Ertesi gün, Komutan Alparslan, doktor Şule hanımın yanına yine geldi. Ama bu sefer Duru mesafeliydi ve umursamaz görünmeye çalışıyordu. Şule Hanım odasında komutan Alparslan ile ilgilenirken Duru başka şeylere odaklanmaya çalışıyordu ama zihni sürekli dağılıyordu. Tam önündeki dosyaya bir şeyler yazarken, kapı aralandı. Şule Hanım kafasını içeriye uzattı:
— *“Duru Hanım, Komutan Bey için dört tüp kan alalım, detaylı kan testleri için laboratuvara gönderelim..”*
Duru irkildi. Kalbi bir anda hızlandı ama yüzüne hiçbir şey yansıtmamaya çalıştı. *“Elbette,”* dedi kısa bir sesle ve hızlıca kan alma setini hazırlamaya koyuldu. Her hareketini dikkatle, neredeyse gereğinden fazla dikkatle yapıyordu. İçinde bir yer, yine onunla aynı odada olacak olmanın heyecanıyla titriyordu ama kendisine kızarak bunu bastırmaya çalışıyordu.
Komutan Alparslan, Şule hanımla odasının arasındaki kapıdan içeri girdiğinde Duru ayağa kalktı. Resmî bir ifadeyle selam verdi. Hakan da aynı ciddiyetle karşılık verip, sedyeye oturdu. Şule Hanım, *“Ben tahlil istemini sisteme giriyorum, birazdan gelirim,”* diyerek odasından geçti. Hâlâ odayı görebileceği için Duru son derece dikkatli ve ölçülü hareket ediyordu. İğne ve kan tüpleriyle komutana yaklaştı. Hakan hiçbir şey olmamış gibi kolunu uzattı. Duru’nun parmakları onun esmer, damarları belirgin, kaslı koluna dokunduğunda bir an parmaklarına bir kıvılcım çaktı. O kıvılcım yine parmak uçlarından kalbine kadar yayıldı.
Bu hissi görmezden gelmeye çalışarak iğneyi dikkatli bir tavırla komutanın güçlü koluna batırdı. İlk tüp hızlıca dolarken, Duru göz temasından kaçınarak tamamen profesyonel davranmaya çalışıyordu. Hakan ise sessizdi. İkinci ve üçüncü tüp de hızlıca dolarken, komutan Alparslan uzaklara bakarak Duru’ya sessizce fısıldadı:
— *“Dünkü davranışım için özür dilerim.”*
Duru’nun eli hafifçe titredi. Sanki vücuduna birden bir elektrik yüklenmişti. İçindeki bastırılmış öfke, gurur ve hayal kırıklığı bir anda dışına taştı. Dördüncü tüpü kapatıp, işini bitirip iğneyi çıkardı ve pamuğu komutanın koluna bastırırken sert ama sessizce cevap verdi:
— *“Asıl ben özür dilerim.”*
Hakan’ın kaşları hafifçe çatıldı. Derin, bekleyen bir ifadeyle sordu:
— *“Ne için?”*
Duru sonunda başını kaldırdı. Göz göze geldiklerinde içindeki tüm o öfke, gözlerinden okunuyordu. Sert ama kızgın bir tonda:
— *“Sizi adam sandığım için.”*
Bu söz, Hakan’ın içindeki zincirleri aniden kopardı. Gözleri bir an kararır gibi oldu, sonra içindeki öfke ve bastırdığı çekimle birlikte, bir anlık refleksle Duru’nun ince bileğini sertçe yakaladı.
Ama bir anda durdu. Gözleri büyüdü. Ne yaptığını fark ederek, elini yavaşça bıraktı.
Gözlerini onunkilerden ayırmadı ama kontrolünü güçlükle sağladığı belliydi.
Duru ise tek kelime etmeden tüplere etiket yapıştırmaya başladı. O sırada Şule Hanım içeri girdi.
— *“Sonuçlar birkaç güne çıkar komutanım. Sonuçlar çıkınca görüşürüz,”* dedi her zamanki güler yüzüyle.
Hakan gözlerini Şule’ye çevirip kısa bir selam verdi ve sanki kendini kaybetmekten korkuyormuşçasına hızlı adımlarla odadan çıktı.
O odadan çıkınca Duru derin bir nefes alıp kendini sandalyesine bıraktı. Çok mu ileri gitmişti? Hayır, hayır diye cevap verdi kendisine, o bunu hak etmişti.
Kalbi bir savaş alanı gibiydi. Öfke, tutku, gurur, merak… Hepsi birbirine karışmıştı.
Ve en kötüsü, ne olursa olsun bu adamın etkisinden kurtulamıyordu. Ona meydan okurken bile onu delice istiyordu.
Kendi kendine fısıldadı:
*“Sana ne oluyor Duru?”*
---
Revirin uzun koridorlarından sert adımlarla çıkarken, Hakan’ın göğsünde bastırmaya çalıştığı öfke, kalbine sığmayacak kadar büyüktü. Duru’nun o sözleri – “Sizi adam sandığım için” – zihninde defalarca yankılanıyor, her tekrarında daha öfkelenmesine sebep oluyordu. Bu, hiç beklemediği bir saldırıydı. Erkekliğine, gururuna, hatta var oluşuna sert bir darbe gibiydi.
Askeriyede yıllarca gösterdiği disiplin, acımasız kararlılık, soğukkanlı duruş... Hepsi bir kadının tek bir cümlesiyle alt üst olmuştu. Ve bu onu delirtiyordu.
Önüne çıkan ilk askere bağırarak. "Ayak altında boş boş dolaşmayın!" diye ortalığı inletti. Genç er korkarak, kekeleye kekeleye bir şeyler söylemeye çalıştı ama Hakan dinlemiyordu. "Boş durmamayı öğrenin artık! Disiplini ben mi öğreticem hepinize!"
Geçerken selam duran bir başka ere daha öfkeyle "Daha doğru dürüst selam duramıyorsunuz, bu ülke size kaldıysa Allah yardımcımız olsun!" dedi öfkeyle başını çevirerek. Yüzündeki ifade buz gibiydi. İlk defa kendisine ve öfkesine hakim olmakta zorlanıyordu. Askerler kendi aralarında, "Komutan bugün fitil gibi..." diye fısıldaşırken, Hakan odasına girip kapısını öyle bir çarptı ki, kapı çerçevesiyle birlikte zangır zangır titredi. Ama o bile öfkesini dindirmeye yetmedi.
Odasında ileri geri volta atmaya başladı. Geniş göğsü öfkeyle inip çıkarken, omuzları sırtındaki kamuflajı geriyordu. Kollarındaki kaslar öfkeyle kasılmıştı. Her adımı odada yankılanıyor, içindeki öfke damarlarına yayılıyordu.
"Sizi adam sandığım için..." diye yineledi alçak bir sesle, kendi kendine. Gözleri tehditkar ve şehvetli bir ateşle doldu. "Ben sana kimin adam olduğunu da kimin erkek olduğunu da gösterirdim de..." Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalışarak "Dua et askeriyedeyiz." diye mırıldandı kendi kendine.
Ama asıl kahredici olan başka bir şeydi: Hâlâ o çekici genç kadını arzuluyordu. Hem de artık delicesine. İçindeki bu yakıcı his, öfkeyle birleşince daha da tehlikeli hale gelmişti. Duru'ya gerçek bir erkeğin nasıl olacağını göstermek istiyor, askeriyede olduğunu hatırladıkça dişlerini sıkarak hırlıyordu.
Pencereye yürüdü. Dışarıya bakıyor ama görmüyordu. Sadece, Duru’nun ona meydan okur gibi konuştuğu o anı ve gözlerindeki öfkeyi tekrar tekrar düşünüyordu.
"Beni adam yerine koymamak ha..." dedi, sesindeki ton karanlık bir şehvetle. İçinde ondan intikam alma isteğiyle birlikte karanlık bir arzu da büyürken aklında bir plan çoktan şekillenmeye başlamıştı bile.
Hakan’ın dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Tehlikeli, kararlı ve içgüdüsel bir gülümseme. Artık bir oyun başlamıştı. Bu kadın ona meydan okumuştu. Ama Hakan Alparslan, bu tür meydan okumaları pabuç bırakacak biri değildi.
Hakan alnındaki damarın attığını hissederken aynaya yaklaştı. Kendine baktı. Geniş çenesi, sert bakışları ve hâlâ keskinliğini koruyan yüz hatlarıyla asker değil de av peşinde bir yırtıcı gibi görünüyordu.
"Bu iş..." dedi kendi kendine. "Bu iş daha yeni başlıyor hemşire hanım."
Masasına döndü. Sertçe çektiği sandalyeye oturduğunda aklında artık yalnızca planı vardı. Bu iş ona diz çöktürmeden bitmeyecekti...