Duru gecenin ilerleyen saatlerinde evinin oturma odasında pencerenin önünde oturmuş, sokak lambasının sarı ışığında süzülen sessizliğe bakıyordu. Gecenin sessizliği, gündüzün kalabalık ve gürültülü saatlerini unutturuyordu. Sokak neredeyse boştu, birkaç kedi çöp kutularının etrafında geziniyor, uzaklardan tek tük geçen arabaların sesi duyuluyordu. Elindeki çay artık neredeyse soğumuştu ama Duru onu sıkıca tutmaya devam ediyordu. Parmakları fincanın kenarına sarılmış, başı camın soğukluğuna yaslanmış, gözleri düşüncelere daldıkça çayı unutmuştu.
O sırada telefon titredi. Ekranda Serra’nın ismi belirince Duru hemen doğruldu.
— "Sonunda!" dedi içinden. Hemen telefonu açtı.
"Serra! Neredesin, sabahtan beri seni arıyorum. Meraktan ölecektim!"
Karşıdan gelen ses canlıydı, neredeyse ışıltılı bir mutlulukla ona cevap verdi.
"Duruuuu! Bugün... bugün muhteşem biriyle tanıştım!"
Duru’nun kaşları kalktı, sesi hafifçe kızgın bir tona büründü.
"Serra, en son senden 'bugün işten kovuldum' diye mesaj almıştım. Sıralaman biraz tuhaf olmadı mı?"
Serra’nın sesi aniden düştü, içinde buruk bir gülümsemeyle konuştu:
"Evet… o da var tabii. Ama bence son kısım daha güzel. Gerçekten… galiba uzun zaman sonra ilk defa birine karşı birşeyler hissettim."
Duru hafifçe iç çekti. Ne kadar kızgın olsa da Serra’nın sesi öyle heyecanlı, öyle umut doluydu ki kalbi yumuşadı.
"Nerede tanıştın? Ne ara yani?"
Serra kahkaha attı. "Askeriyenin önünde seni beklerken!"
Duru şaşkınlıkla kaşlarını çattı.
"Askeriyenin önünde mi?"
"Ya bak anlatayım… İşten kovuldum ya, o moral bozukluğuyla seni görmek istedim. Gittim askeriyenin önüne, senin mesainin bitmesini bekliyordum. Orada ağlıyordum. Hani bildiğin, banka oturdum salya sümük haldeydim. Tam o sırada biri geldi, iyi olup olmadığımı sordu. Uzun boylu, yapılı, yakışıklı… gerçek bir erkek. Sonra birşeyler içmeyi teklif etti, beraber yakındaki bir kafeye oturduk. Sohbetimiz o kadar akıcı, o kadar güzeldi ki, sanki yıllardır beni tanıyormuş gibiydi. Ben bile kendime şaşırdım, o kadar çok şey anlattım ki."
Duru gülümsememek için kendini zor tuttu. Kendisi de bugün Komutan Alparslan için aynısını hissetmişti.
"Eee sonra?"
"Sonra bayağa oturduk. Ayrılırken ona numaramı verdim. Ve demin mesaj attı. Hatta şey… şey… ben onu yarın bir yerlere davet etmeyi düşünüyorum."
Duru kahkahayı patlattı. "Serra, gerçekten delisin. Arkadaşlığımızda hani sen mantıklı olan taraftın? Bugün işten kovuldun ama sen erkek peşindesin."
Serra gülerek karşılık verdi. "Bir erkek değil, Semih… Semih Teğmen."
"Vaaaay!" dedi Duru uzatarak. "Anlaşılan şimdiden kaptırmışsın kendini."
"Kaptırılmayacak gibi değil ki..." dedi Serra alayla, "böyle esmer tenli, hafif kirli sakallı… omuzlar geniş, yakışıklı, ama böyle sessiz, ağır bir adam. Hani öyle laflarıyla değil de duruşuyla etkileyen cinsten. Ceketini üşüyünce bana vermişti. Ceketini çıkardığinda pazularını bir görseydin!"
"Serra!"
"Ne var canım, alıcı gözle bakıyordum sadece."
Duru gülerek başını iki yana salladı. "Ve diyorsun ki, yarın yine buluşmaya davet edeceksin?"
"Yani… neden olmasın? Zaten bu devirde böylesi her zaman denk gelmiyor. Hem yakışıklı, iş-güç sahibi, hem de adam gibi bir erkek bulmuşum… Peşine düşmek lazım. Hem ne kaybederim ki? Zaten işsizim."
Duru iç çekerek, bir yandan da arkadaşının heyecanını kırmamaya çalışarak konuştu:
"Sadece kendini fazla kaptırma olur mu? Sonun Alihan'la ben gibi olsun istemem…"
"Tabii tabii merak etme. Ama bu adam Alihan gibi değil, gerçek bir erkek."
"Yarın tüm detayları istiyorum!"
"Tabii ki yazarım! Seni de çok merakta bıraktım, biliyorum. Affet!"
"Önemli değil."
"Tamamdır görüşürüz!" dedi Serra gülerek. "Şimdi kapanıyorum, yarın mesaj atarım. Seni seviyorum!"
"Ben de seni…"
Telefon kapanırken Duru’nun dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Serra her zamanki gibi mantıklı halinde değildi, anlaşılan sonunda o da birine fena kapılmıştı. Yine de Duru düşünceliydi. Serra'nın hayal kırıklığına uğramasından korkuyordu.
Telefonu sehpanın üzerine bıraktı. Kalkıp, oturma odasındaki pencereye yaklaştı. Camın dışına yaslanarak, aşağıdaki sessiz sokağa baktı. Binaların arasında, uzaklardan gelen araba farları yavaşça kayıyordu.
Aklına yine Komutan Alparslan geldi. Güçlü kollarıyla onu kavrayıp öperken ona tamamen teslim olmuştu.
Duru’nun içinde bastırmaya çalıştığı tutkulu bir ateş ve özlem yavaş yavaş büyüyordu. Tehlikeli ve derinden gelen kıvılcımlar giderek kalbinde yayılıyordu. Disiplinli tavrına rağmen, bakışlarında bir yangın taşıyan o dev adam... Sanki bir dağın içinde bastırılmış lavlar gibi… sessiz ama her an patlamaya hazır.
O an fark etti ki… O da çoktan birine kapılmıştı...
Hem de Serra'dan bile fena halde...
...
Ertesi sabah Duru, telefonunun alarmı çalmadan uyandı. Çünkü zihni hâlâ dünden kalan düşüncelerle meşguldü.
Kalktı, yüzünü yıkadı, aynanın karşısına geçti. Göz altlarındaki hafif yorgunluk izlerine dikkatlice kapatıcı sürdü. Rimelini iki kat sürdü, saçlarını özenle topladı. Dudaklarına ise genellikle tercih etmediği daha belirgin bir ton olan şeftali-pembe tonlarında bir ruj sürdü. Sonra bir adım geriden aynaya baktı. “Hoş ve güzel,” diye mırıldandı, kendini beğenmişti.
Tam bir kat daha rimel sürecekti ki durdu. Neden bu kadar özenli hazırlandığını içten içe biliyordu ama kabul etmek istemiyordu. Sadece işe gidiyordu, hepsi bu. Her gün gittiği aynı revir, aynı koridorlar, aynı insanlar… ama bu sabah kalbi çok daha farklı atıyordu. Son kat rimelini sürerken aynadaki yansımasına sinirle baktı.
“Saçmalama Duru. Bu aptalca,” diye söylendi. Sonra hazırlanmayı kesip bir çırpıda ceketini aldı ve evden çıktı.
Kışlanın revirine geldiğinde, nöbetçi asker ona selam verdi. Duru selamı hafifçe başını sallayarak aldı. Sabah saatlerinde işler genelde yoğun olurdu. Doktor Şule Hanım hâlâ gelmemişti. Duru bilgisayarı açtı, dün girilmeyi bekleyen bilgileri toparladı, birkaç acil durum notunu sisteme geçti. Öğleye kadar zaman çabucak geçti.
Ama öğleden sonra… öğleden sonra her şey yavaşladı. Yapacak pek fazla işi kalmamıştı. Saniyeler, saatler gibi ağır ağır geçiyordu. Zaman sanki kasıtlı bir şekilde ağır akıyor diye düşündü. Bu akışta bile, içinde beklenti dolu, kıpır kıpır bir his vardı.
Tam o sırada… revire açılan kapının önünden gelen sert ayak sesleri dikkatini çekti.
Kapının önündeki iki nöbetçi asker, bir anda toparlandı. Duru başını kaldırıp o yöne baktı. Bu tepki ancak önemli biri geldiğinde olurdu.
Kalbi bir anda hızla atmaya başladı.
Kapı açıldı.
Gelen oydu.
Komutan Alparslan.
O iri yapılı, disiplin dolu adam, sert ve umursamaz adımlarla içeriye girdi. Duru bir an ayağa fırladı. Dizlerinin titrediğini hissetti. Kalbi deli gibi atıyordu. Fakat… Komutan Alparslan doğrudan doğruya doktor Şule Hanım’ın odasına yöneldi. Gözlerini bir an bile Duru’ya çevirmedi.
Duru, bir an hâlâ ayakta beklediğini fark etti. Sessizce sandalyesine geri oturdu. Elleri titriyordu. Parmaklarını masanın kenarına bastırarak sakinleşmeye çalıştı.
"Aptal," diye fısıldadı kendi kendine. "Ne bekliyordun ki?"
Başını iki yana salladı.
"Aptal," diye mırıldandı. "Aptal."
Sonra bir anda içini bir öfke kapladı. Elindeki kalemi sertçe masaya bıraktı. Kalbi hâlâ onun yan odada olmasının heyecanıyla çarpıyordu. Bu onu daha da sinirlendirdi. "Adam belki bir hevesle, belki de bir anlık dürtüyle seni öptü diye sen ne sanıyordun ki?" dedi kendi kendine. "Bir kez seni öptü diye… nikâhına mı alacaktı? Bir anlık hevestin işte."
Yanakları utançla kızardı. Hem öfkeli hem kırgındı. Ona değil—kendine. Onu bu kadar düşünmesine, ondan bu kadar etkilenmiş olmasına...
Şule Hanım’ın odasından hafif konuşma sesleri geliyordu. Arada komutan Alparslan'ın tok sesi işitiliyor, doktor da ona bir şeyler anlatıyordu. Dakikalar geçtikçe Duru’nun kalbinden kopan öfkeli hisler, yerini derin bir suskunluğa bıraktı.
Sonra bir sessizlik oldu. Ardından kapı açıldı.
Komutan Alparslan odadan çıktı.
Duru başını kaldırmamaya yeminli gibiydi. Ama gözleri... o bir çift yeşil gözü aramakta ısrarcıydı. Göz ucuyla baktı.
Ama komutan, gözlerini onun üzerine bile çevirmeden yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi. Ne geçen günkü öpüşmeden iz vardı yüzünde, ne de Duru’yu tanıdığına dair bir belirti.
Bu kadar mıydı yani?
Duru’nun boğazı düğümlendi. İçinde bir acı kabardı. Kendi kendine bu kadar büyütmüştü belki de. Belki de hayatına giren bu adamı ilk kez gerçek bir erkek sanmıştı... Onu kurtaran, onu arzulayan, ona sahip çıkmak isteyen gerçek bir erkek…
Ama o… o bir askerdi. Hatta komutandı. Kafasında binlerce komut, sorumluluk, disiplin vardı. Ve ona yaptığı o şey—belki bir anlık zayıflıktı, belki de sadece arzularına yenik düşmüştü.
Hepsi bu.
O günün geri kalanı Duru için sessizlik içinde geçti. İşine gömüldü ama düşünceleri onu sürekli rahatsız ediyordu. O yeşil gözler, o sert çene hattı, o iri yapısıyla komutan Alparslan… bunlar her an, her saniye aklında dönüp duruyordu.
Ve işin daha da kötüsü…
Onu hâlâ görmek istiyordu...
Onunla yeniden konuşmak, yüzüne bakmak, hatta belki… bir daha öpüşmek...
Ama bunları düşünmek bile saçmaydı. Kendine kızdı, dudaklarını sıktı, kaşlarını çattı.
Saat beş olduğunda çantasını alıp revirden çıktı. Koridordan çıkarken son bir kez Şule Hanım’ın odasına baktı. Boştu. Şule hanım çoktan çıkmıştı. Burcu'nun da dediği gibi, Şule hanımın mesai saatlerini pek de önemsemediğini fark etti. O da kışlanın çıkışına doğru yöneldi.
Kapıdan çıkarken bir asker başını eğerek selam verdi. Duru hafifçe başını salladı ve dışarı adım attı. Güneşin turuncu ışıklarıyla, gökyüzü kızıla dönmüştü.
Ama Duru’nun içinde bir gece karanlığı vardı. Sessiz, ürpertici ve dağılmayan bir karanlık.
Bir adam, tek bir adam, tüm zihnini işgal etmiş, tüm dengesini bozmuştu.
Ve o adam…
Bugün gözlerine bile bakmamıştı...