Sabahın ilk saatlerinde, kışla avlusuna hafif bir serinlik çökmüştü. Askerler eğitim alanında disiplinle uygun adımda yürüyordu. Gökyüzündeki bulutlar, İstanbul’un üzerine solgun bir perde gibi çekilmiş, boğazın serin nefesi rüzgârla birlikte askeriyeye taşınıyordu. Komutan Alparslan, geniş omuzlarıyla avluyu baştan sona adımlarken, sert bakışları etraftaki her hareketi tarıyor, hiçbir şeyi kaçırmıyordu. Ama o sert bakışlarının arkasında dışarıdan bakıldığında fark edilmeyen bir şey vardı: kalbinin derinliklerinde uzak dağların, sert rüzgârların, çatışmaların derin özlemi vardı...
Kalın postalları her adımında tok sesler çıkarırken, onun varlığı geçtiği her yeri titretirken, o dalgındı. Boyu iki metreye yakındı. Geniş omuzları, kaslı gövdesi, yılların disiplinini taşıyan dik duruşuyla, adeta çelikten ve disiplinden örülmüş bir duvar gibiydi. Teninin esmerliği, güneşin altında yıllarca geçirdiği zamanın iziydi. Kirli sakalları sert çene hattına gölge düşürürken, yeşil gözleri zaman zaman dalıp gidiyor, zaman zaman da kartal gibi dikkatli bir tavırla etrafı tarıyordu.
Komutan Alparslan, eğitim alanındaki son turunu da tamamladıktan sonra başıyla nöbetçi astsubaya selam verdi ve yürüyüşünü bitirip askeriyenin iç bölümüne yöneldi. Yol boyu selam duran askerlerin her birine küçük bir baş hareketiyle karşılık verdi ama zihni başka bir yerdeydi.
Dağlarda…
Gecenin kör vaktinde pusu kurduğu, silah seslerinin yankılandığı o heyecan dolu günlerde…
Şimdi ise buradaydı.
İstanbul'da...
Kimilerinin rüyalarında kimilerinin ise hayallerinde olan o mavi şehirde...
Birçok askerin ve komutanın İstanbul’a -hele hele onun bulunduğu Atatürk kışlasına- gelebilmek için araya nüfuzlu adamlarını soktuğu, milletvekillerinden torpil bulduğunu biliyordu. Ama onun için burası sıkıcı ve zorunlu bir moladan ötesi değildi… Kendini betonların ortasında, şehrin arasında sıkışıp kalmış bir kurt gibi hissediyordu. Dağların sertliğine alışmış ruhu, şehirdeki yumuşak kalıplara sığmıyordu.
Zaten İstanbula'a gelişinin ardında da bir istekten çok bir zorunluluk yatıyordu. Çok zorlu bir operasyonda, dikkatsiz bir askerini kurtarmak için yaptığı hamlenin sonucunda ağır yaranlanmıştı. Göğsüne aldığı 4 kurşun, sadece bedenini değil, ruhunu da delip geçmişti. Aylarca hastanede yatmış, ardından rehabilitasyon süreci başlamıştı. Üstleri ona, “İstanbul’da dinlen biraz,” demişti. “Toparlan, sonrasında nereye istiyorsan gidersin. Önce iyileşip, eski gücüne kavuş.”
Odasının kapısından içeri girdiğinde ortamın kendine has dinginliği ve deniz havası karşıladı onu. Geniş ve sade döşenmiş, oda, komutan Alparslan'ın ciddiyetini yansıtan tarzdaydı. Büyük camlarından boğaz manzarası görünüyordu. Mavi, uçsuz bucaksız, bazen sakin, bazen dalgalı…
Tıpkı onun gibi...
Kamuflajının ceketini çıkardı, koltuğuna astı. Masasına yönelip oturdu. Tam o sırada kapı sertçe çalındı.
Alparslan, kaşlarını hafif çatarak “Girin!” diye bağırdı. Sesi, yaşadığı her zorluğun içinden çıkmış sarsılmaz bir adamın sesiydi—güçlü, öz güvenli, tartışmasız.
Kapı açıldığında içeriye giren, genç asker Semih’ti. Tıraşı yeniydi, botları parlıyordu. Sert bir asker selamı verdikten sonra, disiplinli bir sesle,
“Komutanım, işe başlayacak geçici personellerin evraklarını getirdim.”
Alparslan, göz ucuyla Semih’e baktı. Askerlerinin her zaman disiplinli olmasını severdi. En ufak bir disiplinsizliğe tahammülü yoktu. Zaten Semih’i de bu yüzden seviyordu. Temiz, disiplinli, cesur bir gençti. Başını yavaşça sallayarak, uzattığı dosyaları aldı. Sayfaları sessizce inceledi. Aslında ne yazdığıyla pek ilgilenmiyordu. Bu tür işler, onu hiçbir zaman tam anlamıyla ilgilendirmezdi. O dağların adamıydı... Masa başında oturmak, imza atmak, prosedür takip etmek… Bunlar, ona göre işler değildi. Ama yine de görev görevdi.
“Tamam,” dedi. Evrakları imzalayıp geri uzattı. “İnsan kaynaklarına teslim et.”
Semih bir kez daha sertçe selam verip çıktı.
Kapı kapandığında, Alparslan başını geri yaslayıp derin bir nefes aldı. Pencereden boğaza doğru baktı. Uzaktan da olsa motor sesleri, martı çığlıkları duyuluyordu. Mavi suların üzerinde süzülen tekneler, kıyıda yürüyüş yapan insanlar… Bu sahne, şehirdeki binlerce insan için huzur verici ve çekici olabilirdi. Ama onun için sadece sıkıcı bir hatırlatmaydı: Artık dağlarda değildi...
Bir anda zihni geçmişe gitti. Zorlu operasyonlarda, dağlarda yaşadığı her an, her adım zihninde bir bir canlanmaya başladı. Dağın yamacında karda ekibiyle sessizce yürüdükleri gece… Yanındaki sadık silah arkadaşı Mehmet'in nefes alışları… Askerlerinin pusuya düşürülüşü... Telsizden gelen cızırtılı emirler… Sonra o uğursuz an. Göğsüne çarpan tanıdık sıcaklık, sarsılan adımları… Ve yere düşmeden önce zihninde beliren tek şey: “Yoksa bu son muydu?”
Hayır, son değildi. Çünkü kurtlar kolay kolay ölmezdi. Hele hele onun gibi, güçlü, ömrünü bu işe adamış, deneyimli kurtlar çok zor ölürdü ve ölürken de yanında muhakkak bir kaç şerefsizi de götürürdü.
Derin bir iç çekti. Dinlenmesi gerekiyordu. Toparlanması gerekiyordu. Ama o, durmak, dinlenmek bilmeyen bir askerdi. İçindeki bozkurt asla susmuyor, dağlara duyduğu özlemle her gece acı acı uluyordu. Ne zaman sabah olup gözlerini açsa, kafasının içinde eski günlere dair anılar canlanıyordu. Her günü, bir an önce dağlara dönme isteğiyle, hızlıca geçiriyordu.
Pencereden dışarı bakarken belki de diye düşündü. Kendini oyalayacak bir şeyler bulmalıydı. Böyle gün saymakla vakit geçmeyecekti. En son kadını, Şehrazat, bundan yıllar öncesinde, Ankara'da kalmıştı. Belki de evlenip gitmişti, uzun zamandır ondan bir haber almamıştı. Ondan sonra da ufak tefek kaçamakları olmuştu tabi ama hiçbiri Şehrazat kadar uzun sürmemişti.
Alparslan, iç geçirerek ayağa kalktı. Masanın etrafından dolaşıp cam kenarına geçti. Dışarıyı izlerken, yeni biri diye düşündü. Evet, ihtiyacı olan şey buydu.
İstanbul, dışarıdan bakıldığında ihtişamlıydı, büyüleyiciydi. Ama onun için, kalabalıkların arasında kaybolmuş yalnız bir bozkurtun sessiz bekleyişiydi...
Ve Komutan Alparslan, beklemeyi hiç sevmezdi... Aklında yeni birini bulma düşüncesi giderek daha çok yer ederken, kafasını salladı. İhtiyacı olan şey buydu... Yeni bir kadın...