1.Bölüm [O BAKIŞ]
"O Bakış" – İlk Karşılaşma
Rüzgâr taşları savururken, ambulansın sireni Elçin’in kulağında cızırdayan bir çivi gibiydi.
Dizleri enkazın tozuyla kaplıydı. Ellerini uzatmış, o küçük bedene ritmik baskılarla kalp masajı yapıyordu.
Gözleri yanıyor, burnuna çarpan duman kokusu midesini bulandırıyordu ama pes etmiyordu.
Edemezdi.
“Dayan… Ne olur biraz daha,” diye fısıldadı çocuğun kulağına.
Kalp… atmadı.
Bir kez daha… yine sessizlik.
Sonunda monitör düz çizgiye döndü.
Kısa bir süre kimse hareket etmedi.
Sadece sirenler, bağırışlar ve tozun içinden gelen boğuk ayak sesleri vardı.
Elçin başını hafifçe kaldırdı. Titreyen elleri hâlâ çocuğun göğsündeydi.
“Zamanında müdahale edilseydi, yaşardı,” dedi ambulans görevlilerinden biri sessizce.
Ama Elçin bunu zaten biliyordu.
Ve o cümle, omuzlarına bir ton daha acı bindirdi.
Tam o sırada enkazın ilerisinden çatık kaşlı biri yaklaştı. Kamuflaj içindeydi.
Üzerindeki tozlar ve çizikler, yeni çıktığı çatışmanın izlerini taşıyordu.
Yanında bir astsubay vardı.
“Hastaların durumu?” diye sordu.
Sesi tok, buyurgan ama içinde keskin bir endişe barınıyordu.
Ambulans görevlisi bilgi vermeye çalışırken Elçin başını çevirip ona baktı.
Ve o da Elçin’e…
O an… zaman durmuş gibiydi.
Kuzey, gözlerini o genç kadından alamadı.
Yorgun ama vakur bakışlar, baştan aşağı kana bulanmış beyaz önlük, dudaklarında yarım bir dua…
Sanki savaşın ortasında değil de, kendi iç savaşıyla baş etmeye çalışan bir doktordu karşısındaki.
“Çocuğu kaybettik,” dedi Elçin.
Sesi titremedi ama gözleri konuştu.
Kuzey bir şey söylemedi.
Yalnızca bir adım yaklaştı ve gözlerini onunkilere sabitledi.
O bakış…
Kayıpların, suçlulukların, savaşların içinden geçen o anlık temas…
İkisi de yıllar sonra bile o bakışı unutamayacaklardı.
Gözlerindeki korku ve kederi görmüştü Kuzey.
Patlamadan dolayı bölge adeta savaş alanına dönmüştü.
Yüzündeki mimikler hareketsizdi.
Gözleri, karşısında kaçamak bakışlar atan o renkli gözlere kilitlenmişti.
“Görevini yap, Doktor. Sadece bir çocuk gelmedi buraya yaralı olarak.”
Sonra döndü, yürümeye başladı.
Elçin arkasından bakarken, içinden bir şeyin yer değiştirdiğini hissetti.
Bir bakışla başlayan,
Bir savaşın ortasında filizlenen bir şeyin…
Adını o an koyamasa da biliyordu:
Bu bir karşılaşma değildi.
Bu, kaderin ilk satırıydı.
---
Dr. Elçin Aras, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, yetenekli bir cerrahtı.
Zorunlu görev yeri olarak Diyarbakır’a gönderilmişti.
Kalmak istemiyor, daha sakin bir yere tayin için başvurular yapıyordu.
Ta ki şehirdeki o bomba patlayana kadar…
O patlamada küçücük bir çocuğu kaybetmişti.
Ve o kayıptan sonra, kaçmaya çalıştığı bu şehirde gönüllü olarak kalmaya karar verdi.
Çünkü onun mesleği, hayat kurtarmaktı.
Tehlikeli bir bölgede çalışmak artık onu korkutmuyordu.
Kibirliydi; evet.
İyi bir doktordu ama insanlara karşı mesafeli, soğuk ve dobra biriydi.
Hastalarıyla duygusal bağ kurmaz, gerekeni söyler ve işini yapardı.
Ama o gün… bir çocuğu kaybettiği o gün… bir şey değişmişti.
---
Astsubay Kuzey Demir ise o zamanlar yeni mezundu.
İlk görev yeri Diyarbakır’dı. O gün, patlamada yaralananları hastaneye yetiştirdikten hemen sonra sahaya dönmüştü.
Kendinden emindi, hırslıydı.
Kısa sürede sivrilecek bir askerdi.
Ve öyle de oldu…
Üç yıl içinde başarıdan başarıya koştu.
Bugün artık bir Yüzbaşıydı.
Zaman, Kuzey ve Elçin için hiç durmamıştı.
Ve o günden sonra hiç karşılaşmamışlardı…
Ta ki üç yıl sonra, Kuzey’in konvoyuna düzenlenen saldırıya kadar.
---
Hastane acil servisi yaralılarla dolup taşıyordu.
Sedye üzerinde gelen askerler, çığlıklar, kan…
Koridorda uğuldayan ayak sesleri arasında Elçin, bir yandan şehit olan askerleri uygun bir odaya aldırıyor, diğer yandan yaralılara müdahale ediyordu.
Koşarak dönerken bir anda biriyle çarpıştı.
Omzunu sarsan temasta başını kaldırdığında, tanıdık bir yüzle karşılaştı.
Kuzey…
“Dikkat etsene!” dedi Elçin, hafifçe soluk soluğa.
Kuzey ise onun sesiyle bir an durdu.
O ses… onu yıllar öncesine götürmüştü.
Göz göze geldiklerinde zaman yine yavaşladı.
Toz, duman, acı… her şey arka planda silikleşti.
“Sen…” dedi Kuzey, kısık bir sesle.
Elçin gözlerini kaçırdı.
Ama kalbine çok yabancı gelmeyen biriydi bu.
Gözleri, yaralı askerin kalp monitörüne kaydı.
Kalbi durmuştu.
Verilmesi gereken ilaçları hızlıca söyledi ve kalp masajına başladı.
Kuzey uzaklaşıp kenardaki oturaklardan birine çöktü.
Sessizce, nefesini tutarcasına o anı izliyordu.
Üç yılda çok silah arkadaşını kaybetmişti.
Ve her defasında aynı suçlulukla boğuluyordu.
O adını bilmediği ama tanıdık gelen doktor,
Canını dişine takarak askerin kalbini hayata döndürmeye çalışıyordu.
Başarılı olmuştu.
Kalp yeniden atmaya başladığında Elçin, eldivenlerini çıkarıp Kuzey’in yanına geldi.
“Siz de o konvoyda olmalısınız. Sizi de kontrol edelim. Sevda hemşire…”
Hemşire ikisinin yanına yaklaştı.
“Hocam, sizi diğer yaralı askerin ameliyatında bekliyorlar. Bu askerle ben ilgileneceğim, siz lütfen ameliyata gidin.”
“Tamam, Sevda hemşire.”
Koridorun sonundaki asansöre bindi ve gözden kayboldu.
Kuzey, dudaklarını zar zor hareket ettirerek,
“Adı ne?” diye fısıldadı.
Hemşire yaklaştı.
“Efendim, anlayamadım? Lütfen tekrar eder misiniz?”
“Doktorun adı ne?”
“Doktorumuzun adı Elçin…”
Ardından Kuzey’i müşahede odasına aldılar.
Testlerin ardından fiziksel olarak sağlam olduğu ortaya çıktı.
Ama travma kaynaklı sorunları gözlemlemek için yatırılmasına karar verildi.
O gece bir daha görmemişti,
Adının Elçin olduğunu öğrendiği o doktoru…
Neden bu kadar tanıdık gelmişti?
Zihnini zorlamaya çalışsa da aldığı ilaçlar buna engel oluyordu.
Sonunda kendini uykuya teslim etti.
---
Elçin ise ameliyattan başarılı bir şekilde çıkmıştı.
Mesaisi bitmişti.
Odasına gidip üstünü değiştirdi.
Ardından resepsiyona uğrayıp:
“Acil bir durum olursa arayın. Saat fark etmez,” dedi.
“Tamamdır Elçin Hanım,” denildi.
Evine geçti.
Yorucu bir gündü.
Ayakları sızlıyordu.
Bulunduğu konum sebebiyle yıllarca terörist yaralanmalarından çok asker tedavi etmişti.
Ama bugün farklıydı…
O asker…
Ve onun bakışları…
O bakışlar, ona hiç yabancı gelmemişti.
Elçin kendini suyun altına bırakıp uzun bir duş aldıktan sonra hemen uyumuştu.
---
Ertesi sabah hastane odası sessizdi.
Kuzey yatağından kalktı, askerlerinin durumunu öğrenmişti.
Yusuf Üsteğmen’in kalbi durmuştu ama durumu şimdi iyiydi.
Başçavuş Hüseyin ise başarılı bir ameliyat geçirmişti.
Araçta beş kişilerdi.
Üçü kurtulmuş, ikisi şehit düşmüştü.
Bahçeye çıkıp bir sigara yaktı.
Çevredeki evlerin balkonlarına Türk bayrakları asılmıştı.
Demek ki haber duyulmuştu…
İçeri dönüp kendi taburcu işlemlerini hallederken, kapıdan içeri yine o doktor girdi.
Hayata renk veren bir enerjisi vardı.
“Günaydın efendim… Dünkü hastalarımı kontrol etmeye geldim,” dedi.
“Sorun yok Elçin Hanım,” denildi.
Yoğun bakım servisine doğru ilerledi.
Normal hastaların onu göremeyeceği bir noktadan kayboldu.
Kuzey ise sadece arkasından bakakaldı.
“Efendim, şurayı imzalar mısınız?”
İmzasını attı.
Taburcu işlemleri tamamlandı.
Karargâha gitmek üzere hastaneden ayrıldı.
---
Hastalarımı kontrol ettikten sonra hızla odama geçip üzerimi değiştirdim. Bugün iki ameliyatım vardı. Öncesinde kantine inip hızlıca bir şeyler atıştırmak istedim.
Kantin köşesindeki televizyonda, dünkü saldırının görüntüleri dönüyordu.
"Doğudaki görevleri sona ermişti... Dönüş yolunda pusuya düştüler."
Spikerin sesi bile boğazıma düğüm oldu.
Şehit düşen askerlerden biri evliymiş, henüz çocuğu olmamış.
Yutkundum.
Bir an nefes alamadım.
Ve... gözümün önüne o çocuk geldi.
Baygın bedeni...
Bedenine büyük gelen ellerimle yaptığım kalp masajı...
Zor tutulan gözyaşlarım, içimde büyüyen pişmanlık.
Ambulans görevlisinin sesi hâlâ kulaklarımda:
“Daha erken müdahale edilseydi… yaşardı.”
Ama ben zaten en hızlısını yapmıştım.
Sadece… korkmuştum.
Ambulansa binip olay yerine gitmeye cesaret edememiştim.
Eğer o ambulansa binmiş olsaydım...
Belki bugün hâlâ yaşıyor olurdu.
Kucağımdaki karton kahve bardağını sıktığımı fark edemedim.
Kahve kucağıma döküldü.
Sıcaklığı değil, içimdeki pişmanlık yaktı beni.
Etraftaki birkaç kişi şaşkın bakışlarla döndü bana.
Yüzümde anlamsız bir tebessüm belirdi:
“Kusura bakmayın… sorun yok.”
Peçeteye uzanırken spikerin sesi bir kez daha içimi dağladı:
"Şehitlerden biri, 'Nerede ölürsem oraya gömün' vasiyetinde bulunmuş. Naaşı Diyarbakır’a gönderilecek."
Yutkundum.
Bir yerlerde eksiliyordu içim.
Bir boşluk daha açılmıştı sanki göğsümde.
Ameliyatlarıma daha saatler vardı.
Kalktım. Gitmeyi düşündüm.
Bir şehit uğurlamasına katılmak...
Ona olan son saygımı sunmak...