Onun arkasından ben de çıktım sınıftan. Neden bu kadar kasıntı olduğunu çözememiştim ama üzerinde durmadım. Çünkü ben yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi yapıp durumu izah etmeye çalışmıştım. Dinlemeyen oydu…
Bahçeye çıkınca beni bekleyen arkadaşlarımın yanına gittim ve birlikte çıktık okuldan. Yürümeye başlayınca:
“Neredeydin sen?” diye soru Işıl. Önce kararsız kaldım ama sonra anlatmayı seçtim.
“Şu üzerine düştüğüm çocuktan özür dilemeye gittim,” deyince Işıl durdu olduğu yerde.
“Ne alaka?” dedi hemen.
“Ya ne demek ne alaka Işıl, çocuğun üstüne düştüm. Üstüne bir de Emir’in onunla dalga geçtiğini duydu.”
“Eee?”
“İçim rahat etmedi, gittim konuştum işte!”
“Allah Allah, sen genelde pek takılmazsın da böyle şeylere, ondan merak ettim.”
“Genelde insanların üzerine düşüp sonra da dalga geçmiyorum çünkü!” diye kızınca sustu ve yürümeye devam etti. Ama dayanamadı yine.
“E, ne dedi?”
“Bir şey demedi”
“Ne demek o?”
“Ya ukalanın teki işte, ilgilenmiyormuş özür dilememle falan. Bana merdivenden inmeyi öğrenmemi söyleyip gitti!” deyince ikisi de kahkaha attı. Ellerimi belime koyup durdum, tabii kaşlarım da çatık.
“Ne gülüyorsunuz acaba?” diye sorunca bu kez Tuğba girdi devreye.
“Çok pis koymuş lafı da ona gülüyoruz,” deyince daha da sinirlendim ve onları bırakıp yürüdüm. Hemen yetiştiler arkamdan.
“Tamam, kızma İnci ya. Gülmüyoruz tamam.” dedi Işıl.
“Sinir şey! Kendini ne sanıyor bilmiyorum! Aptal kafam, ne gidersin ki özür dilemeye? Ama nerden bilebilirim ben onun böyle bir öküz çıkacağını? Değil mi ama? Normal insanlar kendilerinden özür dilenince, kızgın bile olsalar nezaketle cevaplarlar. Bu ilgilenmedi bile, salak! Kasıla kasıla da ‘Merdivenden inmeyi öğren’ diyor bana bir de! Allah’ın kalası!” diye konuşurken Tuğba’nın arkadan Işıl’a:
“Eyvah, delirdi yine,” dediğini duydum ama aldırmadım. Haklıydı, delirmiştim. Ne zaman çok kızsam böyle durmadan konuşurdum. Sanki içimdeki öfkeyi kelimelerle dışarı atacakmışım gibi, susmadan konuşurdum, yorulana kadar…
Evlerimize dağıldık, ben de yalnız yürüyüp biraz daha sakinleştim. Akşam annemlerle yemek yiyip ablamın okulundan konuştuktan sonra, babamın ısrarıyla ders çalışıp uyudum. Onu aklımın kıyısına bile sokmamaya çalıştım, çünkü düşündükçe hırslanıyordum.
Sabah okula gidince hemen kafeteryaya indik kızlarla. Çok acıkmıştık. Işıl simitleri aldı, Tuğba simidin yanına başka bir şey daha ve çayları da söyledi. Çayların birini o aldı, diğer ikisini de ben alıp masamıza doğru yürüdüm. Kalabalığın arasından geçerken, birinin bana çarpmasıyla sendeledim. Dengemi toparlamaya çalışırken tam dibimde duran tanıdık yüzle karşılaşınca neye uğradığımı şaşırdım. Bana olukça gergin ve buz gibi bakıyordu, buz dağı!
“Şimdi de çayla haşlamaya karar verdin herhalde?” diye bana donuk donuk bakarken yanında duranlar da gülmeye başladı. Zaten bir önceki günden hırsım vardı, bu da fazla gelmişti bana.
“Aslında sıcak çayın suratında nasıl durduğunu merak etmedim değil ama ne yaparsın…” dedim ve yanından hızla geçip masamıza gittim. Kızlar kilitlenmiş bize bakıyorlardı ve hemen sordular. Onlara da anlattım ne olduğunu hızlıca. Yine güldüler bana, hatta Tuğba bu tanışmanın çok romantik bir yanı olduğunu bile söyledi. Çayı onun üstüne dökmek istedim ama Işıl beni engelledi.
Geçen birkaç gün boyunca ona olan sinirim hiç azalmadı. Nedenini bilmediğim bir şekilde gıcık oluyordum ama bir yandan da benimle iletişim kurmasını istiyordum. Çünkü resmen ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir insanın onun kadar soğuk olması için nasıl bir ruh halinin olması gerektiğini bir türlü anlayamıyordum.
Benim bütün bu kendimi yemelerim, onun yaptığı bir hatayla tersine çevirdi işleri. Okulun basketbol seçmeleri vardı ders bitiminden sonra. Bizim çocuklar da katılacaklardı ve bizden da kalmamızı istediler. Dışarıdaki basketbol sahasında, takıma katılmak isteyenler hocanın elemesinden geçerken biz ve başka bir grup kız daha onları izliyorduk. Bir anda nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde bir kargaşa oldu, bir gölgenin hücumunu hissettim, sonra da bir ağırlık belirdi üzerimde ve kendimi yerle birleşmiş halde buldum. Hem de üzerimdeki ağırlık hala varlığını sürdürürken. Bir anda neye uğradığımı şaşırmıştım ve gözlerimi yine kapatmıştım.
“İnci, iyi misin?” diyen Işıl’ın sesiyle aynı anda ağırlık da hafifledi ve gözlerimi açtım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, üzerini temizlemekle uğraşan buz adamı gördüm. Birkaç saniye parçaları birleştirdim ve anladım ne olduğunu. Üzerime düşmüştü! O da benim üzerime düşmüştü!
Yerden kalkarken ayağımda hissettiğim acıyla çığlığı basınca, kendiyle uğraşmayı bırakıp o da bana baktı herkes gibi. Arkadaşlarım ne olduğunu öğrenmeye çalışırken o bana kilitlenmiş, sanki diyeceğim şeyi bekler gibi bakıyordu.
“Ayağım!” diye feryat ettim yine. Takımın koçu gelip yanıma eğildi ve ayağıma baktı. Birkaç noktaya dokunduktan sonra eli bileğime değdiği anda yine bağırdım.
“Orası çok acıyor!” deyince koç hemen ayağa kalktı.
“Burkuldu galiba İnci, hastaneye gidelim” dedi ve bir anda beni kucakladı. Koçun beni kucağına almasının dışında şaşırdığım bir şey daha vardı, o da kendilerinin peşimizden gelmesiydi. Neden geldiğini anlayamadan öylece olan biteni izledim. Koçun arabasının yanına geldik, beni arka koltuğa oturttu ve o direksiyona geçerken amacını anladığım cümleyi kurdu.
“Ben de geleyim koç,” dedi ve koçun onayıyla o da ön koltuğa bindi. Camı açıp arkadaşlarıma, annemlere haber vermelerini söyledikten sonra üçümüz yola çıktık. Kimseden ses çıkmıyordu ki kendileri bana dönüp sessizliği bozdu.
“Acıyor mu?” deyince istemsizce kaşlarım kalktı. Cevap vermediğimi duyunca sorusunu yineledi.
“Acıyor mu dedim!” derken bu kez biraz kızmıştı.
“Herhalde acıyor!” dedim ben de aynı tonda.
“Burkulmuş galiba, şişmişti çünkü” diyen koç, ikimizin köprüde denk gelen iki inatçı keçi durumuna son verdi.
“İstemedin oldu koç, kusura bakma” dediğinde bir an duraksadım. Özür dilemesi gereken ben değil miydim bunun? Ama kimse bu ayrıntıyı düşünmedi ve ikisi konuşmaya devam etti.
“İstemeden olduğunu biliyorum Gökhan, kasma kendini,” dedi koç. Adı Gökhan’dı demek ki. Buz dağı daha yakışıyordu hâlbuki.
“Eyvallah” deyip sustu o da. Sinirlensem de canımın acısıyla uğraştığım için bu ayrıntıya takılmadım.
Koç bizi, babamın çalıştığı hastaneye getirdi. Kapıdan bir tekerlekli sandalye aldılar ve beni de üzerine oturttular. Sandalyeyi itenin kendisinin olmasına şaşırdım. Koça saygısından yapıyordu elbette ki, beni düşündüğü için değil. Yoksa bu kalastan öyle bir nezaket beklemek çok ütopik olurdu.
Acilin girişine gelince kayıt işlemlerine başlandı. Adımı soyadımı söyleyince görevli kadın bana bakıp:
“Haluk Uluhan neyiniz oluyor?” diye sordu.
“Babam,” diye kısaca cevap verince hemen ayağa kalktı ve yanıma geldi. Gereksiz bulduğum bir ilgiyle geçmiş olsun dedi ve hemen babama haber vereceğini söyleyip telefonu eline aldı. Onun konuşması daha henüz bitmişti ki nefes nefese babam göründü. Bu kadar hızlı nasıl geldiğini anlayamamıştım.
“Kızım! İnci, ne oldu bebeğim?” diyerek yanıma çöktü babam ve ayağıma baktı hemen.
“Küçük bir kaza baba, bir şey yok,” dedim ama o sanki ayağım kopmuş gibi herkesi çağırıp bir şeyler istedi ve beni film odasına aldılar. Ayağımın filmi çekildi, sonuçlar hemen çıktı ve neyse ki kırık, çatlak falan yoktu. Basit bir burkulma olmuştu.
Benimle ilgilenen doktor, babamın gözetiminde ilaçlarımı yazdıktan sonra çıkmak için hareketlendik. Kapıya gelince babam koça dönüp:
“Hocam, nasıl oldu bu olay?” dedi olayı derinlemesine araştırmaya gelmiş bir dedektif edasıyla.
“Basketbol seçmeleri vardı, İnci de izleyiciler arasındaydı. Gökhan topu almak için uzanınca dengesini kaybedip düştü. İnciyle çarpıştılar, ayağı burkuldu” deyince babamın bakışları Gökhan’a kaydı.
“Biraz daha dikkatli olmamızda fayda var değil mi delikanlı?” deyince Gökhan, o benim şahit olduğum bütün kabalıklardan uzak bir tavırla:
“Haklısınız, çok üzgünüm efendim. Yapabileceğim bir şey varsa, hazırım” dedi asker gibi. Babamdan mı korkmuştu o?
“Sağ ol evladım, kendine de zarar verebilirdin. Bundan sonra daha dikkatli olmaya çalış” dedi ve sırtını sıvazladı babam da. Hayretler içinde bir babama, bir ona bakarken nihayet gitmemiz gerektiği birinin aklına geldi.
“Biz artık gidelim,” dedi koş çok şükür ki.
“Tamam,” dedi babam ve ekledi:
“Benim nöbetim var, İnci’yi eve bırakmanızı rica etsem?” deyince koç hemen kabul etti ve babamla vedalaşıp arabaya bindik. Yola çıkınca koç bana sorular sormaya başladı.
“Baban doktor muydu senin ya İnci?”
“Evet”
“Alanı nedir?”
“Beyin cerrahı”
“Çok güzelmiş. Çok etkileyici biri, ben çok sevdim” deyince ‘Koç acaba gay mi?’ diye düşündüm ama hemen aklımdaki fikirleri savuşturdum.
“Öyledir,” diye yine kısa cevap verince koç biraz endişeyle baktı bana.
“İyisin değil mi? Ağrın var mı hala?” diye sordu ciddiyetle.
“Var koç, ama birazdan geçer sanırım” deyince başka bir şey demeden önüne döndü. Ona evi tarif ettim ve gelince onun da yardımıyla indim. Babam, çoktan haber vermişti anneme ve o da bizi kapıda bekliyordu. Panikle geldi, telâşla ayağıma baktı ama neyse ki el birliğiyle bir şey olmadığına ikna edebildik onu. Koçla vedalaştım, Gökhan’la bakışmadık bile. Sonra da onlar gitti ve biz eve girdik. Benden özür dilemesini geçtim, geçmiş olsun bile dememişti geri zekâlı!
Bir hafta raporlu olarak evde yattıktan sonra okula döndüm. Kızlarla yine kafeteryaya gittik ve onlar hemen yiyecek bir şeyler almaya gittiler. Ben etrafı izlerken biri belirdi tepemden bana bakan. Başımı kaldırınca onu gördüm.
“Günaydın,” dedi bana. Normal iletişim kurabilmesine çok şaşırmıştım gerçekten de.
“Günaydın,” dedim ben de çok umursamadan. İzin bile almadan kaşımdaki sandalyeye oturdu.
“Ayağın nasıl oldu?” diye sorması başka bir hayret sebebiydi. Geçmiş olsun bile demeden çekip gitmişti ama döndüğüm ilk gün gelip ayağımı sormuştu.
“Neden merak ettin?” dedim kaşlarımı çatıp.
“Ben sebep oldum çünkü” dediğinde gülmek istedim ama yapmadım.
“Merak etmene gerek yok, gayet iyiyim”
“Kusura bakma, böyle bir şeyin olmasını ben de istemezdim”
“Kusura bakmadım” deyip kendimi trip moduna almıştım ki:
“İyi, hadi eyvallah” dedi ve kalkıp gitti. Ağız tadıyla bir afra tafra yaptırmamıştı bile bana. Sinir basmıştı yine beni. Bu çocuk sanki beni delirtmek için çıkarılmıştı karşıma. Böyle insanlara sunulan sınavlar gibi, sabır sınavı. Kızlar gelince onlara da anlattım. Zaten evde olduğum sürece, her geldiklerinde ona olan sinirimden bahsettiğim için alışkınlardı. Sadece takılmamamı söylediler, bence benim sürekli dönüp dolaşıp bu konudan bahsetmemden bıkmışlardı.
Öğle arasında bir şeyler yedikten sonra bahçeye çıktık. Banka yerleşmiş otururken onun da içinde bulunduğu grup yanımızdaki banka gelip oturdular. Bakmamaya çalışıyordum çünkü orada olan tek şey buz dağıydı ve canımı sıkıyordu bu hali. Biz kendi aramızda konuşurken onların gruptan bir çocuk:
“Geçmiş olsun İnci, ayağın nasıl oldu?” diye sordu. Dönüp baktım, Tuğba’nın daha önce kısa süreli olarak çıktığı çocuklardan biriydi. Adını bile hatırlayamamıştım.
“Teşekkür ederim, daha iyi,” deyip geçiştirecektim ki konuşmanın devam edeceğinin sinyali olan cümle geldi.
“Talihsizlik oldu, geldi seni buldu”
“Olur öyle şeyler, geçti gitti” dedim konuşmayı bitirmek için ama çocuk susmuyordu. Bir sürü şey daha söyledi ve ben de kısaca geçiştirdim. Tuğba da bu durumdan hoşlanmamıştı. Ama durumdan hoşlanmayan biri daha vardı, Gökhan Efendi! Dayanamadı bizim konuşmamıza ve kalkıp yürüdü. Giderken de, bizimle konuşan çocuğa anlamadığım bir şeyler mırıldanmıştı.
“Tam bir öküz!” dedim arkasından. Sesim artık ne kadar yüksek çıktıysa, dönüp bana baktı ve bir anda yürüyüş yönünü bana çevirip yaklaştı. O anda üç buçuk atmaya başladım çünkü çok kötü bakıyordu. Yanımıza iyice yaklaşıp:
“Sen bana mı dedin öküz diye?” dedi sinirle. Kalabalıktı, geri adım atamayacağım kadar kalabalık. Ve hepsi de duymuştu ne dediğimi.
“Evet!” diye cevapladım kendimden beklemediğim bir cesaret ve ses tonuyla. Gözlerinde öyle bir alev belirdi ki, bir an içim titredi. Dibime kadar geldi ve konuşmaya başladı.
“Ya sen kendini ne sanıyorsun?” deyince ben de ayağa kalktım, neredeyse burun buruna gelmiştik.
“Sen kendini ne sanıyorsun asıl?” dedim aynı ton ve sinirle.
“Ben kendimi bir şey sanıyor gibi davranmıyorum! Senin derdin ne, benimle neden sürekli bir laf dalaşına girme peşindesin?” derken arkadaşları araya girmek istedi.
“Gökhan, sakin abi,” diyen çocuğa sinirle dönüp:
“Sen karışma Ceyhun!” deyince, çocuk hiç üstelemedi. O da yine bana döndürdü oklarını:
“Söyle senin sıkıntın ne?”
“Senin kabalığın!”
“Ya sana ne benim kabalığımdan, kibarlığımdan? Sen nezaket çavuşu musun bu okulun?”
“Evet, nezaket çavuşuyum var mı diyeceğin?” diye ben daha da ileri gidince bu kez Işıl araya girmek istedi.
“İnci, bir geri vites yapsana kızım. Az sakin,” dedi ama ben de ona karışmamasını söyleyip Gökhan’a döndüm, bizim öküze.
“İnci!” dediğinde, bir an adımı ne kadar güzel söylediğini fark ettim ama hemen toparlanıp öfkeli halime geri döndüm ışık hızıyla.
“Ne var?”
“Benimle uğraşma. Senin bu saçma sapan çocukluklarınla uğraşamam ben!”
“Ne çocukluğu ya? Sana benimle uğra diyen mi oldu hem?”
“O zaman benden ne istiyorsun? Ne diye öküz diyorsun arkamdan?”
“Açıklayayım beyefendi, hemen anlatayım. Üzerine düştüm, sonra arkadaşım sana güldü diye özür dilemeye geliyorum, bin bir tavırla benimle dalga geçip basıp gidiyorsun. Çay taşırken biri bana çarptı diye yine laf sokup insanların içinde beni rezil ediyorsun. Sonra bu defa sen benim üzerime düşüyorsun ve benim ayağımı sakatlıyorsun ama ne bir geçmiş olsun var ne de bir özür. Senin bu yaptıkların öküzlük değil de nedir, söyler misin bana?”
“Bak hala öküz diyor!”
“Kalas diyeyim, ister misin?”
“Beni zorlama!”
“Zorlarsam ne olacak?” deyince artık bizimkiler beni de onu da dinlemeden araya girdiler. Onun arkadaşları onu, benimkiler de beni uzaklaştırıp tartışmayı orada bitirdiler ve daha fazla uzamasını engellediler. Ama ben burnumdan soluyordum ve kolay da sakinleşecek gibi değildim. Daha sinirimden yüzümde biriken terler soğumadan zil çaldı ve derse girdik. Ama ben yerimde duramıyordum, sinirim geçmiyordu.
Hocadan izin isteyip lavaboya gitmek için çıktım sınıftan. Yüzümü yıkayıp kendime gelmeye ihtiyacım vardı. Lavaboya doğru adımlarımı atarken birden yine karşımda belirdi. O an az da olsa yatışan sinirlerimin hepsi tepeme hücum etmişti yine. İkimiz de öylece durup birbirimize öldürücü bakışlar atarken, o birden birkaç adım atıp yanıma geldi. Benden daha sakindi hali.
“İnci, seninle kavga etmek istemiyorum” dediğinde yine ismini söyleyişine takıldım. O kadar güzel bir ses tonuyla söylüyordu ki, insan adını biraz daha seviyordu. Ama öfkem bana bu hissi hemen unutturdu.
“Ben de bayılmıyorum seninle kavga etmeye” dedim kuyruğumu dik tutmaya devam ederek.
“O zaman artık bu konuyu uzatmayalım, kavga etmeyi de bırakalım.”
“Tamam, özür dile benden, her şeyi unutalım.”
“Bütün derdin bu mu?”
“Derdim değil, olması gereken bu.”
“Kendine daha önemli şeyler bulup onlarla ilgilen bence. Benim hayatımda, senden özür dilemekten daha önemli konular var. Daha fazla seninle uğraşmak istemiyorum. Sana iyi dersler” dedi ve beni öyle bırakıp yürüdü. Bir anda olduğu yerde durdu ve yine bana dönmeden:
“Bir daha da bana öküz deme!” dedi ve sınıfının kapısını çalıp içeri girdi. Yine aynı şeyi yapmıştı bana, lafını söyleyip gitmişti…