Hakan kışlaya vardığında saat neredeyse öğlen olmuştu. Görevli asker selam durduğunda sadece başını eğerek geçti. Kafasında bin bir düşünceyle, adımları yere kararlı ve sert bir şekilde basıyordu. Kışlada sivil dolaşmaya alışkın değildi. Askeri kamuflajı olmadan kendisini çıplak hissediyordu. Yüzündeki kirli sakallı iyice belirginleşmiş, neredeyse bir karakter özelliğine dönüşmüştü. Normalde sabah tıraşını olmadan albayın karşısına çıkmazdı, ama artık o eski Hakan değildi. Saha görevindeydi; kimliğini belli etmeden dolaşması gerekiyordu. Asker gibi görünmesi, tüm oyun planını tehlikeye sokardı. Zaten bu sakallar da sivil hayata karışmanın en kolay yoluydu.
Komutan Hakan Alparslan, girişteki adım nöbetçi kulübeleriniatar geçip kışlaya girdiğinde alışkanlıkla çevreyi kolaçan ederek etrafa bakındı. Bu, ona yılların kazandırdığı bir alışkanlıktı. Alanın düzenine, askerlerin disiplinine, olan bitene ve hareketliliğe hakim olmak için gözleri neredeyse otomatik bir şekilde her yeri tarardı. Fakat bugün, gözü her zaman olduğu gibi nöbetçi kulübesine ya da mühimmat alanına değil; o ağaçlık yola takıldı.
Orada iki kişi vardı.
İki kişi... Yan yana, yakın... Samimi bir sohbetin içindeydiler. Ama öyle sıradan bir konuşma değil bu. Kadının üniformasındaki beyazla mavi arasındaki tonlamayı tanıması uzun sürmedi. O bir hemşireydi.
O...
O...
Duru’ydu.
O an Hakan’ın içine yakıcı bir merak doldu. Gözleri istemsizce kısıldı. Çenesi kasıldı. Boynundaki damar atmaya başladı.
Hemen yürümeye başladı. Sessiz ve dikkatliydi. Kimsenin onu görmesini istemiyordu. İkiliye biraz daha yaklaştığında Duru'nun içten bir şekilde gülümsediğini fark etti.
“İnanmıyorum!?” diye çığlık attı Duru sevinç dolu bir sesle.
Hakan’ın kalbine saplanan hançer işte o anda içini yakmaya başladı.
Sanki biri gelmiş, göğsüne ateşten bir bıçak sokmuş ve yavaşça çevirmeye başlamıştı. Çünkü bu kahkaha ona ait olmamalıydı. Bu kadın ona ait olmalıydı.
Duru onundu.
Belki bunu hiç dile getirmemişti.
Belki bunu ona bile açıkça belli etmemişti.
Ama içindeki his, onunla karşılaştığı ilk günden beri büyüyen sessiz bir yangındı.
Şimdi, gizlemeye ve bastırmaya çalıştığı o yangına, elinde bidonla benzin döken biri vardı.
Duru’nun karşısındaki askeri görmek için ağaçların gölgesine saklanarak beklemeye başladı. Bu içten gülüş, bu dizginlenemeyen tepki kimin içindi? Sabırla, sessizce, dişini sıkıp öfkesini bastırmaya çalışarak bekledi. Gözleri, Duru’nun heyecanla konuşan dudaklarında değil; karşısındaki adamın yüzünde kilitlenmişti.
Ve o yüz döndü.
Bir saniye…
Belki bir saniyeden daha az...
Ama onu tanımasına yetti.
Semih.
Teğmen Semih.
Genç.
Disiplinli.
Saygılı.
En güvendiği adamlarından biri. Hakan’ın övündüğü, emir komutayı bile gözü kapalı ona bıraktığı o genç komutan...
Ama şimdi...
Şimdi Duru’nun karşısında durmuş, Hakan’ın içini parçalayan çekingen bir tebessümle Duru’ya bir şeyler anlatıyordu. Ve Duru… Onu sadece dinlemiyordu. Gözlerinin içi gülerek ona bakıyordu.
Bu, Hakan için fazlaydı.
Kıskançlık damarlarında kor alev gibi aktı. Yumruklarını sıktı. İçinden cılız bir ses “Buna hakkın yok” dedi.
Ama ne fayda?
Kalbi, mantığının önüne çoktan geçmişti.
“Sonra,” dedi Hakan, kendi kendine öfkeyle fısıldayarak.
Gözlerini kısıp onları uzaktan izledi. Gülüşerek yemekhaneye yöneldiklerinde bir kez daha tekrarladı:
“Sonra... önce Tercan’la görüşeceğim. Sonra bu işin icabına bakacağım.”
Komutan Hakan, yüzündeki bütün mimikleri silerek, askeri bir soğukkanlılıkla Albayın odasına yöneldi. Basık beton koridorlardan geçerken yanından geçen her asker tekmil veriyordu ama o hiçbirini duymuyordu. Aklında sadece o an vardı.
Duru’nun kahkahası.
Ve Semih’in ona bakışı.
Kapıyı iki kez vurduktan sonra bekledi.
İçeriden tanıdık bir ses geldi:
“Gel, oğlum.”
Kapıyı açtığında Albay ile MİT’ten Tercan’ı birlikte konuşurken buldu. Oda her zamanki gibiydi: sade, ama her köşesinde saygınlık dolu disiplin vardı. Albayın masasındaki dosyalar muntazam dizilmiş, arkasındaki bayrak ve madalyalar duvara nizami bir şekilde asılmıştı.
Komutan Alparslan sivil olmasına rağmen sert bir asker selamı verdi, ardından Albay ona oturması için işaret edince Tercan’ın karşısındaki koltuğu oturdu.
Tercan, ellerini önünde birleştirmişti. Her zamanki gibi sakin, resmi ve ölçülü bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Kürşat, takip edildiğinden şüpheleniyor olabilir.”
Hakan kaşlarını çattı, gözlerini kısmadan Tercan’a baktı.
“Sahadaki adamlarımız son haftalarda onu bulmakta zorlanıyor,” diye devam etti Tercan. “Yer değiştirme sıklığı arttı. Görüşmeleri daha kısa. Yüz yüze temasımız artık neredeyse yok.”
Hakan, kirli sakalını düşünceli bir şekilde sıvazladı. “Olabilir, ben de bundan şüpheleniyorum” dedi. “Kürşat’ın içgüdüleri kuvvetlidir. Fark etmiş olabilir.”
Tercan başını sallayarak çantasından birkaç belge çıkardı. Şeffaf dosyalar içinde birer etkinlik broşürü ve katılımcı listesi vardı.
“Yakında İstanbul’un lüks semtlerinden birinde uluslararası bir kuyumculuk fuarı yapılacak,” dedi, belgeleri Hakan’ın önüne iterek. “Katılımcı listesindeki isime baksana: Kürşat.”
Hakan şaşkınlıkla başını kaldırdı. “Kuyumculuk fuarı mı?” dedi alaycı bir tonda. “Kürşat dağdan indi, şimdi de kuyumcu mu olmaya karar verdi?”
Albay hafifçe gülümsedi. “Biz de aynı şeyi düşündük.”
Tercan devam etti: “Kürşat, İstanbul’un eski zenginlerinden biri olan Sadık Cengiz’le ortak olmuş. Golden Time adında bir mücevher firmasına. Resmiyette şirketin sahibi Sadık. Ama birkaç gün önce şirkete hiçbir yatırım yapmamasına rağmen Kürşat da firmaya bedelsiz ortak olmuş.”
Hakan, dosyalardaki isimleri gözden geçirirken, alnındaki damarlar hafifçe belirginleşti. “Sadık Cengiz... geçmişte bir kara para davasından yırtmıştı. O dosyayı hatırlıyorum. Dışarıdan parlak ama içi çürük bir insan.”
Tercan onaylar gibi başını salladı. “Aynen öyle. Sadık yalnızca vitrindeki adam. Asıl oyuncu Kürşat. Biz de bu ortaklığın arkasındaki işi çözmeye çalışıyoruz. Kürşat ne planlıyorlar? Yüksek profilli para transferleri, mücevherler, uluslararası katılımcılar... Her şey ‘fazla şık’. Fazla gösterişli. Özellikle de dağdan yeni inmiş bir terörist için.”
Albay ilk kez konuştu. “İstihbarat, fuarda büyük bir para aklama ya da silah teması kokusu alıyor. Ama net veri yok. Gözümüz, kulağımız sen olacaksın. Tercan’la konuştuk. Fuara istihbarattan Cemre Teğmen ile çift olarak katılacaksınız. Evlilik hazırlığı yapan bir çift gibi. Giriş çıkışta bir sorun yaşayacağınızı sanmıyorum. Sonuçta halka açık bir etkinlik.”
Hakan hafifçe irkildi. “Cemre Teğmen mi?” diye sordu.
Tercan, gözünü Hakan’dan ayırmadan devam etti. “Evet. Saha deneyimi yüksek bir teğmen. Aynı zamanda oldukça profesyonel. O adamları oyalarken sen işini yapacaksın.”
Hakan derin bir nefes aldı. “Tam olarak plan ne?”
“Cemre dikkatleri üzerine çekecek, düğün alışverişi için çesitli yüzük ve takıları görmek istediğini söyleyecek. Sadık onunla ilgilenirken sen standa sızıp bilgisayara bu vericiyi takacaksın. Biz de verici sayesinde bilgisayarlarına sızarken sen de olabildiğince bilgi toplayacaksın. Kürşat’ın orada hangi isimlerle görüştüğünü, ne satmak ya da ne yapmak istediğini çözmeye çalışacağız. Bağlantıları, işaretleri, isimleri... kısacası her şeyi istiyoruz”
Bir süre sessizlik oldu. Hakan gözlerini belgelerden kaldırıp Tercan’a baktı. “Ben yanlız çalışmaya alışkınım.” dedi.
Tercan omuz silkti, "Görev neyi gerektiyorsa onu yapacak kadar profesyonel olduğunu umuyorum, komutan."
Hakan’ın yüzü gerilse de Tercan’a hak verdi. Mesele vatan olduğunda onun tercihlerinin bir önemi yoktu.
Hakan başını sertçe salladı. “Ne zaman gidiyoruz?”