Merdivenlerden koşarak, hatta atlayarak inerken ayağım boşluğa geldi ve birden kendimi uçarken buldum. “Tamam,” dedim, “Kesin son saniyelerim.” Çünkü o düşüşten sağ çıkmam mümkün değildi. Sağ kurtulsam bile ne ağız kalacaktı ne burun. Kapadım gözlerimi ve kaçınılmaz sona doğru uçmaya devam ettim. Betonla kucaklaşıp hayata gözlerimi kapayacaktım ya da vücudumdaki birçok kemiğe. Ama birden, betondan daha yumuşak bir şeye çarptım. Sonra uçuşum devam etti ve yerle buluştum. Bunu acıyan canımdan değil de, yere vuran bir cismin sesinden anlamıştım. Gözlerimi açıp bakmaya cesaret edemediğim için kafamın içinde kuruyordum olası senaryoları.
“Şu gözlerini açsan da kalksan artık üstümden!” diyen sesle yavaşça açtım gözlerimi ve o an anladım ki benim uçuşumun ardından yaptığım yumuşak inişin nedeni, kurban ettiğim bir insan evladıydı. Onun sayesinde ölümle ilgili endişelerim bitmiş ve sadece bir azar yiyerek yırtmıştım bu işten.
İşte bizim ilk tanışmamız böyle oldu onunla.
Onun üzerine uçup, onunla birlikte yere düştükten sonra uyarısıyla kalktım üzerinden. Onun kalkmasıysa biraz zaman aldı. Çünkü yere gerçekten çok kötü çakılmıştı ve eminim ki yer yanı acıyordu. Biraz başında durup, en sonunda mahcup bir ifadeyle elimi uzattım ona. Önce ters bir bakış atıp sonra kendi kendine kalktı ve bana hiç bakmadan, biraz önce benim engellediğim şeyi yapıp merdivenlerden çıktı.
Onu fark etmemiştim daha önce. İki yıldır bu okuldaydım ama gözüme nedense takılmamıştı. Gerçi ben de etrafına çok bakan biri olmamıştım ki birilerinin farkına varıp varmadığımı anlayayım. Bütün hayatımı üniversiteye odaklamıştım. Bunda babamın yaptığı baskının da etkisi vardı elbette. Onun gibi iyi bir cerrah olayım diye, bana korkunç bir çalışma programı hazırlamıştı ve uymam için de elinden geleni yapıyordu.
Adım İnci, bir ablam var İdil onun adı da. Ailemizde babamız beyin cerrahı, annemiz ev hanımı. Kendi halinde yaşayan insanlarız işte, her aile gibi. Yani sıradan ve normal olan her insan gibi yaşıyoruz biz de. Ablam, babamın baskısına rağmen doktor olmayı değil, mimar olmayı tercih etti. Ben bütün bunları yaşarken o da üniversite son sınıfta okuyordu. Ben henüz lise ikinci sınıftaydım ve babamın son şansıydım istediği mesleğin seçilmesi konusunda. O yüzden de beni doktor, daha doğrusu cerrah yapmak için bütün olasılıkları zorluyordu. Benim bununla ilgili bir problemim yoktu, çünkü birilerinin hayatını kurtarmak aslında beni mutlu edecek bir şeydi. Bazen babamın anlattığı ameliyatların ve insanların iyileşme hikâyelerinin de bunda etkisi vardı elbette. Bir de babamı çok seviyorum, ona herkesten ayrı bir düşkünlüğüm var. O yüzden onun mutlu olması da benim için çok büyük bir sebepti…
Hayırlısı dedim hep…
Onunla tanıştığımız, daha doğrusu benim onun üzerine düştüğüm gün hayatımın bambaşka bir yola girdiğinin farkında bile değildim. Olaydan sonra girdiğim dersin çıkışında bizim katta karşılaştık. Sayısal sınıfın B şubesinden çıktı ve kimseye bakmadan yürüyüp indi merdivenlerden. Ben onu neden bu kadar zaman görmedim diye düşünüp dururken arkamdan en yakın iki arkadaşımdan biri olan Işıl geldi ve beni ittirdi.
“Kızım ne duruyorsun orada? Yürüsene!” diye komut verince yürüdüm ben de. Sonra diğer en yakın arkadaşımız olan Tuğba’nın gelmediğini fark edip Işıl’a döndüm:
“Tuğba gelmiyor mu?”
“Gelmiyor, büyük aşkıyla konuşacakmış. Dersle ilgili yardım isteyecekmiş de!” dedi kızarak. Yürüdük ve dışarı çıktık biz de birlikte.
Size arkadaşlarımdan bahsedeyim biraz da. Kreşten beri arkadaşız biz. Okullarımızı hiç ayırmadık ve ailelerimiz de bize bu konuda destek oldu. Işıl, üç kişilik dev ordumuzun en huysuz karakteridir. Her şeye kızma ve köpürme konusunda üzerine başka birini tanımadım diyebilirim. Ama bir o kadar da sıkı bir dosttur. Öyle ki, Tuğba’nın çektiği aşk acısında onun yanında olabilmek için ailesinden izin alamayınca, ikinci kattan kaçıp gelmişliği vardır yanımıza. Tabi bu yüzden aldığı bir ay hafta sonu evde kalma cezasını da göze almıştır. Öyle güzel dosttur yani. Delidir de biraz, korkmaz öyle pek bir şeyden.
Tuğba tam bir aşk böceğidir. Birine âşık olur, kendini paralar ama bir ay sonra başka birini görür ve onun peşinde dolaşır durur. Onun kadar hızlı duygu geçişi yaşayan birini daha tanımadım hayatımda. Ama o da dostluk konusunda Işıl’dan geride kalmaz. Bizim Işıl’la aşk acısı derdimiz hiç olmadığı için o zamana kadar, Tuğba bizim klasik ergen depresyonlarımızla uğraştı. Aslında ergen krizleri bizde çok olmadı ama ben bazen bizimkilerin beni ders çalışmak için yaratılmış bir insan olarak görmelerinden bunaldığımda yanı başımda oldu arkadaşlarım. Işıl da hırçınlığı yüzünden ailesiyle yaşadığı tartışmalarda hep bize sığındı.
Üçümüzün de annesi ev hanımı, Tuğba’nın babası diş hekimi ve babamla fakülteden arkadaşlar. Onlar üniversite demiyorlar, hep fakülte diyorlar. Işıl’ın babasıysa bir şirkette yönetici olarak çalışıyor. Ne iş yaptıklarını bilmiyoruz, çünkü Metin amca hep anlamadığımız yabancı bir dilde anlatıyor işini babamlara. İnşallah bir gün keşfedeceğiz ne iş yaptığını. Onların da tanışması bizim sayemizde oldu. Biz küçük yaşta çok yakın arkadaş olunca, ailelerimiz de tanıştı ve kaynaştı. Evlerimiz de çok uzak sayılmaz, o nedenle görüşmelerimiz de çok sık oluyor. Sadece ders çalışalım diye fazla görüşmemize izin vermiyorlar, o kadar…
Işıl’la bahçeye çıkıp bir köşede muhabbet ederken sınıftan arkadaşlarımız Emir’le Oğuz geldiler yanımıza. Onlara selam verirken gözüm arkadan geçene takıldı. İsmini bilmiyordum ama fazlaca belirgin bir merak vardı içimde. Birden cesaretle bizimkilere sormaya karar verdim.
“Ya bir şey soracağım, çaktırmadan baksanıza şu çocuk kim?” deyip elimden geldiğince belli etmeden onu gösterdim. Bizimkiler sanki ben göstere göstere bakın demişim gibi öyle bir döndüler ki, onun da bakışları bize döndü bir anda. O kadar kızdım ki, ikisinin de kafasına birer tane geçirdim.
“Salaklar! Size çaktırmadan bakın dedik değil mi?” diye kızışıma şaşkın bir halde baktığını gördüm. Anlamamıştı muhtemelen ama dikkatini çekmişti.
“Vurmasana kızım!” diye kızdı Oğuz.
“Hak etme sen de!”
“Tamam, bakmıyoruz. Neyini merak ettin şimdi sen onun?” deyince ben cevap vermeden Işıl araya girdi:
“Bugün hanım kızımız kendilerinin üzerine uçtu da,” deyince çocuklar önce şaşırdı, sonra Işıl’ın anlattıklarına kahkahayla gülmeye başladılar. O kadar güldüler ki, onun daha çok dikkatini çekti. Ve bu da yetmezmiş gibi Emir:
“Üstüne uçmuş ya!” diye bağırarak, hatta böğürerek gülünce o da duydu. Başını öyle bir çevirdi ki, ne kadar kızdığını o kadar uzakta bile anladım.
“Bak bu defa tokat geliyor!” diye sinirlenince Emir de sustu ama geç olmuştu işte. Duymuştu ve belki de onunla dalga geçtiğimi düşünmüştü. İçime bir huzursuzluk yerleşmişti bir anda.
Okul çıkışına kadar, ona durumu izah etme planı yaptım. Nedenini kendim de bilmiyordum ama ona karşı kendimi suçlu hissediyordum. Hem üzerine düşmüştüm, hem de Emir’in böğürmeleri yüzünden onunla dalga geçmiş gibi olmuştum. Bir sürü plandan sonra direkt konuşmaya karar verdim.
Son zil çalınca kızlara işim olduğunu, bahçe kapısında beklemelerini söyleyip hızlıca çıktım. Onların hazırlanması en az on dakika sürdüğü için bekleyemeyecektim. Sınıftan hızlıca çıktım ve onun sınıfının önünden geçtim. Geçerken de baktım, içerideydi. Kenara çekilip bekledim. Herkes çıktı ama o çıkmamıştı bir türlü. Sonunda dayanamayıp sınıfa girdim, sırasında oturmuş bir şeyler yazıyordu. Tek başınaydı.
“Selam,” deyip kendimi gösterdim. Önce başını kaldırıp bana baktı, sonra yine eğdi başını “Selam” dedikten sonra. Birkaç saniye sessizlikten sonra birkaç adım daha attım.
“Şey… Ben şey diyecektim,” diye başladığımda:
“Dinliyorum,” dedi başını kaldırmadan. Bu hali biraz rahatsız ediciydi ama bana kızmış olabilir diye düşünüp konuşmaya başladım.
“Ben, bugün üzerine düştüğüm için özür dilerim,” dedim.
“Önemli değil,” dedi beni yine umursamadan.
“İsteyerek olmadı. Yani, ayağım boşluğa gelince, ben şey yapamadım. Öyle uçtum bir anda ben de anlamadım,”
“Anladım, sorun değil”
“Teşekkür ederim. Yani canını acıtmış olabilirim, affedersin.”
“Acımadı, sorun yok dedim”
“Bir de…” derken bu kez başını kaldırdı.
“Kuracağın kaç cümle daha var?” deyince kaldım öylece. Ne diyeceğimi bilemedim. Kızgın bakmıyordu, ses tonu kaba değildi ama böyle bir ciddiyet vardı tavrında. Biraz da sıkılmış gibiydi.
“Bilmem,” deyiverdim bir anda.
“Bilmiyorsun demek, anladım.” deyip yeniden kafasını eğdi. Kilitlenip kalmıştım karşısında. Diyeceklerimi de unutmuştum. Öyle beklememden rahatsız olmuş olacak ki yine başını kaldırmadan:
“Hala bulamadın mı?” diye sordu.
“Neyi?” dedim. Tam bir aptal gibiydim o anda.
“Kaç cümle daha kuracağını,” dedi. Bir an sırıttığını gördüğüme yemin edebilirim. Ama o kadar kısa bir andı ki, yakalamak bile mucize gibiydi.
“Şey, bugün bahçede arkadaşım öyle güldü ya hani, onun için özür dileyecektim” deyince kaşlarını kaldırıp bana baktı.
“Arkadaşın güldü diye neden özür diliyorsun ki?”
“Sana güldü ya,”
“Demek bana güldü”
“Evet”
“Neden güldü peki?”
“Ben senin üzerine uçtum diye”
“Anladım” dedi ve yine başını gömdü. Bu durum sinirime dokunmaya başlamıştı.
“Sen neden bana bakmıyorsun, sorabilir miyim?” dedim kızarak. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
“Bir şeyle uğraştığımı görmene rağmen sürekli konuştuğun için olabilir mi acaba? Hani belki fark eder de susarsın diye,” deyince duraksadım.
“Ama ben sana bir şey anlatmaya çalışıyorum.”
“İyi de ilgilendiğimi nereden çıkardın?”
“Anlamadım?”
“Dedim ki, ilgilenmiyorum!”
“Ha?”
“Ya,” dedi ve ayağa kalkıp eşyalarını topladı. Çantasına koydu ne varsa ve sırasından kapıya doğru yürüdü. Tam çıkacakken bana arkası dönük bir halde:
“Bir şey anlatmana gerek yok, merdivenden inmeyi öğrensen yeter,” dedi ve yürüyüp gitti. Orada öylece kaldım. Buz dağı gibiydi ve ben buz kesmiştim onun davranışlarından. Beni dinlemeden, hatta alay eder gibi merdivenden inmeyi öğrenmemi söyleyip gitmişti…