Komutan Alparslan sabah erkenden uyanmış, her zamanki gibi yatağını toplamış ve ayağa kalkmıştı. Vücudu görev bilinciyle hareket ederken aklı hâlâ Duru ile dolu ve karmakarışıktı. Kalbi, zihni ve iradesi arasında sessiz bir savaş vardı. Gözü saate kaydı: 07:13. Normalde bu saatte çoktan kışlaya girmiş, teftişte başlamış olurdu. Bugünse sivil kıyafetleriyle aynanın karşısında durmuş, sakallarını kontrol ediyordu. Aynadaki adam yakışıklıydı, güçlüydü, özgüvenliydi. Dışarıdan bakan kimse onun bir kadın için içten içe yandığını anlayamazdı. İçindeki asker Kürşat’ı bir an önce yakalamak ve işini bitirmek isterken, kalbindeki adam ise yalnızca bir kadını, Duru’yu görmek için yanıp tutuşuyordu.
Ama bugün ikisini de susturmalıydı. Odaklanmalıydı.
Bir an tereddüt ederek, yaşadıklarının gerçek olup olmadığını düşündü. Acaba bu aklının ona oynadığı bir oyun, tatlı bir hayal miydi?
Ama hayır,hayır... Herşey gerçekti. Duru’nun gözleri, sesi, ellerinin titremesi... Her şey çok gerçek ve çok güzeldi.
Alparslan başını iki yana sallayıp kafasını toplamaya çalıştı. Bugün, planladığı gibi Kürşat’ın görüldüğü yerlerde iz sürecekti. Dünkü dosyadaki bilgiler, Kürşat’ın İstanbul’un farklı semtlerinde farklı zamanlarda gorüldüğünü gösteriyordu. Ama bu mekanları incelerken bir şey dikkatini çekmişti. Kürşat'ın görüldüğü bir çok mekan dağdan yeni inmiş bir teröristin tercih edeceği yerler değildi. Lüks restoranlar, sanat galerileri, boğaz manzaralı oteller… Bu işte bir gariplik vardı.
Kürşat gibi biri neden bu kadar “sosyetik” yerlerde dolanıyordu?
Bunu anlamak için gittiği tüm mekanları tek tek dolaşacak, bilgi toplayacaktı. Hazırlanıp evden çıktı. Oyalanacak bir dakikası bile yoktu.
İlk adresi Nişantaşı’nda bir kafeydi. Adı Fransızca bir kelimeydi; vitrininde çiçek aranjmanları, içerisinde kristal avizeler vardı. Loş ışık altında sessizce kahve içen insanlar, derin sohbetlere gömülmüştü. Kürşat bu kafede üç gün önce tek başına oturmuş, yaklaşık bir saat boyunca kimseyle konuşmadan kahvesini içip gitmişti. Alparslan kapıda durup içeriye baktı. Bu kadar elit bir ortamda, dağlarda çatışmalara giren, askerlerini öldürüp pusuya düşüren bir teröristin ne işi vardı?
İçeri girdi. Oturmadı. Mekânı gözleriyle taradı, sonra garsona yaklaştı.
“Üç gün önce buraya gelen iri yapılı, kirli sakallı, esmer bir adamı hatırlıyor musunuz?”
Garson kısa bir duraksamanın ardından başını salladı.
“Ah evet… bir adam vardı. Dediğiniz gibi. Çok az konuştu, sadece kahve istedi. Ama garip bir hali vardı. Sanırım birini bekliyordu ama beklediği kişi son anda onu arayıp gelemeyeceğini söyledi.”
“Teşekkürler,” dedi Alparslan, ve hiçbir şey söylemeden kafeden çıktı. İçindeki şüphe giderek büyüyordu. Kürşat kesinlikle bir şeylerin peşindeydi.
Ardından gittiği yer bir sanat galerisi olmuştu. Son derece seçkin bir kesime hitap eden, modern sanatın en son örnekleriyle dolu bir mekândı burası. Güvenlik kamerası görüntülerinde, bir tabloya uzun uzun bakarken bir kadının yanına yaklaşmış ve kısa bir sohbet etmişlerdi. Kalabalığın içinde, kimse onları fark etmemiş, o da sessizce galeriden ayrılmıştı.
Alparslan bu galerideki görüntüleri defalarca incelemişti ama bir anlam verememişti. Kürşat’ın böyle bir yerde ne işi vardı? O kadın da kimdi? Ne konuşmuşlardı? Bu rastgele bir sohbet miydi, planlı bir buluşma mıydı?
Bu sorular beynini kemirirken, bir yandan da Duru’yu düşünüyordu. Bu sabah kışlaya gitmemişti. Acaba Duru onu merak etmiş miydi? Ya da onu göremeyince ne düşünmüştü?
Kendi içinde bastıramaya çalıştığı duygularla savaşırken, Duru’nun onun hakkında ne düşündüğünü düşündü. Belki de onu kullanıp yoluna devam eden şerefsizin teki olduğunu düşünmüştü. Bu düşünce onuruna dokunsa da, "Böylesi daha iyi," dedi kendi kendine. "Kürşat meselesini halledene kadar ondan uzak durmalıyım."
Bu, onu korumanın ve görevini yapmanın tek yoluydu. Öfkeyle ayağa kalktı. Kendi sürekli Duru’yu düşünürken bulmak sinirlerini bozuyordu. “Bu bir zayıflık,” dedi dişlerinin arasından. “Benim gibi bir adamın düşeceği türden bir zayıflık değil.”
Ama düşmüştü işte. Ne inkar edebilirdi ne de yalan söyleyebilirdi. Seviştikleri o yakıcı anı düşündü. Duru'nun tenindeki o ılık nefesi, gözlerinde yanan masum ama çekici korkuyu… Ve kendi içinde kontrol etmekte zorlandığı o vahşi arzuyu. Normalde bir kadınla birlikte olduktan sonra her şey sönüp giderdi. Ama Duru’da bir terslik vardı. Onunla yattığı halde içindeki yangın sönmemiş tam tersine daha da büyümüştü. Hatta içten içe sinirini bozacak kadar büyümüştü.
Gözlerini kapatıp bir an her şeyi unutmaya çalıştı. Ama olmadı. Gözünü kapadığı anda Duru’nun çıplak silueti gözlerinin önüne geldi. İnce bilekleri, dalgalı saçları, küçük ve beyaz göğüsleri...
Elleriyle yüzünü ovuşturdu. Duru’yu unutmak istiyordu. En azından şu görevi halledene kadar öyle olması gerekiyordu. Ama kalbi, beynini hiçe sayıp sürekli onunla ilgili ihtimaller kuruyordu. Ya onu yine görseydi? Ya bugün kışlaya gitseydi? Ya yine göz göze gelselerdi?
Kendine sinirlenerek ayağa kalktı. “Bu kadarı yeter,” diye söylendi. “İkimizin de iyiliği için ondan uzak durmam gerek.” diyerek hızla yürümeye başladı. Daha gidilecek çok yer, araştırılacak çok şey vardı. Kürşat bu şehirde bir yerlerdeydi ve bir şeyler planlıyordu. Onu yakalamak ise Hakan’ın bugüne kadarki en önemli göreviydi.
...
Hakan ertesi sabah erkenden yeniden göreve çıktı. Bu sefer istihbarattan gelen bazı notları kontrol etmek üzere başka bir ilçeye geçmesi gerekiyordu. Ama direksiyon başına geçtiğinde bile zihninde Kürşat’tan çok Duru vardı. Gözlerini ve aklını yola vermekte zorlanıyordu. Aklında Duru'nun ona yavaşça yaklaştığı, sonra korku ve istekle karışık gözlerini kaçırdığı o sahne dönüp duruyordu.
Köy yollarından geçerken, bir petrol istasyonunda durup arabadan indi. Yanına aldığı ajandayı çıkarıp Kürşat’ın görüldüğü noktaları yeniden işaretledi. Ve bir anda fark etti… Bu noktaların bir kısmı belirli aralıklarla birbirine yakın tarihlerde tekrar ediyordu. Sanki biri bilerek iz bırakıyordu. Sanki biri onun dikkatini dağıtmak istiyordu.
“Benimle oynuyor,” dedi kendi kendine. “Ve ben de salak gibi bu oyunu yutuyorum.”
O an hissettiği şey yalnızca öfke değildi. Aynı zamanda çaresizlikti. Çünkü ne Kürşat’ın yaptıklarını açıkça görebiliyor, ne de Duru’yu aklından çıkarabiliyordu. Her ikisi de kendi içinde birer muamma, birer tehdit ve aynı zamanda tutku haline gelmişti.
Hakan o gece eve döndüğünde uyuyamadı. Düşünmekten değil, kendisiyle savaşmaktan. Kürşat’ın ne yapmaya çalıştığı belirsizdi ama bir şey kesindi: O herif, takip edildiğinin farkındaydı ve onunla oynuyordu. Ve Alparslan onun oyununun ortasında, aklında Duruyla ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Hem Duru’yla birlikte olmak ve onu korumak istiyor, hem de onu korumak için ondan uzak durması gerektiğini biliyordu.
Ama içinde bir başka ses, çok daha kısık ama bir o kadar inatçı ve ısrarcı bir ses, şöyle fısıldıyordu:
“Duru hâlâ seni bekliyor olabilir…”
Ve bu ses gün geçtikçe daha da güçleniyordu...