Loş ışıkları çok severdim. Ama insanın önünü net olarak görmesi için yeterli ılık miktarı loş ışık değildi. Floresanlar olmalıydı. Güneş olmalıydı. Ay tek başına geceyi aydınlatamıyordu ve fakat güneş tek başına gündüzü aydınlatıyordu. Öyle büyük bir ışık lazımdı önümüzü göremediğimiz karanlıklarda bizlere. Mesela bir sınava hazırlanırken her zaman loş ışık tercih ederdim ve fakat bir bilimsel açıklamaya göre loş ışık insan beyninin az çalıştığı tezini savunmuştu. Aydınlık zamanlarda daha çok çalışıyormuş beynimiz. Şimdilerde kendimi ay ışığında kalmış gibi hissediyordum. Beynim az çalışıyordu. Sanki konuların bir kısmı kafama işleniyor ama bir kısmı loş ışıkta kaybolur gibiydi. Şu an beynimin güneş gören bir yerde olması gerekiyordu çünkü çok büyük bir sınava hazırlanıyordum. Hayat sınavına...
Olay mahalinden ayrıldıktan sonra kızlarla vedalaşarak otobüse binip tükkana gittim. Çay bardakları, kahve fincanları dolu mutfağa girmeden önce Gökhan bey abiye selam verip mutfağa giderken çalışan 6 erkekten ikisi selam verdi. Karşılık falan vermedim valla. Onlarla mı uğraşacağım canım? Karizmatik bakışlar atmak çalışıyorlardı, ama başarılı değillerdi. Beceremiyorlardı. Krolar sizi. Kekolar.
Çıkış saatim gelene kadar çay doldurup, kahve pişirip, bulaşıkları toparladım. Herkes çıkmaya hazırlanırken hepsinden önce hazırlanıp çıktım. Otobüs durağına doğru yürürken yanımda bir araba durdu. Bizim kekoların Hüseyin olanı. "Gideceğin yere bırakayım istersen Ezgi, saat geç oldu." Her gün bu saatte çıkıyorum kekolata, şimdi mi aklına geldi?
"Gerek yok," dedim yüzüne bakmadan. Otobüs durağına geçip telefonumla ilgilenmeye başladım. 5 dakika 27 saniye sonra gelen otobüse atlayıp doğruca evime gittim. Babam yine elinde telefonuyla uyuyakalmıştı. 12 dakika 58 saniyede yemek yiyip üzerimi değiştirdiğim gibi üst kata Fatih abinin yanına çıktım. Fatma teyze de erken uyuyan bir insandı, çok şükür. Yoksa ona şimdi laf anlatacak durumda değildim.
"Fatih abi ben bu ölümün intihar olduğunu düşünmüyorum, bence başkası yaptı, yada yaptırdı." Karşılıklı oturmuştuk, aklımdaki her şeyi söyleme gereği duyarak devam ettim.
"Sevgilisi vardı, hatta bugün çıkışlarına gidip mesajlarına baktım ama Ayşenur'un attığı mesajlarda bir tuhaflık vardı. Küfür etmeyen kız, küfür etmiş. Buluşmak için can atan kız, seninle işim olmaz demiş ve saat 10'dan sonra kimse Ayşenur'a ulaşamamış." Telefonumu alıp mesajları okudu.
"En son sat kaçta gördünüz arkadaşınızı? Ailesiyle sorunu var mıydı?"
"En son saat 7'den önce gördük. Yoktu abi. Ailenin arayıp da zor buldukları kızları zaten. Senelerce çocukları olmamış, sonra Ayşenur olmuş ve çok kıymetliydi. Ailesiyle bir sorun olduğunu sanmıyorum ki annesi babası zaten çökmüş durumda. Bir haftada 10 sene yaşlandılar."
"Abiciğim kamera kayıtlarına bakıldığını söylemiştim sana. Herhangi bir tuhaflık çıkmadı."
"Abi," dedim ısrarla, "Bu kız bir gecede kendini bölümün ortasında asacak kadar aklını yitirmiş olamaz. Otopsi raporunda kanında ilaç çıkmadığını söyledin. Avuç içleri ipin kalınlığı kadar morarmıştı. En önemlisi, masanın üzerinde asılı duruyordu. Etrafında herhangi bir sıra, tabure hiçbir şey yoktu. Masanın üzeriyle ayakları arasında 15 cm vardı. Yani bu kız kendini oraya nasıl a*sın? Sınıfta devrilen herhangi bir nesne yoktu. Ve asıl olay, masanın üzerinde tam onun hizasında bir damla kan vardı." Gözlerini büyütüp şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
"Ne kanı?"
"Kan işte abi, bildiğimiz insan kanı. Kendini asan bir insanda kan ne arasın?"
"Avuçlarında kan var mıydı? İyi düşün. Nereden gelmiş olabilir bu kan?" Buraya kadar anlattığım hiçbir şeyde bir tuhaflık görmemişti ama şimdi görüyordu. O yüzden merakla sorup, cevap bekliyordu.
"Adım gibi eminim, avuçlarında kan yoktu. Üstünde başında kan yoktu. Sadece masada bir damla kan vardı."
Telefonunu alıp balkona sigara içmeye çıktığı zaman telefonumu kurcalamaya başladım. Yabancı bir numaradan mesaj gelmişti.
'Selam ressamlık kızı. Bugün neden düz liseyle kavgaya gittiniz?' Kutay kavak ağacı mesaj atmış, profil resminde egolastik bir resmî vardı.
'Seni neden ilgilendiriyor?' Mesajı gönderdiğim zaman Fatih abi içeriye girdi.
"Abiciğim arkadaşı aradım, şu an karakolda. Bu olayla ilgili bilgi almaya çalışacak. Ama senden ricam, kimseye bu olayla ilgili hiçbir şey söyleme. Şimdilik aramızda kalsın, arkadaşta kimseye belli etmeden araştıracak. Olmadı yarın bende bakarım. Raporda kan bulgusu saptanmadığı yazıyordu ama sen emin olduğunu söylüyorsun."
"Sadece ben değil, yanımda o gün arkadaşımda gördü kanı. Hatta şimdi soruyor, neden Ozan'la görüşmeye gitmişim diye. Merak etme kimseye bir şey söylemem, niyetim de yok zaten."
Anlaşıp eve indiğimde odama girdim. Çalışma masamın hizasındaki duvara kocaman bir Ayşenur resmî asmıştım. Altına Ozan yazıp üzerine bir çizik attım. Katil olay mahaline her zaman geri dönermiş, Ozan dönmemişti. Ozan'da hiçbir tuhaflık yoktu. Gayet üzgün, gayet acılıydı. Çiğ köfte dürüm gibi görünüyordu. Bol nar ekşisi, bol limon...
Ayşenur'un resmine baktıktan sonra perdemi çekip ışığı kapattım. Yatağımın üzerine oturup dizlerimi dikerek kollarımı sardım. Ay yine gökyüzünde parıldıyordu. Kutay reislerin efendisinden gelen aramalara yada mesajlara cevap vermeyip dolunayın üzerinde Ayşenur'un yüzünü izlemeye devam ettim. Kafayı falan yemiyordum. Ayşenur oradaydı. Ayşenur bizi görüyordu, bizi izliyordu. Başına gelen bu olayın aslını astarını çözdüğümüz zaman rahata erecekti.
Sessiz sessiz müzik grubunda söyleyeceğim şarkıyı mırıldanırken camıma taş geldi. Şerefsiz mahallenin şerefsiz encekleri gece gece bok arıyordu sokakta. Camı açtığım gibi bağırmaya başladım.
"Sizi yakalarsam var ya hepinizin saçını yolup eline vereceğim, toplarınızı patlatacağım, tişörtlerinizi yırtacağım, çingenelere vereceğim sizi. Okul çantalarınıza taş dolduracağım, okula gidene kadar sırtınız kopsun diye." Sağıma baktım koşturan çocuk yok, soluma baktım yok.
Gülme sesi gelen yöne bakmak için başımı 45 derece çevirdim, camımın önünde kavak ağacı kök salmıştı.
"Ne işin var lan burada?" dedim sessizce. Yeterince bağırdım az önce zaten. Dedikoducu teyzelere malzeme vermeyelim.
"Tehditlerini dinlemeye gelmediğim kesin."
"Sessiz ol," dedim sessiz bağırarak. Bok gibi bir ses çıktı.
"Bırak şimdi onu bunu, mahalle çocuklarının korkulu rüyası olduğun belli. Ama ben de senin korkulu rüyan olacağım."
"O nasıl olacakmış?"
"Niye cevap vermedin lan mesajlarıma?" Bir de sinirleniyor utanmaz. Gel camımın önüne, utanmadan bağır.
"İşim vardı, hem de vermek zorunda değilim."
"Aşağıya in, konuşacaklarım var."
"İnemem," dedim başımı çevirerek, "Bok mu aramaya geldin?"
"Ya sabır," dedi dişlerini sıkarak, "İn lan şuraya. Hem gider yapıyorsun, hem laf dinlemiyorsun."
"Okul içinde reis olabilirsin ki, bu asla umurumda değil. Şu anda gözümde reis falan değilsin." Karanlık da olsa umarım yüzümü buruşturduğumu görmüştür. Egolastik şımarık.
"Bak son kez diyorum, in aşağıya." Sinirlenince de ayrı bir şerefsiz oluyor. Her haliyle şerefsiz zaten.
Camı kapatıp perdemi çektim. Salak reis beni aşağıya ineceğim sansın. Tabisi de inmeyeceğim. Ah Sebastian, gel aşkım yanıma. Gider yapalım, gider görsün reis.
Aradan 4 dakika 12 saniye geçtikten sonra telefonum titremeye başladı. Bilin bakalım kim arıyordu? Kavak ağacı camımın önünde kök salmıştı. Masamın üzerindeki su şişesini alıp camı açtım.
"Al sula kendini, ben mi sulaya..."
Bok kafalı kavak ağacından yapılmış elektrik direği camıma tırmanmış. Bizim ev yüksek birinci kat olduğu ve kendisi kavak ağacı olduğu için çok zor olmadı sanırım buraya tırmanmak. Göt herif. Bok işin var burada!
"Ağaç değilim, bu bir." Elimden şişeyi aldı, açtı ve içti. Aramızda sadece 3 cm'lik bir boşluk mevcuttu. Geriye çekilip mesafeyi 7 cm'ye çıkartırken reis bok herifi şişeyi elime uzattı.
"Gel diyorsam geleceksin, bu da iki."
"Salak salak iş yapmayıp defolup gitmelisin, bu da üç."
Dudağı yana kıvrılıp şerefsiz bir gülüş sergilerken camdan içeriye doğru başını uzattı. "Neden gideyim, kokuma da aşıksın ya hani? İşin kolaylaşıyor ressamlık kızı, daha ne?"
Geliş sebebini öğrenip bir an önce camımdan göndermezsem ya komşu teyzeler yarın mahalle gazetesinin ilk sayfasına beni manşet atacaklar, ya da içeriden babam duyup gelecek.
"Neden geldin?" diye sordum ciddi ciddi. Sonunda o da ciddileşti.
"Ozan'la Ayşenur mevzusunu konuşmaya gitmiştin değil mi?"
"Hayır," dedim gözlerimi kaçırarak. "Yalan söylüyorsun. Ezgi, sen o gün ne gördüysen bende gördüm. İkimizde bu işin intihar değil, cinayet olduğunu düşünüyoruz. Ve şimdi sen bana ne haltlar karıştırdığını söyleyeceksin."
"Bir halt karıştırdığım yok reislerin efendisi."
"Çünkü bende yedim." Yesen günah olur sanki. Sayısını bir türlü öğrenemediğim sevgililerini git ye, ayı. "Omzumda ağlarken iyiydi, şimdi anlatacaksın."
"Ayşenur öldü." Sesim titriyordu. "Bu saatten sonra yapabileceğim tek şey, arkasından dua etmek. Keşke elimden bir şey gelse, en azından o gün evden 5 dakika önce çıkmış olabilirdim. Zamanı geri alabilsem o güne geri dönerdim. Ayrıca da yanımda durmasaydın, omzunda ağlamasaydım. Beni ağlatan da sendin, omzunda ağlamama izin veren de."
8 saniye susup gözlerimin içine baktı. "Ezgi, yine olsa yine ağlamana izin verirdim. Sen Tuğrul'a bakma, siz delisinizdir tamam ama hiçbiriniz onu yapacak kadar değildiniz. Tekstilden Buse intihar ettiğinde kimse bu kadar sarsılmadı, zaten okulun içinde intihar etmedi o kız."
Oha. Bak ben bunu Fatih abiye söylemeyi unuttum. Daha 54 gün önce Buse intihar etmişti. Onda da çok şaşırmıştık ama dediği gibi bu kadar sarsılmadı kimse.
"Niye sustun?" diye sorunca düşüncelerimden sıyrılıp tekrar gözlerine odaklandım.
"Hiç," dedim dalgınlarcasına, "Aklım yine Ayşenur'a gitti."
"Sanki çıkıyordu," deyip devam etti. "Bak yardıma ihtiyacın olursa her zaman yardım ederim. Ama bunu kimseye söylemek yok. Milletin lafıyla uğraşamam." Onu söyleme, bunu söyleme. Sır küpüne döndüm aga.
"Tamam söylemem, hadi git," dedim pencerenin kolunu tutarak.
"İnsan misafirini kovar mı ya? Ne ayıp."
"Misafir hırsız gibi cama tırmanırsa kovar tabi. Hatta döver bile."
Şerefsiz şerefsiz gülüp sokağa atladı. Salak salak el sallayarak 22 saniyede sokaktan çıkıp gitti. O gittikten sonra Fatih abiye tekrar mesaj atıp yarın bir şey öğrenirse bana mutlaka haber vermesini istedim. Sonrada yarıp zıbardım.
Sabah babamın aç karınla içeceği ilaçları ve kahvaltısını tepsiye koyup yanına bıraktım. Hazırlandığım gibi okula gidip sınıf defterini almak için Nuri hocanın odasına girdiğimde muhabbete tuttu.
"Günaydın kızım."
"Günaydın hocam."
"Nasılsın?" Eliyle sandalyeyi işaret edip oturmamı istedi.
"İyi sayılır hocam. Siz?"
"İyi olmaya çalışıyorum. Biliyorsun zor günler geçiriyoruz."
"Geçiriyoruz," dedim dala dala.
"Ama şu müzik grubunu ihmal etmek yok. Olan oldu ve hayat devam ediyor, dediğin gibi. Ve bir şey daha, Kutay'la beraber söyleyeceksiniz şarkıyı. Düet yapacaksınız." O may gat sayın seyirciler.
"Neden hocam ya?" diye yükseldim. Ben ondan uzak durmaya çalışıyorum, o gelip kıçımın dibinde bitiyor.
"Öyle işte. Hem söyleyeceğiniz yeri de ayarladım. Biliyorsun mezun olanlar için pilav günü düzenleniyor, o zaman söyleyeceksiniz. Beraber oturup bir kaç şarkı daha seçin, hepsine çalışın. Bende provalarınıza katılacağım."
Beş bin beş yüz beş karış suratla onaylayıp odasından çıktığımda merdivenleri titreterek adımladım. Sabahın bokunu yememiş kargası önüme çıktı kavak haliyle.
"Ne bu surat?" Haklı, burnumdan soluyorum şu anda.
"Git," dedim sinirle, "Nuri hoca söylesin." Merdivenleri bitirmek üzere 9 adım atıp sınıfa yollandım.
Çük kafalı. İt herif. Kıçımın bekçisi. Sorgu meleği. Şeytan bakışlı. Bok sesli. Adilercesine.
Sınıfta kızlara da öncelik olarak sinirimin sebebini anlatıp sonra Fatih abiyle konuşmamızı söyledim. Hepimizin tek umudu, bu işin gerçekten cinayet olması. Ne kadar kötü bir durumda olduğumuzu sanırım anlatabiliyorum. Yani resmen ölen arkadaşımızın arkasından intihar değil, cinayet olsun diye dua ediyoruz. Sözün, lafın, yolun bittiği yerdeyiz. Karanlık bir yolda burnumuzun ucunu görmeden bir yere gidiyoruz ama hiçbirimiz ne yapacağımızı bilmiyoruz. 10 molasında kimseyi kantine salmayıp bu işi tekrar konuşmak istedim.
"Bu işin altından çok büyük bir şey çıkacak, hissediyorum," dedi Sebasfidan. Hepimiz aynı şeyi düşündüğümüzü söylediğimizde ısrarla devam etti.
"Ben gördüm," dedi yüksek sesle, "O gece rüyamda Ayşenur'u ağlarken gördüm. Üzerinde kırmızı bir elbise vardı ve yırtık pırtıktı." Hayretler içinde birbirimize bakarken Sebasfidan ağlamaya başladı.
"Gördüm, hissettim. Bir şey olacak dedim kendi kendime ama anlamadım ne olduğunu." O esnada Fatih abinin aramasıyla herkesi susturdum.
"Efendim Fatih abi?"
"Abiciğim," dedi yorgun ve sıkıntılı olduğu her halinden belli bir sesle.
"Meydanda bekliyorum seni, yanıma gel."
Telefonu kapatır kapatmaz kızlara durumu söyleyip okuldan kaçmaya başladım. Üç adet giriş kapısında ayrı ayrı güvenlik vardı, oralar olmazdı. Şöyle yapabilirim, geçen sene makine bölümünün binasında bulduğumuz gizli bir sınıf duruyordu. Bölümün girişinde, sağ taraftaki tek sınıftı. Ama küçük olduğu için kullanılmıyordu. Mola bitip herkes atölyeye girer girmez otobüs kartıyla oranın kapısını açtım. Kilitli değildi, normalde kilitli olurdu.
Normal şartlarda buranın tozlu ve pis olduğunu biliyorduk ama sıralar dağınık olmazdı. Sıralar darmadağınıktı. Tozlu sıraların arasında 5 adım atıp durdum. Oturma bölümü diğerlerine nazaran temizdi. Hatta dikkat edilmeden silinmiş, üzerinde tozların bir kısmı duruyordu. Diğerlerine dikkatlice baktım. Eğildim. Hepsinde tek tek göz gezdirdim. Kapıya yakın olan sıraların üzerinde ince ince izler vardı. Elimi izin hizasına getirdim. Gelişi güzel dokunulmuş parmak izleriydi bunlar.
Elim ayağım zemheri soğukta kalmış gibi titrerken sınıftan derhal çıkmam gerektiğini hatırladım. Ama çıkmadan önce tüm sınıfın resmini çektim. Parmak izlerinin olduğu yerleri, silinen sırayı ve sınıfın genelini çekip yüksek cama tırmanarak dışarıya atladım.
Koşarak bahçeden çıktığım gibi mahallenin meydanına gittiğimde Fatih abi sağa sola yürüyerek beni bekliyordu.
"Nerede kaldın Ezgi?"
"Abi," dedim soluk soluğa, "Abi..."
Kollarımı tutup yüzüme doğru eğildi. "Neyin var?"
Titrek ellerimle telefonu çıkartıp galeriyi açtım. Kenardaki banka oturup soluklanırken Fatih abi dikkatlice resimleri inceliyordu. 5 dakika 1 saniye boyunca baktı.
"Fatih abi o sınıf girilen bir sınıf değil. O izler parmak izi, sıranın bir tanesi gelişi güzel silinmiş." Yüzünü bana çevirip donuk donuk bakarken 14 saniye boyunca sustu.
"Abiciğim," dedi yutkunarak, "Otopsi raporu orijinali değil, değiştirilmiş..."
Dananın kuyruğunun koptu yerdeydik. Şimdi önümüzü görmek için bir ışık yanmıştı işte. Şimdi en azından burnumun ucunu görüyordum, görmem gerekiyordu. Biliyordum, inanıyordum, hissediyordum. Bu işin altından çok büyük bir şey çıkacağını daha 18 dakika 20 saniye önce sınıfta konuştuk. Öyle de olacaktı. Ama Ayşenur'a kim ne yaptıysa canına okuyacaktım. Altından girip üstünden çıkacaktım. Allah ne verdiyse girişecektim. Derdi olanın derdini çözecektim. Hodri meydan, şimdi karışma kim çıkarsa çıksın suçluydu. Herkesten her şeyi bekliyordum. Duyduğuma okuduğuma değil, gören gözlerime inanıyordum. Gördüğüm şey, intihar olmadığını bas bas bağırıyordu.