1.Bölüm

2352 Words
Birkaç hafta önce koltuğumda oturmuş işsiz kaldığım gerçeğiyle yanaktan öpüşmeli bir selamlaşma gerçekleştirdiğim zaman sevgili kardeşimin hemen karşımdaki koltukta oturmuş bana murphy kanunlarından bahsettiğini hatırlıyordum. Murphy hakkında bulduğu yazıyı okurken anlattıkları o kadar saçma gelmişti ki söylediklerinin yarısını dinlememiştim. Ancak Defne'nin okuduğu o uzun metinden aklımda kalan bir cümle vardı; 'Bir şeylerin ters gitmesi bir doğa kanunudur. Bu yüzden her şey yolunda gidiyor gibi görünüyorsa dikkat edin; mutlaka ters giden bir şeyler vardır.' Defne bunu bana ilk söylediğinde ona bunların ne kadar saçma teoriler olduğunu ve vaktini böyle çöp etmemesini söylemiştim. Ancak murphy'nin benden intikamını böyle alacağını bilseydim asla o şekilde konuşmazdım. Yaz'ın en güzel zamanlarında evlilik teklifi alacağımı düşündüğüm sevgilim tarafından terk edilmiştim. Yaşadığım ani şok dünyamı başıma yıkmasa da bir takım sarsıntılar meydana getirmişti elbette. Ben depremlere gark olan iç dünyam ile baş etmeye çalışırken biricik ailemin bütün fertleri toplanmış İzmir'e anneannemlerin yazlığına gitmiş, denizin ve tatilin keyfini çıkartırken ben bu kavurucu sıcaklarda yaralı kalbim ile İstanbul'da kalmıştım. Önce berbat bir çalışma temposuna girmiştim. Tam bu tempoya alışmışken saçma ithamlar yüzünden kovulmuştum. Aileme bu haber gitmeden yeni bir iş bulmak için kendimi paralamış ve bunu yaparken anneannemin saçma arkadaşlarının bana buldukları görücülerle uğraşmıştım. Ancak bütün bunlar murphy'e yetmemiş olacak ki beni belki de hayatımın işine gittiğim yolda katil olmakla burun buruna getirmişti. İstanbul'un işlek caddelerinden birinde yolun ortasında durmuş kim olduğunu bile bilmediğim bir adam yaşasın diye dua ediyordum. Yazları anneannemin yanında kaldığımızda sabahtan camiye kuran kursuna, öğlen denize yüzmeye gittiğimiz tatil zamanlarında bildiğim bütün duaları okumaya başladım. Önce Allah Allah sonra yallah yallah olmuş çocukluğum resmen. Bu uçarılığımın, ortada kalmışlığımın, kendimi bir baltaya sap edemeyişimin suçu yalnızca bana yıkılamaz hakim bey! "Beyefendi?" dedim bir kez daha adamı dürterken. Başımı yana eğip kafasının arkasında kan var mı diye bakmaya uğraşıyordum bir yandan. Eğer adam ölmediyse benim bedenini kıpırdatmam sorun olabilirdi. Yani genelde doktorlar falan hep hastayı kıpırdatmayın derler ya o yüzden diyorum. O kadar film izlemişliğimiz var bizimde yani biliriz bazı şeyleri. "Ay öldün mü yoksa?" fark ettiğimden beri gerçek olmaması için dualar edip durduğum bu ihtimali sesli söylediğimde olayın ciddiyetini yani kavramıştım sanki. Dolmuş gözlerimden yanağıma bir damlanın süzüldüğünü hissettim. Ben ağlamak üzere olduğumu bile fark edemeden gözümden akan gözyaşım hemen dizlerimin dibinde yatan adamın yüzüne düştü. "Vah vah! Görüyor musun Ayşen adama çarpmış kız?" duyduğum sesle kaşlarım anlıma havalanırken, "Ay görüyorum görüyorum. Tüh pek te kötü çarpmış. Dalyan gibi adam boylu boyunca yerde yatıyor." dedi az önce adı geçen teyze. Dalyan gibi mi? Ben daha ilk şaşkınlığı atamadan başka birisi konuştu. "Şimdiki gençler böyle işte hiç dikkat etmiyorlar. Sonuç da aha bu oluyor. Trafik bu gözünü kırpmaya gelmez her yerden her şey çıkabilir. Ama hiç umurlarında mı?" saçları kelleşmeye başlayan göbekli bir amcanın söyledikleriyle kalakaldım. Bu ne demekti şimdi? Benim şoförlüğüme mi laf etmişti o? Tamam önümde benim çarptığım bir adam yatarken kendimi övmem pek mantıklı değil ama bir yabancı hakkında böyle konuşup onu küçümsemek ne kadar mantıklı sorarım size? Ben amcanın söylediklerine karşılık verip kendimi ve şimdiki gençleri savunmak için ağzımı açamadan bu sefer küçük bir çocuk konuşuyor. "Ne olmuş teyze? Adam neden yerde yatıyor ki? Uykusu mu gelmiş?" Elinden tuttuğu teyzesine sorduğu sorular karşısında daha çok ağlayasım geliyor. Teyzesi yeğeninin fazla masum düşüncelerini baltalarken yanımızdan geçen bir paket servis motorunun yavaşladığını fark ediyorum ama motorun üzerindeki adamla göz göze geldiğimizde hiç durmadan yoluna devam etmeye karar veriyor. Böyle bir durumun içinde masum insanları korkutup kaçırmam mazur görülsün lütfen. "Allah aşkına birisi ambulansı arayabilir mi?" durmuş film izler gibi bizi izleyen ahaliye telaşla sesimi yükseltmem biraz işe yaramış birisi hemen telefonunu çıkarmıştı. Ambulansın sirenleri duyulana kadar başımızdaki kalabalık hiç azalmadı ve sanki benim derdim bana yetmiyormuş gibi her kafadan ayrı bir ses çıktı. Birisi bir şey diyor diğerleri onun dediği üzerine tartışıyorlar bu sırada başka birisi farklı bir şey söylüyordu. Ambulans gelene kadar adamı öldürmüşler, diriltmişler, sakat kalabileceğine dair ihtimalleri değerlendirmişler hatta eğer herhangi bir sakatlanma durumu olursa bakanlıktan tekerlekli sandalye talep etmek istersek diye amcalardan birinin yeğeninin sağlık bakanlığında çalıştığını öğrenmiştik. Artık baygınlık geçirmek üzereyken siren sesi caddeyi doldurduğunda önümüzdeki boşluk açıldı ve görevlilerin geçmesine izin verdiler. Allahtan onu düşündünüz sevgili ahali çok sağ olun. Görevlilerden biri hemen yanıma çöküp adamı kontrol ederken kendisine attığım korku dolu bakışları fark edip "Nabız var." dedi. İçime nasıl büyük bir su serptiğinden haberi var mıydı bilmiyorum ama ne zamandır tuttuğumu bilmediğim nefesimi bırakırken kocaman bir rahatlamaya kucak açmıştım. Fakat bu rahatlama o kadar da uzun sürmemişti ne yazık ki. Yerde yatan adamı sırt üstü bir şekilde döndürdüklerinde gördüklerimle yüreğime daha önce hiç tatmadığım bir duygu yerleşti. Bu korku değildi. Çok sefer korktuğum zaman olmuştu. Bu öyle değildi. En çok korktuğunuz anı düşünün. Yüreğinizin nasıl sıkıştığını, kalbinizin nasıl attığını hatırlayın. İşte bu ondan on kat daha kötüydü. Çarptığım adamın tam kaşının üzerinde derin, uzun bir yara vardı ve akan kanlar şakağından gömleğinin yakasına kadar uzanmıştı. Kalbim alışılmışın çok dışında bir tempoda atarken bir yaş daha düştü gözümden. Arabamın farlarından birinin camı kırılmıştı, görevliler o yüzden olmuş olabileceğini söylüyorlardı ama o an kulaklarımın uğultusundan hiç bir şey duyamıyordum. Söylediklerini algılayamıyordum. Kendi aralarında tıpça bir şeyler söylerlerken hala yüreğimde bir korku vardı. Elinde bir çantayla gelen kadın önce gözlerini kontrol etti ardından birkaç kontrol daha yapıp sedyeyi getiren görevlinin de yardımıyla yerden aldılar adamı. Onlar hızlıca ambulansa giderken hala olan biteni izleyen ahaliye söyleyeceğim bütün sözleri yutup bende çabucak arabama bindim. Çoğunluğunu orta yaş üstü kişilerin oluşturduğu bir topluluk tarafından hem suçlu hem dikkatsiz olarak itham edilmişken daha fazlasına gerek yoktu bence. Ambulansın arkasına takıldığım yol çok uzun sürmezken hastanenin bahçesine girince bulduğum ilk yere park edip indim arabadan. Koşturarak ambulansın yanına vardığımda görevliler doktora adamın durumuyla ilgili bilgi veriyordu. Ambulans görevlileri hastayı doktora teslim edip giderken içeriye götürülen sedyenin peşine takıldım. Adamı müdahale odasına alırlarken yüzüme kapatılan kapıya kadar hastane içinde sedyeyi takip ettim. Uzun beyaz koridora dizilen koltuklardan birisine bıraktım kendimi. Berbat başlayan günümün güzel olabileceğine dair duyduğum bütün umutlarımın bir çırpıda yok edilmesini beklemiyordum. Sanki kilometrelerce koşmuşum gibi bir yorgunluk çökmüştü bedenime. İş görüşmesine çoktan geç kaldığımı biliyordum. Bunun üzerine randevuya da gidecek değildim. Kesinlikle gitmemek için bahane uydurduğumdan değil. Sadece arabayla çarptığım bir adamı hastanede bırakıp kaçmış gibi gözükmek istemiyordum. En azından yaşadığından ve iyi olduğundan emin olana kadar. Ellerimin, bacağımın bir kısmının ve elbisemin kan olduğunu fark ettim. Ayrıca kırılan farımın cam parçaları yüzünden olacak ki diz kapağımda ve avuç içimde yaralar vardı. Normalde olsa bu yaralara fazlasıyla mızırdanır, naz yapıp özel bakım isterdim. Ailemin yanında etrafım sıcak bir sevgiyle sarıldığında yani. İçeride hiç tanımadığım bir adam yaşasın diye dua ederken bunun sırası değildi. Bunların ne zaman olduğunu hatırlamıyordum. Ve şimdiye kadar hiç fark etmemiştim de. Çoktan kurumuşlardı ve itiraf etmem gerekirse biraz korkutucu gözüküyorlardı. Yıkamak için lavaboya gidecektim fakat oturduğum yerden kalkamadan aklıma gelen ihtimalle durdum. Ben lavabodayken doktor çıkarsa ve haber verecek birini bulamadığı için adamı başka bir yere aldığını kimseye söyleyemezse bütün hastanede birde adını sanını bilmediğim bir adamı arayamazdım. Belki saçma bir ihtimal olabilir ama kim yaşanmayacağının garantisini verebilir ki? Ellerim iki yanıma düşerken hala olayların nasıl buraya gelebildiğini anlayamıyordum. Adamın ölmemiş olmasına çok sevinmiştim ama bu kadarla bitmiyordu ki. Adam büyük bir beyin sarsıntısı geçirip hafızasını yitirmiş olabilirdi. Ben onu tanımazken birde kendisinin bile kim olduğunu bilmediği biriyle uğraşmak gerçekten çok zor olurdu. Başka bir ihtimalde de adamın hiç uyanmaması vardı. Ya bitkisel hayata girerse ve malak gibi sadece yatarsa? Ya da komaya girerse ve aylarca uyanmazsa? Bunların olma ihtimalini düşünmek bile berbattı. Birde uyanması ve beni şikayet etmesi gibi bir ihtimal vardı tabi. Bu diğerlerine nazaran biraz daha iyiydi açıkçası ancak yine de kendimi parmaklıkların ardında ayakkabılarımı yastık yapıp uyumaya çalıştığım görüntülerin canlanması pek hoş değildi. Tabi birde beni harika işimde güzel güzel çalıştığımı düşünen aileme hapiste olduğum şokunu yaşatmak kötü olurdu. Orada, beyaz ve can sıkıcı koridorda ne kadar bekledim bilmiyorum ama geçen her dakika da canımdan bir parça daha eksiliyordu sanki. Önümden insanlar geçiyor, sedyede hastalar taşınıyor, birileri ağlıyor birileri gülüyordu ama benim yaşadığım o iç sıkıntısı bir saniye bile azalmıyordu. Acıklı bir filmin hüzünlü bir sahnesine sıkışmış gibiydim. Hayatımın en gergin bekleyişlerinden birisi nihayet müdahale odasından çıkan beyaz önlüklü doktoru görmemle sonlanmıştı. Hemen oturduğum yerden fırlayıp doktorun yanına gittiğimde bana bilgi vermeden önce kim olduğumu söyledi. "Şey... Ben şeyim..." Allah aşkına birisine ben az önce kurtarmaya çalıştığınız adamı öldürmek üzere olan kadınım diye nasıl denir ki? "Siz kazayı yapan kişisiniz değil mi?" karşısındaki kıvranmalarıma son verip beni bu işkenceden kurtarmıştı sağ olsun doktor beyefendi. "Hıı oyum ben." sesim hava kaçıran bir balon gibi çıkarken içinde bulunduğum duruma bir daha lanet ettim. "Hastanın şu an için hayati bir tehlikesi yok. Biraz sonra normal odaya alınacak ve uyanmasını bekleyeceğiz." dedi ellerini önlüğünün büyük ceplerine sokarken. "Uyanacak ama değil mi?" korkarak sorduğum bu soruya içten bir gülümsemeyle karşılık verdi. Beni kibar bir şekilde katil olmadığıma ikna ettikten sonra gitti ve hemen arkasından hala daha adını bilmediğim adamı çıkardılar odadan. Bende sedyenin peşine takıldım. Asansörle yukarıya çıkmış, kafamı allak bullak edecek kadar koridorlardan döndükten sonra bir odaya girebildik sonunda. Hemşire uyandığında onu çağırmamı söyleyip çıktı ve ben de büyük hastane odasında tanımadığım baygın bir adamla birlikte kalmış oldum. Ne yapacağımı şaşırmış durumdayken biraz odayı turlamaya karar verdim. Bir hastane yatağı, orta büyüklükte bir dolap, büyük bir koltuk ve yatağın ayak ucunda tekerlekli bir masa vardı. Odanın bir duvarı boydan boya camla kaplanmıştı. Camın önüne geldiğimde hastane bahçesinin bu kadar güzel olduğunu yeni fark etmiştim. Yemyeşil bahçeyi ve insanları bir süre izledikten sonra kendimi yorgunlukla odadaki koltuğa bıraktım. Yaşadığım duygu yoğunluklarıyla yorgunluktan bayılacak gibi hissediyordum. Koltuğun bir köşesine bıraktığım çantamın içindeki telefonumun zil sesi fazlasıyla sessiz odayı doldurduğunda yaslandığım yerden zorlukla doğrulup çantama uzandım. Telefonumu çıkardığımda ekranda kardeşimin adını görmek ufak bir rahatlama yaşamama sebep oldu. Eğer arayan annem olsaydı ne söyleyebilirdim gerçekten bilmiyorum. "Özge, Ayfer teyzen aradı gitmemişsin görüşmeye kadın nasıl konuşuyor benimle biliyor musun? Hani söz vermiştin? Ben sana bir daha görüşmek istemezsen susarım yeter ki ilk görüşmeye git beni şunların diline düşürme demedim mi?" telefonu açtığım anda az önceki rahatlamam kuş olup uçtu gitti. Canım anam taktik değiştirmiş onun aramasını açmayacak olmamı düşünüp işini sağlama almış. Ne kadar da akıllı canım anam. Ya da sadece bunca yıllık kızını çok iyi tanıyor da diyebiliriz. "Anne biliyorum çok özür dilerim ama şu an çok yoğun çalışıyoruz ben izin alamadım o yüzden yani. Şu an burası var ya hayvan gibi karışık. Senle konuşmak için tuvalete gidiyorum dedim. O kadar yani sen düşün artık." evet olmayan işim çok yoğun. Annem beni sessizce dinlemiş ve söylediklerimi makul bulmuştu. "Ah kızım. Neden bana söylemiyorsun madem? Yaşlı başlı kadın aramış bağırıyor bana senin kızın benim torunumu kandırmış diye ne diyeceğimi şaşırdım. Neyse ben seni tutmayayım sonra konuşuruz. Kolay gelsin." Gelsin annecim, bir sürü kolaylar gelsin bana. Çok ihtiyacım var çünkü işlerimin kolaylaşmasına. Telefonu kapattıktan sonra sessizleşen odada boğuk bir gülme sesi duyduğumda buna hazırlıksız yakalanıp bir an irkilmiştim. Gözlerim odadaki büyük hasta yatağında yatan tanımadığım adamın gözlerine değdiğinde içime büyük bir rahatlama yerleşti. "Çok yaratıcı bir yalan." dedi yeni uyanmış olduğunu ele veren sesiyle. Benimde kafasına ağır bir darbe aldığını düşünen yanımı haklı çıkartıyordu ayrıca. "Ne?" Burnundan güldüğünü duyduğumda şaşkınlığımı katlamaya devam ediyordu. "Annene diyorum çok yaratıcı bir yalan söyledin." gerçekten uyandığında söylediği ilk şeyin bu olduğuna inanamıyorum. "Nereden belli yalan olduğu." şeklinde garip bir savunmaya giriştiğimde ise bilmiş bir gülümseme yayıldı dudaklarına. "Bir doktor olsaydın burada, bir hastanın odasında, böyle konuşmayı düşünmezdin bile. Bir hemşire veya hasta bakıcı da olamazsın. Yani az önce annene yalan söyledin." dedi gözlerini üzerimde gezdirip. Ukala bakışlarına ve her şeyi bildiğini sanan tavrına güzel bir yumruk geçirmek çok parlak bir fikir gibi gelmeye başlıyor bana. Ne bu şimdi, bir bakışta beni analiz ettiğini mi sanıyordu? Öyleyse çok haklı. "Nereden bilebilirsin ki? Belki bir doktorum, belki de bir hasta bakıcı. Beni tanımıyorsun bile." dedim 'kuyruğunu hep dik tut' sözünün hakkını verircesine. Böyle bir söz var mıydı pek emin değilim aslında ama şuan konumuz o değil. "Bir doktor olsaydın hastan uyandığında karşısına geçip ona laf yetiştirmezdin." dedikten sonra beni baştan ayağa süzdükten sonra dudağının kenarı hafif yukarı kayarken "Bir hasta bakıcıya da benzemiyorsun." "Höst! Doğru konuş benimle. Hayır yani sen birden hiç tanımadığın bir yerde açıyorsun gözlerini, büyük ihtimalle şimdi her yerin ağrıyordur, odada tanımadığın bir kadın var ve ilk yaptığın şey onunla dalga geçmek mi?" yoldaki saçları kelleşmeye başlayan göbekli amcaya kızmıştım falan ama gerçekten şimdiki gençlerde böyle istisnalar var gerçekten. Kafasının içi boş olanları çıkıyor arada sırada. Ama keşke güzel sohbetin yanında çitlenen tuzlu çekirdek keyfinin arasında çıkan çürük çekirdeğe denk gelmek gibi hissettirmeseydiler. O konuşurken cevabını dinlemek yerine kapıdan çıkıp hasta uyandığında ona haber vermemi tembih eden hemşireye seslendim. Odanın çaprazındaki hemşire bankosunda duran kadın hemen yanımıza gelirken bende içeri geçtim. Doktorla birlikte odaya girdiklerinde kollarımı göğsümde toplayıp köşeye geçtim. "Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?" diye sorduğunda az önceki sinir bozuculuğunun aksine gayet insancıl cevaplar verdi. Doktor önce gözlerini kontrol etti. Daha sonra kulaklarını. Sıra beni en çok geren refleksleri kontrol etmeye geldiğinde kollarım iki yanıma düşerken fark etmeden bir kaç adım öne gelmiştim. Kalbim boğazımda atmaya başlarken gün içinde yaşadığım bilmem kaçıncı endişeye kucak açmıştım. Doktor üzerindeki beyaz pikeyi ayaklarından kaldırıp "Sağ bacağını hareket ettir lütfen." dediğinde uslu bir çocuk gibi söz dinlemiş ve sağ bacağını hareket ettirmişti. Ufak bir rahatlama peyda olurken doktor sol bacağını oynatmasını istediğinde ise az önceki söz dinleyen haline tezat hiç kıpırdamadı. Aklıma gelen ihtimal göğsümün üzerine tuğlalar bindirirken endişeden kıvranmaya başlamıştım. Doktorda çatılan kaşlarıyla bakışlarını hemşireye çevirdiğinde yolunda gitmeyen şeyler olduğu kabak gibi ortadaydı. "Bir daha deneyin lütfen." dedi hemşire yatağın yanındaki monitörde bir şeyler yapıp tekrar adama dönerken. Stresle dudaklarımı dişlemeye başladığımda gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Buz gibi olmuş elim burun kemerime baskı uygularken göğsümün üzerine atılan tuğlaların sayısı her saniye çoğalıyordu. Evet adam ölmemişti, ki bu duruma nasıl sevindiğimi anlatmaya kelime dağarcığım yetmez, ama aynı adam benim yüzümden felç olmuştu! Bildiğimiz felç! Bildiğimizin dışında bir felç yok ama konu bu değil elbette. Eğer ölmüş olsaydı ne yapardım bilmiyorum. İyi ki de bilmiyorum. Ama bu halde yaşayacak olmasına sebep olduğum gerçeği de karşıma geçmiş bana nanik çekiyordu. Hangisinin daha kötü bir durum olduğunu düşünmek bile koşarak kendimi camdan atmak istememe sebep oluyor. Vah ben nerelere gidem? Bu başı nerelere vuram? Keşke şu yoldaki yeğeni sağlık bakanlığında çalışan dayıdan yeğeninin adını falan alsaydım.  Kendimi korkunç bir bilinmezliğin ortasında bulurken bu günü yaşamamak için nelerimi vermezdim ki?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD