi… Hakan kendi mantığına ters düşen bu etkiye de kendisine de öfkeliydi. Ama öfkesinin altındaki duygular daha derin ve karmaşıktı. Çünkü Duru’yu düşündükçe sadece bitmek bilmez bir arzu değil, huzursuz bir yakınlık da hissediyordu.
Normalde bir kadını arzuladığında, onunla yatar, istediğini alır ve sonra onu unuturdu. Hakan Alparslan’ın dünyasında kadınların kalıcılığı yoktu. Ama Duru'da öyle olmamıştı. Onun o masum ama meydan okuyan gözlerini her hatırladığında içi titriyordu. Sadece basit bir arzu değildi bu, başka bir şeydi. Tanımlayamadığı, rahatsız edici bir çekim... Ve bu çekim, işine, disiplinine ve hatta kimliğine aykırıydı.
Viski şişesini tezgâha koydu, ellerini tezgâha yaslayarak başını eğdi. Derin bir nefes aldı.
“Siktir…” dedi alçak bir sesle. Dişlerini sıktı.
Bir asker, bir komutan, hiçbir zaman kendini şahsi meselelere bu kadar kaptırmamalı, her zaman önce vatanını düşünmeliydi. Ama olmuyordu işte. Aklı Kürşat’ın peşinden koşarken, kalbi -bitmek bilmeyen bir arzu ve şehvetle- Duru’ya dönüyordu. Onun sessiz meydan okuyuşu, ince bilekleri, göz göze geldiklerindeki bakışındaki mahcupluğu, gecenin karanlığında Hakan’ın zihninde arzuyla büyüyordu.
Kendine gelmek istercesine viskiden büyük bir yudum daha aldı. Ama nafile. Ne kadar bastırmaya çalışsa da, o gün revirde yaşananlar, Duru'nun teninin sıcaklığı, sıcak teninin kokusu… hepsi hâlâ aklındaydı.
Bu kız, hayatından gelip geçen diğer kadınlar gibi değildi. Her şeyiyle farklıydı. Ve bu onu ürkütüyordu. Çünkü Duru, onu sarsmıştı. Tüm kurallarını, disiplini ve hatta düşüncelerini yıkmıştı. Hakan ise tam olarak bundan korkuyordu. Çünkü onun dünyasında ise her şey sınırlı, planlı ve kontrollüydü. Öyle olmak zorundaydı.
Başını kaldırdı, mutfağın penceresinden dışarı baktı. Gece karanlıktı ama Duru’nun hayali aklında gerçekmişçesine canlıydı. Gözlerini yumdu.
“Kendine gel, Alparslan,” dedi öfkeyle. Ama kendine ne kadar kızsa da içinden bir ses her şeyin o kadar kolay olmadığını söylüyordu.
...
Duru, o sabah güne farklı bir heyecanla uyandı. Uyandığında aklına gelen ilk şey, gece boyunca zihnini meşgul eden, rüyalarına giren ve sabahı zor etmesine neden olan adam yani Komutan Hakan Alparslan'dı. Adını içinden geçirdiğinde bile içini ısıtan arzu dolu bir kıpırtı bedenini sarıyordu. Onun sert bakışları, kelimelere ihtiyaç duymayan karizması, güçlü duruşu... Hepsi birlikte Duru’nun aklını başından almıştı. Daha önce hiçbir erkek için böyle hissetmemişti.
Bugün onu tekrar görebileceğini hissediyordu. Görmeliydi. Aralarında olan şey... her neyse, adı konulmamış, hatta konuşulmamış bile olsa, bu kadar yoğun hissettiren bir bağın peşinden gidilmesi gerektiğini hissediyordu. Hayatında ilk defa bir erkek için böyle hissediyordu.
Aynanın karşısına geçti. Saçlarını her zamankinden daha özenli ve güzel topladı. Makyajını yaparken gözlerinin daha belirgin olmasına özen gösterdi. Hafif bir allık sürdü yanaklarına. Ne kadar bastırmaya çalışsa da, içinden gelen o tatlı heyecan yanaklarına doğal bir pembelik bırakıyordu zaten.
Kapıdan çıkarken kalbi küt küt atıyordu. Bir yandan kendini aptal gibi hissediyor, bir yandan da bu tuhaf masala kapılmaktan kendini alamıyordu.
Kışlaya vardığında adımları telaşlı ama kontrollüydü. Revirin kapısına yaklaşırken duraksadı. İçeri girdiğinde gözleri ilk iş onu aradı ama yoktu. Derin bir nefes aldı. Masasına oturdu. Gözü dün seviştikleri sedyeye ilişti. Bir ayağı eğilmiş miydi ona mı öyle geliyordu? Gülümseyip başını salladı. Hakan’ın o güçlü bedeniyle sedyeyi kırmamış olması bile bir mucizeydi.
Zaman geçtikçe düşünceleri birikmiş bir yangın gibi bedenini sarıyordu. Düşüncelerini ve heyecanını bastırmaya, kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. “Bugün tekrar gelecek” diye düşündü içinden. Sevişmeye olmasa da konuşmaya. Gelmeliydi. Gelmesi gerekiyordu.
Birkaç defa kapıya göz ucuyla baktı. Gelen giden yoktu. Zaman ağır ağır ilerliyordu. Her saniye, içindeki sabrı biraz daha zorluyordu. Saat on bir buçuğa yaklaşıyordu ki kendi kendine mırıldandı: “Belki de bir işi çıkmıştır. Sonuçta koskoca bir kışlanın komutanı. Her an bir yerlerden çağırabilirler.” Bu düşünceyle içini rahatlatmaya çalıştı. Kendine makul sebepler uyduruyordu çünkü kalbindeki o heyecanı yarı yolda bırakmak istemiyordu.
Ama saatler geçti. O gelmedi. Kapıdan giren her askere gözleri parlayarak heyecanla bakıyor, sonra gözlerindeki o ışık yeniden sönüyordu.
Duru kendisini oylamaya çalışarak güçlükle öğleni etti. Burcuyla birlikte öğle yemeği için yemekhaneye yöneldiklerinde hava iyice açmıştı. Adımlarını yavaş atıyor, kalbinin dinmek bilmeyen heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Yemekhaneye girdiklerinde gözleri hemen etrafı taradı. Belki bir yerlerde Hakan oturuyordur diye… Ama yoktu. Gözleri onu bulamayınca içindeki umut biraz daha soldu. Sessizce yemeğini aldı ve Burcuyla birlikte bir masaya oturdu.
Burcu onun halini fark etmişti. “Artık eminim, birilerine bakıyorsun ama kime?” dedi gülerek.
Duru hafifçe başını çevirdi, gözlerini kaçırdı. “Hiç kimseye,” dedi kısa ve aldatıcı bir sesle. Ama o sırada içindeki çalkantı gözlerinden okunuyordu. Yemeğini zorla yedi. Dudağını ısırarak çevreyi incelemeye devam etti ama hayır, Hakan ortalarda yoktu. Belki de yanılmıştı. Belki sadece bir anlık bir yanılsamaydı bu yaşananlar. Belki de sadece bir anlık bir arzu... Bu son düşünce sebepsizce içini yakarken yemeğini öylece bıraktı. Artık iştahı kalmamıştı.
Yemekten sonra geri dönerken adımları sabaha göre daha yavaştı. Umut, insanı ayakta tutan incecik bir pamuk ipliğiydi ama Duru için o iplik kopmaya yaklaşmıştı. Yaşadığı hayal kırıklığı giderek hüsran ve öfkeye dönüşürken "Aptal" dedi kendi kendine. Evet, dün olanlar bir rüya gibiydi. Ama işte sabah olmuş ve uyanmıştı. Acı gerçek ortadaydı. Her ne kadar kabul etmek istemese de Komutan Alparslan ondan istediğini almış ve sonra da yoluna bakmıştı...
....