Cuma günü bayrak töreni sırasında tekstil sınıfında bir kargaşa vardı. Bizden yaklaşık olarak 7 yetişkin adımı uzaklıktaki sınıf kendi aralarında hararetli konuşmalar yapıyorlardı.
"Ne olmuş bunlara ya?" diye soran Gülcan'a döndüm.
"Kimileri ağlıyor baksana..." diyordu yanımdaki Dilara. Önümden yeşil gözleriyle Ayşenur bize baktı. "Var aga bu işte bir şey."
Biz olayı anlamaya çalışıp anlamazken yeni müdür yardımcımız sahneye çıkıp mikrofonu eline aldı. Geçen sene tarih öğretmenimizdi, bu sene terfi oldu kel kafasıyla beraber.
"Çocuklar bir susun bakalım." Susmadık. Daha doğrusu tekstil susmadı.
"Çocuklar sakin olun ve beni bir dinleyin." Yüksek sesle konuşunca ister istemez herkes Nuri hocaya döndü.
"Tüm öğrenciler beni dikkatle dinlesin, özellikle tekstil." Bütün okul 11. sınıf tekstil sınıfına baktı. Çünkü biz koyunduk. Bir tek 'Me' demiyorduk. Niye sürekli oraya buraya bakıyoruz bilmem.
"Dünden beri haber alamadığınız arkadaşınızın haberi geldi çocuklar. Buse, dün okuldan çıktıktan sonra eve gitmemiş. Özellikle herkes dinlesin diye diyorum ki, böyle bir şeyi asla duymak istemiyoruz."
"Ne olmuş hocam?" diye bağırdı kavak ağacı Kutay reis. Reis diye her halta atlamak zorunda sanki.
"Arkadaşınız Buse, dün eve gitmemiş. Bir saat önce haber geldi, cesedini bulmuşlar..." Sesi titremeye başlayınca iki saniye sustu. "Arkadaşınız intihar etmiş çocuklar."
Cümlesi biter bitmez saniyesine çığlıklar kopmaya başladı. Tekstil sınıfıyla eskiden kavgamız varmış. Ama artık kavgalı değildik. Buse dediğimiz kızın en yakın arkadaşı bayılırken koşarak hepimiz o sınıfın sırasına gittik. Tam üç saniye sürdü. Üç saniye içerisinde herkes Beyza'nın başına toplandı. Herkesi dağıtmam on beş saniyemi aldı.
"Dağılın, üzerine toplanmayın. Hocam Beyza bayıldı, revirden doktoru çağırın, acele edin." Duraksız bir şekilde bağırıp insanları uzaklaştırmaya çalışırken, "Ayaklarını yüksekte tutun." dedim. Bu ilk yardım eğitimlerini babamdan dolayı biliyorum. Çantamın kenarına astığım ince hırkayı başının altına yastık yapıp bıraktım. Tüm tekstil ağlıyordu, hatta 500 kızın 5'te 3'ü şu an bu bahçedeydi ve onların 3'te 2'si ağlıyordu. İçinde bulunduğumuz bahçe yaklaşık olarak 2 dönümdü.
Doktorun gelmesi 2 dakika 20 saniye sürdü. Geldiği gibi tansiyonunu ölçtü, düşmüştü. 4500 erkeğin 10'da 8'i iki dönümlük bahçedeydi. Aralarından bir tanesi kucaklayıp revire götürmeye başladı. Müdür yardımcımızın bağırmasıyla tekrar yerlerimize geçmemiz 1 dakika 22 saniyemizi aldı.
"Çok üzgünüm." dedi ağlayarak. Bu adam öğrencilerini çok sever. Geçen sene bizleri de çok severdi. Erkek öğrenci şerefsizlerin en ufak yanlışında disipline verdiğine şahit olmuştuk. Çok kafa, çok iyi bir adamdır.
"Sizlerden rica ediyorum, hatta yalvarıyorum, ne olur bir daha böyle bir şeyle karşılaştırmayın bizi."
Buse denilen kızı çok az tanıyorum. Sessiz sakin bir kızdı. Neden böyle bir şey yaptığını kimse bilmiyordu bence. Nuri hoca konuşmaya devam ederken çok kız ağlamaya devam ediyordu. Sayamıyorum. Çok öğrenci ağlıyordu etrafımda.
Bayrak törenini sular seller eşliğinde bitirip tekstil sınıfına baş sağlığı diledik. Allah kimsenin aklını başından almasın. Saniyelik bir durum. Belki sevgilisinden ayrılmıştı. Belki ailesiyle arası bozuktu. Belki hap falan kullanıyordu. Belkileri dizmeye kalksam 100 çarpı 2 bölü 5 tane falan çıkar ortaya ama şu an onlarla ilgilenemeyeceğim.
Moralimiz bozulup, sinirlerimiz horon teperken okulun yan tarafında bulunan devlet adı verdiğimiz, devlet hastanesinin karşısındaki parka geldik.
Gülcan'la ikimiz banka oturduk, Ayşenur, Dilara ve Çiğdem karşımıza geçtiler. Lise 1'den beri aynı sınıftayız beşimiz. Gülcan iri yapılı, harbi ressamlık delikanlısı bir kızdır. Siyah saçlar, zeytin gözleri vardır. Sevgiliyle işi olmadığı gibi kimselere güvenmeyen bir tiptir.
Güven meselesini de tam ondan beklediğim şekilde bir cümleyle tasdikliyor zaten. "Abi bak ben size bir şey diyeyim, kesin sevgilisinden ayrıldı. Çocuk kesin aldattı kızı, bu da yediremedi."
"Hayır ya." dedi Dilara. "Ben Murat'la ayrılsam asla yapmam böyle bir şey, saçmalama." Ayşenur'la kardeş gibi benzerler birbirlerine. Sarı saç, yeşil göz.
"Bence de." dedi Ayşenur sarı saçlarını savurup. "Mümkün değil."
"Belki de ailesiyle sorunu vardır." dedi Çiğdem.
"Annem bizi terk ettiğinde bir kere bile aklıma ölmek gelmedi arkadaşlar. Yapmayın." Şerefsiz karının gittiği gün gözümün önünden gitmiyordu. Liseye yeni başlamıştım. Babamın hasta olup malulen emekli olduğunu öğrendiğimizde sevgilisiyle kaçtı. Analık böyle oluyordu çünkü.
Ne düşünürsek düşünelim, istersek 4 bilinmeyenli denklem çözelim, olan olmuştu. Ne olursa olsun, intiharın sebebi Buse'yle beraber mezara girecekti. İçinde kurduğu mahkeme sonuca varamamıştı belli ki. Belki de 5 bilinmeyenli bir denklem aklını kaybetmesine sebep olmuştu. Aklı başında olan bir insan kendi canına kıyamazdı. Keza ki, parmağımızın ucu 3 milim bile kesilse canımız acır. Canına kıymak ne demek?
Ressamlık güllerinin otobüs saatleri gelene kadar toplamda 15 dakika 45 saniye kadar devlette oturduk. Onlar durağa gidince devletten 8 dakika 12 saniye, okuldan 5 dakika 37 saniye süren evime gitmeye başladım. Yine aynı dakika ve saniyede evdeydim. 10 merdiveni 8 saniyede çıktım.
Küçüklüğümden beri, yaklaşık olarak 11 sene 3 aydan beri, evimizin balkonundan kavgalarına şahit olduğum okula başlayalı 2 sene 2 ay olmuştu. Geçen süre zarfında balkondan her kavgayı izleyişimde annem denilen şahıs kızarak içeriye sokmuştu. Babam aksine, benimle beraber heyecanla kavga izlerdi. 11 sene 3 ay önce evimize en yakın meslek lisesinin makine ressamlığı bölümüne gidebilmek için canla başla çalışmıştım, ama annemin aklına uysaydım Anadolu lisesine gidecektim. Asla gitmedim. Babam sağ olsun, hayallerimin arkasında durarak beni bu liseye yazdırmıştı. Senelerdir kavgalarına baktığım mahallemin lisesinde ilk kez bir intihar olayı duymuştum. Komşu teyzelerimiz kavganın ayrıntılarını her zaman anlatırlardı. Ama intiharla ilk kez karşılaşmış birisi olarak , hemcinsimin kendine kıymasını kafama çapı 35 cm olan bir huni gibi takmıştım. Bu durumu eve geldiğimde fark eden babam içeriye girdiğimden 5 dakika 10 saniye sonra sordu. "Kızım?"
"Babam."
"Söyle bakayım, senin neyin var?"
Olayı 1 dakika bile sürmeden babama özetleyip mutfağa yemekleri ısıtmaya gittim. Annemin gittiği ilk zamanlarda komşuda pişer, bize de düşer hesabı komşu teyzelerimiz yemek getiriyorlardı. Ama lise 2'ye başlayacağım yaz internetten açıp tariflere bakarak öğrenmiştim. Komşu teyzelerimize de ara sıra sorduğum oluyordu.
Yemekleri ısıtıp tepsilere koyarak salona götürdüm. Babam işinden dolayı akciğer yetmezliği yaşıyordu. Çalışmasını öngörmeyen doktor bey amca emekli etmişti. Parasızlık insanı çirkinleştiriyordu. Annemde çirkinleşip bizi terk etmişti. Salonda devamlı olarak solunum cihazını kullanan babam gerekmediği sürece yürümezdi. En azından tuvalet ihtiyacını gideriyor, hastaneye kendisi gidiyordu.
10 dakika dolmadan bitirdiğim boş tabaklarımı tepsiyle beraber mutfağa götürdüm. Babam yavaş yiyordu, onu beklemek yerine hayranı olduğum makine çizimlerini yapmak daha cazipti. Uzun düz kahve saçlarımı tepeden darmadağın toplayıp masamın başına geçtim. Bir yandan kafa dağıtırken, bir yandan aklım Buse'de kalmıştı. Babamın ilaçlarını verdikten sonra kendime papatya çayı demleyip balkona çıktım.
Annesizlik kötü. Hiç güzel değil. Gittiği günden beri, 1 sene 11 aydır bir kere bile beni aramadı. Ne yaptın demedi. Halimi hatırımı sormayan hayırsız bir anaya sahiptim. Ama bir yandan dünyalar tatlısı babama. Birbirimize benzerliğimiz hem huy olarak, hem tip bariz belli. İkimizde de düz kahve saçlar, aynı renk kahve gözler. Esmer ten falan. Anneme benzemediğim için kendimle gurur duyuyorum. Onu küçüklüğümden beri çok seviyor olsaydım şayet, bende Buse gibi yapabilirdim. Ama ölmek çözüm değildi. Sadece kaçıştı. Kaçmak bana yakışmazdı.
Hafta sonu geldiği için kahvaltıdan sonra temizliğe başladım. Bir yandan da babamın farketmediği zamanlarda gazetedeki iş ilanlarını inceliyordum. Okul saatleri dışında bir yerde çalışmam şarttı.
Akşam masama geçip hesap defterini açtım. Gelir bir tarafa, gider bir tarafa şeklinde bir tablo hazırladım. Maalesef her gün bir şeyler zamlanıyordu. Ama maaşlara zam çay kaşığıyla gelirken faturalara çorba kepçesiyle zam yapıyorlardı. Yetiştiremez duruma gelmiştim.
Bütçedeki açık totalde 20 çarpı 100 bölü 25. Gazetedeki ilanın birkaç tanesini işaretleyip aramaya karar vermiştim.
Pazartesi öğlen molasında kızlara bu durumu çaktırmadan aramayı aklımın bir köşesine raptiyeleyip, hafta sonumu bitirerek okulun yolunu tuttum.
Nuri hoca çok kafa adamdır. 11. sınıfların müdür yardımcısı olduğunu dahi en sevdiği sınıf biz olduğumuz için gelip ressamlık sınıfına söylemişti. Ne mutlu bize. Aferin bize. Akıllı kızlar olarak, düzeltiyorum, akıllı görünmeye çalışan kafası bozuklar olarak okulda en sevilen sınıftık. 29 tane kız, 1 tane erkek vardı. Ama erkeğimiz çok erkek sayılmazdı. Bence doğumda geç kalmıştı. Olabilirdi. Geç kaldığı için kızlardan farklı olarak bazı bölgeleri olgunlaşmıştı falan. Ama hormon yapısı kız olarak kalmıştı.
İsmi bile Fidan. Fidan gibi delikanlı demek isteyen dilim, fidan gibi kız demeye zorluyordu. Derken Nuri hocayla iki lafın belini kırdık.
"Hocam hala üzgün görünüyorsunuz?" Adam Buse'ye fazla taktı. Gözlerinin altı bile çökmüş.
"Yaşlarınız böyle yanlışlar yapmaya müsait Ezgi. Kızım analarınıza, babalarınıza bari acıyın. Yapmayın yavrum, kolay büyümüyorsunuz." Kendisi bir evlilik yapmış, sonra boşanmış ve çocuğu olmamış. Çocuk hasreti olan bir adam. Laz burnunun üzerine doğru yol alan yaşını silip gözlerini sıktı. Üzerine gitmemek adına odada daha fazla kalmayarak defteri alıp bölüme gitmeye başladım.
Bu okulda bina sayısı çoktu. Her bina farklı renk barındırıyordu. Mesela eğitim binası sarı renkti. Zemin kat ile beraber 4 katı vardı. Bölümler tarafı yolun karşısında kaldığı için araya köprü yapmışlar. Bayağı üst geçit.
Üst geçitten geçip 8 adımdan sonra sağa, bölümümün olduğu binaya döndüm. Tek katlı ama çok büyük döküm bölümünün yanından geçip çok bölümü barındıran en büyük binaya girdim. Konferans salonu, elektrik-elektronik bölümü giriş katında, tekstil ve büyük kantin bir alt katta, bilgisayar bir üst katta, en üst katta da makine ressamlığı vardı.
Eski ablalarımızdan Mısra reisin 4 okula karşı tek başına kazandığı plaketi bölümün girişindeki cam dolaptan alarak itinayla sildim, yerine yerleştirdim. Tozlanmasına gönlümüz asla razı olmuyordu.
Benden önce gelen olmazdı. Okula en yakın ev benimki olduğundan dolayı kocaman sınıfın kapısını ben açardım. İçeriye girip sınıf defterini öğretmen masasına bıraktım. Herkesin kendine ait büyük beyaz masası vardı. Liste sırasına göre dizilerek oturduğumuz sınıfta 3. bölük, 10. sıra benimdi. Yani en arka sıra, en son sıra.
Müziksiz çalışamayan ressamlık gülleri olarak ders başlamadan önce herkes beyaz önlüğünü giydi. Altımızda lacivert okul pantolonu, beyaz gömlek, beyaz önlük, lacivert kravatla okulun en havalı ve uyumlu bölümü bizdik. Tescillendi, onaylandı, noterden geldi.
2 saat 10 dakika çalıştıktan sonra kızlar 10 molası için kantine inmeye başladılar. Öncelikle ellerimi yıkayıp lavabo ihtiyacımı gidermek için ressamlık güllerinden 4 dakika 22 saniye sonra indim.
Kantine girdiğimde bakmadığım bir masa vardı. Elektrik bölümündeki kavak ağacı Kutay reisin oturduğu, reis masası dedikleri, 850 metrekarelik kantinin baş köşesindeki masa. Ama tekstil kızlarına konuşmadan geçemeyeceğimi düşündüm. Yanlarına gidip nasıl olduklarını sormak için yaklaşırken kendi aralarında yaptıkları konuşmaları dikkatimi çekti.
"Aga bu kız hap yutamazdı, hatırlasanıza. Başım ağrıyor dediği zaman verdiğimizde bile içemeyip kustuğu olmuştu."
"Emin değiliz ki hap içerek intihar ettiğine. Otopsi sonucunda kesin bir bilgiye ulaşılamadı yazmışlar, annesi söyledi."
"Sevgilisi yoktu. Ailesi bir sorunları olmadığını söylüyor. Abi niye intihar etti, kafam almıyor."
"Olmuş işte. Kaderinde bu varmış kızım. Bir anda kafası gitmiş. Allah'la onun arasında artık bu mesele. İnşallah affedersin Allah'ım."
Kuşkulandıkları bir durum olduğu ortadaydı. Ama otopsi sonucunda kesin bir sonuca varılamadı ne demek amk? Öyle saçma şey mi olur? Bence olmaz. Astı mı? Hap mı içti? Bileklerini mi kesti? Ne bok yedi? Ceset bulunuyor, intihar deniyor, ama kesin sonuca ulaşılamadı diyor. Yok aga. Böyle bir saçmalık olamaz. Bu terslikte bir iş var. Bence x ve y yer değiştirdiği için denklem çözülemiyordu.
Selam vermeyi boş verip ressamlığın masasına doğru giderken önlüğümün cebinden telefonumu çıkartıp mesaj gelmiş mi diye baktım. Bunu sürekli yaparım. Ama gelen mesaj olmadığını görünce telefonu cebime koyarken yüksek volümlü sandalye itilme sesi geldi.
Kavak ağacı arkadaş herkesin yolunu açması için yerinden kalkarken böyle gürültüyle belli ederdi. Ama kavak ağacı bile olsa karşısında testere varsa yıkılırdı. Yerden yüksekliği 35 cm kalacak şekilde kesilirdi. Geç geçebiliyorsan kavak reis.
Sandalyemi tam onun geçeceği yere çekip oturdum. Masaların araları dardı. Herkes sandalyesini öne doğru çekerken ben tek bacağımı diğerinin üzerine atıp, kolumun birini sandalyemin arkasına doğru koydum.
"Naber kızlar?" Dilara kaşlarıyla kavak ağacının kök saldığı yeri işaret ediyordu. Sulamam lazım sanırım. Masaya uzanıp açılmamış şişelerden bir tane alıp açtım. Suyumu içerken herkes hala kaşlarıyla işaret veriyordu.
"Dilara." dedi kavak ağacının sağ koruması, Dilara'nın sevgilisi Murat. "Naber güzelim?" Aslında orada olduklarını belli ediyor, ve benim yoldan çekilmem için uyarı veriyordu ama oralı olmayan bir adet elektro ressamlık kızı vardı.
Dilara sevgilisinin yanına geçerken benimde omzuma dokundu. "Kalk Ezgi." dedi dişlerinin arasından.
"Bir şey mi dedin ressamlık gülü?" Başımı kaldırıp arkamda duran Dilara'ya baktım. O ise benden tarafa bakmayıp sevgilisiyle konuşuyormuş gibi yaptı.
Kavak ağacına bu uyuzluğu yapma sebebim tamamen sebepsiz. Şöyle bir sebep var, reislerin ahkam kesmeleri Mısra ablanın dönemine kadardı. Sonrasında kim nasıl davrandıysa davransın, ben reis bozması saçmalığını yıkma şerefini ressamlık kızı oluşumda buluyorum.
"Kalkacak mısın, ben mi kaldırayım?" dedi kavak ağacı reis. Bakışlarımı ona yöneltip bedenimi hafifçe çevirdim.
"Sende mi buradaydı Kutay reis, görmemiştim seni?" Kavak ağacının kökü kahveliğinde gözleri sinirden seyirirken,"Naber reis?" diye sordum utanmadan. Valla utanmadım.
Elleri ceplerinde sandalyeme doğru eğildi, tek kaşının tam ortalamasını alarak üzerine mandal takmış gibi kaldırdı.
"İyilik ressamlık kızı, senden naber?"
"Çok şükür..." dedim alay eder gibi. "...geçinip gidiyoruz." Gözleri tam 1,5 cm oval olarak, yüksekliği 7 milim. İnce kaşları ve uzun kirpikleri itinayla yerleştirilmiş gibi duruyordu. 5 saniyede bir göz kırpıyordu. Çenesi oval bir şekilde tıraşlanmış bir görüntü verirken, esmer teninde yeni çıkmakta olan sakalları dikkat çekiyordu. Biraz daha böyle durursa tüm sakallarını tek tek sayabilirim. Muntazam burnu itinayla yüzüne yerleştirilmiş, dudakları... Tövbe ya Rabbim. Bari dudaklarını milimleme Ezgi. Sana ne elin reisinin dudak miliminden?
"Çok şükür..." dedi başını ağır ağır sallarken. "Ne mutlu size." Dişleri beyaz, dudakları... Yine geldik dudaklara.
Başını sağ tarafa doğru 35 derecelik bir açıyla yatırdığında bütün kantinin bize baktığını biliyordum. Ama şu yol açma mevzusunu kafaya bir kere takmış, sırf bir gün şu yaptığımı yapmak için 61 gün beklemiştim. Okulun ilk başladığı gün reisliği ilan edilen şerefsiz elektrik erkeği Kutay reis köprüde omzumu kırarcasına vurup geçmişti. Arkasına bile bakmamıştı. Ormanın hem kavak ağacı, hem ayısıydı.
"Kalkacak mısın?" dediğinde gözleri gözlerim arasında mekik dokuyordu. Güzel mekik dokudu yalnız. Bayağı bir uğraş veriyordu.
Elimle arkamı işaret ettim. "Orası boştu reis." Yere bakıp tekrar ağacın gövdesi gözlerine baktım. "Yerde su falan yok, geçebilirsin."
Bir, iki, üç. Tam üç saniye gözlerime bakıp eğrilen ağacın gövdesini düzeltti. Dört saniye daha dik bir şekilde gözlerime bakıp 45 derecelik açıyla sağ ayağını 30 cm ileriye attı. Kazanan ben olmuştum. Yerimden kalkmayıp, arkamdan geçmesini sağlamıştım. İçimdeki yağlar 100 derece sıcaklıkta eriyorlardı. Kavak ağacının yerde tok bir ses çıkartan adımlarını izlerken zaferimi kazanmış bir şekilde sandalyemi masaya doğru çektim.
Arkasına dönüp gözlerimin içine bakarak kantin çıkışına ilerlediğinde, "Çarpmadığıma dua etsin." dediğini duydum. Ne oldu be kavak ağacı reis? Elektrik bölümdesin diye adam mı çarpıyorsun? Cin misin, Peri mi be gülüm?
Canımın içi ressamlık güllerine döndüm gülerek. "Naber kızlar?" Bön bön yüzüme baktılar.