Gecedeki Düşünceler

801 Words
Duru, Serra'ya yatak yapıp, kendi odasına geçtiğinde saat çoktan gece yarısını geçmişti. Sessizlik etrafa ağır bir yorgan gibi yayılmış, şehir nihayet biraz olsun sakinlemişti. Duru, yüzü geceye dönük şekilde yatağın kenarına uzanmıştı. Alihan’ın deli deli bakan gözlerini, tehditlerini, kırık camları ve öfkesini düşündü… Sonra bir anda o karanlık çaresizliğin ortasında çıkıp gelen kahramanını düşündü... **O.** Uzun boylu, sert çizgili çenesi olan, yeşil gözleriyle insanın içini kazınan adam. Onu ilk gördüğü anda bile içini derin bir güvenle erkeksi bir çekim hissi kaplamıştı. Şimdi olanları tekrar düşünürken o çekimin arttığını hissediyordu. Adamın sertçe eve girişini, güçlü sesiyle kükrer gibi bağrışını, Alihan’ın üzerine yıldırım gibi atlayışını tekrar tekrar düşündü. Duru daha önce kendini hiç böyle güvende ve korunmuş hissettiğini hatırlamıyordu. Adamın güçlü gövdesini hatırlayınca, o iki metrelik devin onu tüm dünyadan koruyabileceğini hissetmişti. Ve bu his… sarhoş ediciydi. Yüzünde belli belirsiz bir tebessümle örtüyü neredeyse kafasına kadar çekti. Karanlık odada perdeden sızan sokak lambasının solgun ışığı, duvarda dalgalı gölgeler oluşturuyordu. Gözlerini kapatırken zihninde yakışıklı adamın kirli sakalları yeniden belirdi. Geniş omuzları, güçlü duruşu, sanki göğsünde taşıdığı bütün yükleri tek başına sırtlayıp onu bütün dünyadan koruyabilecek gibiydi… Duru, göz kapaklarına düşen yorgunlukla birlikte derin bir nefes aldı. Belki garipti, ama o yabancı adam… Bir daha göremeyeceğini bilse de, hayatında hiç kimsenin olmadığı kadar büyük bir yer kaplamıştı... --- Aynı saatlerde, şehrin biraz daha uzağında, sade döşenmiş bir 2+1 dairenin içinde bir adam karanlığa gömülmüş halde koltukta oturuyordu. Oturma odasında sadece bir abajur yanıyordu; o da son derece kısık bir ışık veriyordu. Bu ışık ince bir çizgi halinde tavana vuruyor, odadaki eşyalarda loş bir hava yaratıyordu. Komutan Hakan Alparslan, sırtını koltuğa yaslamış, dirseğini dizine dayamış, bir şişeyi elinde çeviriyordu. Şişenin içindeki sıvıdan bir yudum aldı, boğazındaki yanmayı hissederek gözlerini kapattı. Bu gece olanları düşünmemeye çalışıyordu. Ama başaramıyordu. Aklı dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu. Her şey basit bir tesadüf müydü gerçekten? Beğenip takip ettiği kumralın Duru çıkması? Bu kaderin bir oyunu muydu? Yoksa içgüdüleri onu bir şekilde yine Duru'ya mı yönlendirmişti? Duru’yu ilk gördüğünde sadece uzaktan ilgisini çeken sıradan biri olduğunu düşünmüştü. Belki de sadece yeni olduğu için ilgisini dikkatini çekmişti. Ya da genç ve güzel olmasından... Ama sonra olanlar aklına geldi. Apartmanın önünde dönüp duraksaması... O tereddütlü ve tedirgin duruşu… sonra içeriden gelen çığlık. Hakan, şişeyi sinirle yeniden dudaklarına götürdü. Şisedeki sıvı yine genzini yaktı, ama bu yakıcı his zihnini susturmayı başaramadı. “Ne saçma,” diye geçirdi içinden. “Ben… ben böyle bir adam değilim.” Kadınlara ilgi duyardı elbette. Bu yaşına kadar bir çok kadınla uzun ya da kısa ilişkileri de olmuştu. Ama bu… Birinden böyle derinden etkilenmesi ve karşıkonulmaz bir çekim hissetmesi... Bu ilkti... O adam Duru'ya saldırırken yaşadığı şey sadece basit bir koruma dürtüsü ya da görev duygusuyla açıklanamazdı. Oysa açıklanması gerekirdi. Çünkü kendine açıklayamadığı şeylerden hep uzak durmuştu. İçindeki kurt huzursuzca ona seslendi, “Dağlara dön,” dedi. "Orası güvenli, orası senin yuvan." Orada ne böyle karmaşık hisler vardı, ne de kadınlar. Sadece hayatta kalmak vardı. Görev. Savaş. Takip. Emir. Siper. Her şey netti. Siyah ve beyaz. İstanbul ise griydi. Duru tutkulu bir griydi. Ve bu griler onun düzenini bozuyordu. Hakan kafasını arkaya yasladı. Gözlerini kapattı. İçtiği içki, akşamki bourbonla birleşip damarlarında dolaşmaya başlamıştı. Derin bir iç çekti. Duru’nun yüzü istemeden de olsa zihninde tekrar canlandı. Korku dolu çekici iri kahverengi gözleri. Hafifçe titreyen ince bedeni. Ama yine de dik durmaya çalışan o hali… Sonra o yüz çoğaldı. Hayatından geçen kadınlar… Hepsi birer birer yüzünü yitiriyordu. Gülüşleri silikleşiyordu. Ama Duru… Duru onların yerini alıyordu. Onun yüzü netleşiyordu. Rüyaya sürüklenmeden hemen önce onun belini kavradığını, saçlarına kavrayıp, dudaklarını sertçe öptüğünü hayal etti. Öylesine gerçekti ki erkekliği hareketlendi… Teni tenine değiyor gibiydi. O ince belin kıvrımını güçlü elleriyle hissedebiliyordu. Ve sonra… Nefes nefese gözlerini açtı... Göğsü inip kalkıyordu. Erkekliği taş gibiydi. Alnından ter süzülüyordu. Bir an afalladı. Neredeydi? Etrafına bakındı. Evindeydi. Karanlık odada, koltuğun üzerinde sızıp kalmıştı. Peki ya gördükleri? Rüya mıydı? Gerçek miydi? Öfkeyle sunturlu bir küfür savurdu. Ne önemi vardı ki? Bu yaşta, bu kadar görmüş geçirmiş bir adam, tanımadığı bir kadını rüyasında görüp hallenmemeliydi. Öfkeyle doğruldu. Ayaklarını sertçe yere bastı. Ellerini kirli sakalında gezdirdi. Kendi kendine fısıldadı: “Saçmalıyorsun Alparslan.” Ayağa kalktı. Geniş sırtı gömleğin içinde gerildi. Kaslı kollarını esnetti. Tüm vücudu hâlâ savaşta gibiydi, ama artık savaşın yeri değişmişti. Artık bu şehirle savaşıyordu. Bu çekimle. Ve bu karmaşayla. Yavaşça mutfağa yöneldi. Şişeyi eline alıp kalanını kafasına dikti. Son damlaları boğazına inerken aklında tek bir karar vardı. “Bu böyle olmaz. Yarın Albay’ın yanına gidiyorum. Tekrar dağlara dönmeliyim. Bu şehir benim dengemi bozuyor” Gücünü toparlayıp artık iyileştiğini, bedeninin görev için hazır olduğunu söyleyecek, birliğine dönmek istediğini bildirecekti. Dağlara… rüzgarın sert estiği, gecelerin soğuk, ama zihnin berrak olduğu yerlere. Bu şehir… Bu genç kadın… Onlardan uzaklaşmalıydı. Ve en önemlisi, rüyalarında öptüğü ve dokunduğa kadından gerçek hayatta uzak durmalıydı. Çünkü eğer bir kez bile ona dokunursa her şeyin değişeceğini hissediyordu...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD