Yazarın anlatımıyla...
Ezginin kolundan tutan Kutay, Ezgi ne gördüyse hepsini görmüştü. İkisi de kahve gözlerini büyüterek birbirlerine baktılar. İkisinin de masada gördükleri kan damlası hayra alamet değildi, farkındaydılar.
"Artık çıkmalısınız," dedi polis memurlarından bir tanesi. "Olay yeri inceleme başlatılacak."
Ezgi sınıftan çıkmak istemese bile Kutay zorla çıkarttı. Koridor mahşer yeri gibiydi. Binadaki bir çok öğrenci bölüme girmiş, olayın şokunu yaşıyorlardı. Ressamlık sınıfından Ayşenur'u asılı halde görenler sinir krizi geçirmişlerdi. Revir bu kadar öğrenciyi alamayacağı için koridora, öğretmenlerin odasına, her yere revirden getirilen pikeler serilmişti. Kızların çoğusunun kolunda serum takılı, diğer öğrenciler ayakta serumu tutuyorlardı. Bu meslek lisesi, senelerdir ilk kez böyle bir olayla karşılaşmıştı.
Koridorun halini gören Ezgi daha fazla yıkılarak kendini olduğu yere bıraktı. Sırtını duvara yaslayıp tek dizini kaldırarak bomboş gözlerle etrafına bakıyordu.
Dilara yarı açık, yeşil gözleriyle Ezgi'yi buldu. Başını yavaşça sağa sola sallayıp gözlerini kapatırken iki gözünden de yaş aktı. Murat başında serumu tutuyordu. Murat'ın ela gözleri sevgilisinin üzerindeyken açık kahve saçlarını sıkıntıyla dağıttı.
Çiğdem'in ela gözleri ağlamaktan kızarmış, iki kolunu da kenara bırakmıştı. Başında Murat'ın arkadaşı Eray duruyordu. Eray ne yapacağını şaşırmış halde siyah gözleriyle koridora bakıyordu.
Gülcan alnını duvara yaslayıp herkese arkasını dönmüştü. Dizlerinin üzerinde öylece duruyordu. Hala yediremiyordu bu durumu. Ayşenur bunu yapmazdı, diye içinden geçirmeden duramıyordu.
Sebasfidan okula gelen sağlık ekipleri tarafından hastaneye kaldırılmış, uyutuluyordu. Ayşenur onun çocukluk arkadaşıydı, Ayşenur onun can dostuydu.
"Ezgi," dedi yanında duran Kutay, "İyi misin?" İlk kez adını söyledi.
Saçma bir soru olduğunun farkında olmuş olsa dahi bu soruyu sorma ihtiyacı duymuştu. Ezgi iyi görünmüyordu. Koridorda sürekli bir bağrışma, bir ağlama, bin feryat koparken Ezgi'nin böylesine donuk durması iyi değildi. En azından bir damla yaş akıtabilirdi. Dumura uğramıştı.
Cevap vermek yerine koridorda göz gezdiren Ezgi, Kutay'ın gözlerini buldu. Konuşamıyordu. Konuşacak hali yoktu. Kolunu dahi kaldıracak dermanı yoktu. İki genç bomboş gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Kutay içinden, 'Bu nasıl bir kız?' demeden duramıyordu. Arkadaşını asılı halde bulup bacaklarına yapışıyor, sonrada ipini kesmeye çalışıyordu. Doktorun kaybettiklerini söylediğinde inatla yaşatmak için uğraşmıştı. Ağlamıyordu, bağırmıyordu, fenalık geçirmiyordu. Sadece susup etrafına bakıyordu. Asla normal değildi. Bu esnada merdivenlerden bir ses duyuldu.
"Nerede kızım?"
Ayşenur'un ağlayan babasının sesiydi. Koşarak bölüme girerken polisler engel oldular. Arkasından Ayşenur'un annesi geliyordu.
"Kızım," diye inletti okulu, "Yavrum, Ayşenur'um..."
Sesleri duyar duymaz ayaklanan Ezgi hızla Ayşenur'un annesinin yanına gitti. Dizlerinin üzerine çökmek üzereyken sıkıca tutup kaldırdı.
"Nerede kızım Ezgi?" Ezgi'nin verecek bir cevabı yoktu. Kızını kurtaramadım, karşimi kurtaramadım, diye geçiriyordu içinden. Ayşenur'un annesine bunu diyemedi. Anca sarılmakla yetinebildi. Annesine sarılır gibi, kızına sarılır gibi dakikalarca sarıldılar. Annesi feryat ediyordu. Hiç durmadan bağırıyordu. Kolay değildi. Evlat acısı. Tarifi olmayan bir acıydı. Ancak yaşayan bilirdi.
Anneniz, babanız öldüğünde öksüz derler, yetim derler. Ama evladını kaybeden bir anne babaya kimse bir şey diyemez. Ancak yangın olur. Sönmeyen bir yangın.
"Yaktın kızımın başını Ozan!" diye bağırdı annesi. "Yaktın yavrumu..."
Duyduğu son cümleyle Ayşenur'un annesinden hafifçe uzaklaştı Ezgi. Ne demek yaktın kızımın başımı?
Aralarında bir sorun olmadığını Ayşenur her defasında söylerdi. Hatta okul çıkışları Ayşenur'un otobüsü gelene kadar Ozan bekler, o gitmeden gitmezdi. Serseri bir tip olabilirdi ama Ayşenur'u sevdiğini herkes bilirdi.
Koridora ağlayan gözlerle giren müdür yardımcısı Nuri hoca ayakta gördüğü tek kız olan Ezgi'nin yanına geldi.
"Ezgi..." dedi ağlamaklı sesiyle, "Ne oldu kızım bu kıza?" Ezgi yine cevap vermedi. Nuri hoca sarılınca ona da sarılarak karşılık verdi. Yapabildiği tek şey buydu. Sürekli birileriyle sarılıyor, ama kimse yokmuş gibi boş hissediyordu. Hisleri yoktu. Duyguları yoktu. Bilinci yok gibiydi. Olayı henüz idrak edememiş, Ayşenur'un öldüğü gerçeğini kabullenememişti. Ölüm, ölüm gibi değildi. Ezgi'ye öyle geliyordu.
Aradan ne kadar vakit geçtiğini hala içinden sayan Ezgi 1 saat 16 dakika sonra yanına gelen polis memurunun sesiyle oturduğu taş zeminde ayaklandı.
"İfadeniz alınacak..." Başını sallayıp memuru takip etmeye başladı. Okulun yakınlarındaki karakola geldiklerinde sorgu odasına girecekleri sırada ismini duydu. "Ezgi?" 30'lu yaşlarda, siyah saçları, siyah gözleriyle üst kat komşuları Fatih abiyi gördü. Burada başkomiserdi.
"Abiciğim hayırdır?" Annesi gittikten sonra onlara en çok Fatih abinin annesi Fatma teyze yardımcı olmuştu.
Ezgi donuk yüzüyle Fatih abinin yüzüne 8 saniye baktı. "Arkadaşım..." kelimesi çıktı ağzından. Olayı duydukları için Fatih abi Ezgi'nin arkadaşı olduğunu anlamıştı.
"Gel abiciğim," diyerek sorgu odasına girdiler. Ezgi olayı baştan sona Fatih abiye anlatırken yanlarındaki diğer memur not alıyordu. Ezgi odadan çıkarken içeriye Kutay girdi. Kutay'ın burada olduğunu yeni fark etmişti.
Kutay sorgusu bitince koridora Ezgi'nin yanına gitti. Ezgi hala bir damla yaş akıtmamıştı. Hala duvar gibi duruyordu. Duyguları elinden alınmış gibi bir görüntü veriyordu etrafına. Gelen geçen herkes ona bakıyor, o ise kimseye bakmıyordu. Bakamıyordu.
Fatih abinin araya gelmesiyle adli tıpa gittiler. Saat öğleni geçmişti, ders falan kalmamıştı akıllarında.
Adli tıptaki doktorlar görüşmek istediğini söyledi. Kutay yanından 1 dakika olsun ayrılmamıştı, ayrılmaya da niyeti yoktu. Fatih abi durumu yanlış anlamış dahi olsa sesini çıkartmıyordu. Doktor yerinde yoktu, savcıyla görüşmek için ısrar edince Fatih abi izin istedi.
Savcının odasına girip deri sandalyelere oturdular. Hiç beklemeden aklındaki soruyu sordu Ezgi.
"Kendisi mi intihar etmiş?" Savcı şaşırarak karşısındaki liseli kıza baktı.
"Evet, kendi isteğiyle..."
"Ama direnmiş?"
Savcı bir kez daha şaşırdı. Nasıl bu kadar dikkatli olabilirdi?
"Karar vermiş, ancak sonra can havliyle kendini kurtaramaya çalışmış." Bakışlarını masaya indirip, "Başarılı olamamış..." dedi. Tekrar Ezgi'ye baktı. "Eğer... 5 dakika önce bulmuş olsaydınız, yaşama şansı çok yüksekti. Ama bulduğunuz zaman bilincini kaybetmiş."
"Nabzı hala atıyordu, kalp masajı yaptım, suni teneffüs yaptım..." diyerek yükseldi.
"Dediğim gibi," dedi doktor, "5 dakika daha erken bulunmuş olsaydınız yaşama şansı vardı, ancak..."
"Başka bir şey çıkmadı mı?" diye sordu ısrarla. "Ne bileyim bir iz, bir not?"
"Hiçbir şey çıkmadı kızım, başınız sağ olsun..."
Yaptığı onca çabaya mı yansın, 5 dakika geç kaldığına mı? Belki sınıf defterini almaya gitmeseydi, belki Kutay'la muhabbet etmeseydi, belki evden çıktığında sallana sallana okula gitmeseydi... Belkisi çoktu, ama artık ellerinden gelen bir şey yoktu.
Fatih abi Ezgi'nin babasını arayıp durumu bildirme ihtiyacı duydu. Ezgi konuşacak halde değildi. Ezgi berbat bir durumdaydı. Kutay hala yanında durunca, "Erkek arkadaşı mısın?" diye sordu.
"Hayır," dedi Kutay, "Okuldan herhangi bir arkadaşıyım..." Fatih abi karakola gitmesi gerektiği için Ezgi'yi Kutay'a emanet etti. Tekrar okula geldiler. Kızların bazıları aileleri tarafından eve götürülmüş, bazıları hastanede, bazıları ağlayarak bölümde bekliyorlardı.
Aklında yüzlerce soru, yüzlerce cevap ararken önceliği arkadaşına olan son görevini yapmaktı. Kızlara şimdilik bir şeyden bahsetmeyecekti. Herkes acısını yaşayacak, herkes görevini yapacaktı.
Okulun kapanma saatine kadar bir onu, bir diğerini teselli etmeye çalışan Ezgi, aslında kendisi teselli olmalıktı. Ama kızların kendinden daha kötü olduğunu sanıyordu. Ezgi'nin içinde acı, üzüntü duygularının yanında merak duygusu daha baskın geliyordu. Şüpheleri vardı.
Herkes bir bir eve dağılırken Kutay hala Ezgi'nin yanındaydı. Ezgi konuşmuyor, Kutay soru sormuyordu. Aklına işe gideceği düşüncesi düşünce Gökhan abiyi arayıp durumu arz etti. Anlayışla karşılayan Gökhan abi, bu hafta işe gelmemesini söyledi. Gidecek hali de yoktu zaten.
Evin önüne geldikleri zaman kapıyı çalacağı esnada Kutay, "Ezgi, istersen biraz konuşalım..." dediğinde başını 45 derece ona döndürüp baktı.
Eve bu halde girerse babası daha çok üzülecekti. Ağlarsa babası da ağlayacaktı. Eve yakın Bursa surlarına doğru yürümeye başladılar. Attığı her adımda Ayşenur'la attığı adımlar aklına geliyordu, kalbi kopuyordu. Pazara gittikleri gün aklına düşerken, kalbine kayalar düşmüş gibi oldu.
Surların bir burcuna karşılıklı oturdular. Bursa'nın orta göbeği sayılan Timurtaşpaşa meydanına gözlerini sabitledi.
"Ezgi," dediğinde 3. kez adını söylediğini fark etti. Bugün 3. kez Kutay'ın ağzından ismini duyuyordu.
Ona doğru boş bakışlarını yönlendirdi tepkisizce. "Ağla artık, kimse ağladığını duymaz, bilmez benden başka." Neden böyle dediğini Kutay reis de bilmiyordu ama Ezgi sabahtan beri ağlamamak için diretir gibi duruyordu.
Daha cümlesi biter bitmez kahve gözleri sulanmaya başlamış, yanakları tuzla suyla yanmıştı.
"Geç kaldım," dedi titrek bir sesle, "5 dakika geç kaldım." Üzüntüden değil de, suçluluk duygusuyla ağlarcasına sinirle ağlıyordu. Üzüntüsünü hala yaşayamıyordu.
"Hayır," dedi Kutay gür sesiyle, "Kendini suçlama. Senden başka kimse bacaklarına sarılıp kurtarmak için çabalamazdı. Herkese nasip olmaz Ezgi." 4 oldu. "Arkadaşının bacaklarını tutup ipini kesmek herkese nasip olmaz. Sen elinden geleni yaptın. Fazlasını yaptın. Daha ne yapacaktın?" Her cümlesinde daha çok ağladı, her kelimede kendini daha fazla suçladı aslında.
"Sus." Bir şeyler, teselli cümleleri duymak iyi gelmiyordu. "Sus Kutay. Kurtaramadım." Sözünü dinledi, Kutay sustu. Sustu ama kollarının arasına başını alıp göğsüne bastırdı. 16 dakika 20 saniye orada, öylece durdular. Sakinleşip Kutay'ın kollarının arasından hızlıca çıktı. Reise neydi? Ağlar ağlamaz, bağırır bağırmaz, ona neydi?
"Ben eve gidiyorum," dedi ayağa kalkarak. Yüzüne bile bakmadı. Kutay neye uğradığını şaşırır gibi olduysa da belli etmedi. Neticede o bir ressamlık kızıydı, delinin tekiydi.
"Ben bırakırım seni."
"Evim buradan 2 dakika 45 saniye. Kendim giderim."
"Fatih abi seni bana emanet etti yalnız," dedi tek kaşını kaldırarak.
"Emanet ne ya? Çanta mıyım ben?" diye bağırdı Ezgi.
"Ya sabır. Yürü hadi, eve bırakacağım seni." Ezgi'nin kolunu tutup evin yönüne doğru döndü.
"Sen kim oluyorsun da beni sana emanet ediyor Fatih abi?" Ezgi yürümediği gibi çok ters bir şekilde soruyordu. Çünkü 4 dakika 20 saniye önce göğsünde ağlamamıştı.
"Amma uzattın amk, yürü." Yürümeye başladılar. "Sanki kim olduğumu bilmiyorsun."
"Niye emanet ediyor niye?" diye sordu Ezgi ısrarla.
"Deterjan markası mıyım lan? Kutay'ım ben Kutay," dedi durup yüzüne bakarak. "Hala kimsin diyor bir de. Sabahtan beri yanında olan bir tek ben varım farkında mısın?" Yürümeye devam ettiler.
"Kolumu bırak bari," dedi Ezgi eve gelmek üzereyken.
"Al bıraktım." Gerçekten bıraktı.
Kapının önüne kadar ikisi de konuşmadılar. Hava kararmış, ay gökyüzünde parlıyordu. Ezgi kapının önüne gelip durduğunda Kutay'a döndü, 75 derece.
"Sağ ol," dedi sakince, "Yanımda olduğun için." Hep gider nereye kadardı? Bir teşekkürü hak etmişti. Sonuçta Ayşenur'u kurtarırken o da yardımcı olmuştu.
"Önemli değil, keşke daha fazlasını yapabilseydik." İkisi de başlarını kaldırıp parlayan aya baktılar.
İkisi de birbirlerine iyi geceler dileyip kapının önünden ayrıldılar. Kutay, Ezgi eve girene kadar arkasından baktı. Ezgi merdivenleri saya saya 1. kata çıktı. Daire kapısından içeriye gireceği zaman Fatma teyze merdivenlerden indi.
"Ezgi, yavrum ne olmuş öyle?" Mahallenin en iyi, ama en dedikoducu teyzesiydi bu Fatma teyze. Griye çalan saçları, gözlüklerinin altında yatan kahve gözleri, kocaman yanakları vardı. Çok iyiydi, iyi olduğu kadar dedikoduyu severdi. Eğer şu anda kafa başlarlarsa sabaha kadar merdiven muhabbeti yaparlardı.
"Fatma teyze, yarın konuşsak olur mu? İyi değilim."
Anlayışla karşılayan Fatma teyze elindeki yemek dolu tabağı uzattı. "Babana vermiştim kızım, sende bunu ye."
Burukça tebessüm edip elinden tabağı alırken teşekkür etti. Dedikoduda yapsa iyi kadındı, diyecek laf yoktu. Evin kapısı açmasıyla babasının içeriden seslenmesi aynı anda oldu.
"Ezgi, kızım?"
"Benim babam," dedi ölü gibi sesiyle. Çok şeyler dönüyordu kafasında ama babasını üzmemek adına belli etmemeye çalıştı.
"Ah be yavrum." Ezgi salona girdiğinde babası ayağa kalkmış, kollarını açmıştı. 46 saniye kadar babasına sarılıp koltuğa oturdu. Olayı baştan sona anlattı, detaylara girmeden. Fatma teyzenin verdiği yemeği babası üzülmesin diye biraz yiyip bıraktı.
"Yarın cenaze var baba, ben yatıyorum." Yatacak mıydı? Yatmayacaktı ama yalnız kalmak istiyordu.
Odasına girip üzerini değiştirdiği gibi camın kenarındaki yatağına oturdu. Camdan dışarıyı izlemek, gökyüzünün karanlığını, gecenin durgunluğunu izlemek ona her zaman iyi gelirdi. Bu gece hariç. Bu gece ona hiçbir şey iyi gelmiyordu. Hayatının en kötü gününü yaşamış, en kötü gecesine geçmişti. Ayın parlaklığında Ayşenur'un gülen yüzünü görüyordu. Gözlerinden akan tuzlu suları sildi yanaklarından.
"Neden yaptın Ayşenur?" diye sordu ama Ayşenur'un yapmadığına inanıyordu. Altında çok büyük şeyler olacağını düşünüyordu. Masadaki kan, ellerindeki morarıklık ve annesinin feryatları kulağına doluyordu. Kafası allak bullak bir halde sabahı sabah etti.
Kahvaltı bile yapmadan evden çıkıp otobüs duraklarına çıktı. Ayşenur'un evine giden otobüse binip 18 dakika 22 saniye sonra evin önünde buldu kendini. Kalabalıktı. Kızlardan bazıları gelmişti. Akrabaları ve komşuları muhtemelen bu sokakta sabahlamışlardı.
Ayşenur'un annesi Ayfer teyzenin yanına gittiğinde verilen ilaçlardan dolayı uyutulduğunu gördü. Küçük kardeşi takıldı gözüne. Ali Mert, ressamlık kızlarının yanında 5 yaşında olduğu için hiçbir şeyden anlamıyordu.
"Ablam nerede?" diye sorduğunda evden ağlama sesleri daha da yükseldi. "Neden herkes burada, bizim evde?" Kimsenin verecek cevabı yoktu. 5 yaşındaki bir çocuğa hiçbir şey anlatılamazdı.
Öğlene kadar kızlar Ali Mert'le ilgilendiler. Öğlen olmuştu. Selası alındı. Mahalle, müezzinin "Ayşenur Karaca" demesiyle inledi. Cenaze arabası kapının önüne geldiğinde en başta annesi ve babası olmak üzere ressamlık kızları tabutun başına geçtiler. Ezgi dahil tüm kızlar son kez kardişlerini görmek istedikleri için ailesinden izin istediler. Ayfer teyze onay verdi, yüzünü açıp hepsi son kez baktılar Ayşenur'un ay gibi parlayan yüzüne. Duası okundu, camiye gittiler. Erkeklerin arkasına saf tutan ressamlık kızları da cenaze namazı kıldılar ve mezarlığa götürüldü.
En başta akrabaları olması gereken yerde kardişleri vardı. Açılan mezara koydular Ayşenur'un masum bedenini. İlk toprağını babası attı ağlaya ağlaya. Daha fazla dayanamayıp küreği elinden bıraktı. Ezgi eline aldı. Bir kürek attı. Hırsını alamadı. Bir kürek daha attı. Yine hırsını alamadı. Ayşenur'a bir kızgınlığı yoktu, kızgınlığı tamamen kendine olan Ezgi hırsla toprak atmaya devam etti.
"1-1, 1-2, 1-3..." diyerek dün kalp masajı yaparken saydığı gibi sayarak toprak attı. O zaman bir işe yaramamıştı ancak, şu anda arkadaşına son görevini yapıyordu. Ve artık arkasından dua etmekten başka çareleri yoktu.
Dilara'yı yalnız bırakmak istemeyen Murat cenazeye gelirken okuldan bir sürü kişi de gelmişti aynı zamanda. Hepsi Ezgi'nin hırsla toprak atışını hayretle izliyordu, en çok Kutay reis. Dün gösterdiği çabadan sonra bu şekilde davranmasına bir türlü anlam veremiyordu. Hala kendini suçladığının farkındaydı ancak, çabasını en iyi gören Kutay olmuştu. Kolay kolay herkes o cesareti gösterip arkadaşını kurtarmaya çalışmazdı. Bu kız farklıydı. Onu aslında hiç tanımıyordu ama farklı biz kız olduğunun farkındaydı. Ve bu işin peşini bırakmayacağını da biliyordu. Savcıya ısrarla sorduğu sorulardan sonra Kutay bunu çok iyi anlamıştı. Kahve gözlerinin içindeki inada bizzat şahit olmuş, içindeki hırsı bizzat izliyordu. Akşam yanında ağlaması bile normal değildi. Suçluluk duygusu altında ağlamış, o duygu daha baskın gelmişti. Bu işin nereye varacağını kimse bilmiyordu, kimse farkında değildi, kimse Ezgi'nin içini anlayamıyordu. Ama Kutay Ezgi'nin ruh halini anbean görmüştü. Gece gibi karardığını anlamıştı, ay gibi parlatacağına adı gibi emindi.