Önümdeki kağıda istediğim masa ve sandalye modelini çizmeye çalışırken masamın üzeri hep silgi çöpü olmuştu. Çizdiğim hiç bir model doğru değilmiş gibi geliyor ve bu gün en azından bir taslak çıkartmam gerek.
Evet biricik arkadaşım şu an şirketteyim. İlk iş günüme önemli bir toplantıyla başladım. Yeni bir restoran ile çalışma yürütülüyordu ve elimizdekilerin değerlendirmesinin yapıldığı bir toplantıydı bu. Şehrin bazı bölgelerinde şubesi olan, oldukça elit ve köklü bir restoran. Restoranın da köklüsü oluyormuş demek. Nasıl bir yer olduğunu anlamak için adamların yeni şubesini açacakları mekana bakmak bile yeterli biriciğim. Hani daha ilk görüşte burası bizi aşar, bir maaşı bırakıp çıkarız dediğiniz yerler var ya. İşte tam da öyle bir yerden bahsediyorum
Patronumun görevlendirmesi ile bu projede Selen Hanım ile çalışmaya başlamıştım. Kendisi yönetim kurulunun değerli üyelerinden olduğu gibi mesleğinde de oldukça başarılıydı. Bu projede de etkin rol oynuyordu. Benim görevimse ona yardımcı olmaktı. İlk olarak bana şimdiye kadar kararlaştırılanlardan bahsetti. Duvarların rengi, zemin döşemesi, tavan gibi temel şeylerin seçimlerinden. Yeteneğimi görmek içinde ona bu mekana uygun masa sandalye takımı çizmemi istedi. Benim anlatırken dudağım uçukluyor siz bana kalkıp bu kadar ağır bir görevi çat diye yapıştırıyorsunuz, hani insaf?
Ben daha basit bir iş vereceğini düşünmüştüm açıkçası. Ama kesinlikle görevimden rahatsız değilim. Aksine üzerimde hissettiğim baskıdan kurtulmak için harika bir fırsat bu. Elbette üzerime kurulan bir baskı yok çiçeğim. Sadece ben diğer çalışanların bu pozisyonu sevgilimin torpiliyle aldığımı düşünmesini istemiyorum. Bu yüzden herkese işi yeteneğimle aldığımı kanıtlamaya ihtiyaç duyuyorum. Bu düşüncemi saçma bulan Defne ve Melih'in söylenmelerine kulak tıkamakta zorlandığım için ikisiyle de görüşmeyi reddediyorum.
Bu gün işe başlamamın üzerinden altı gün geçti. Çalıştığımız restoranı canlı olarak görmek için iki fırsat yakaladım. Mekanı kendi gözlerimle görmek zihnimde bazı şeylerin canlanmasını kolaylaştırmıştı. İç mekan için yaptığım çizimler hoşuma da gitmişti ama teras işin içime sinen bir taslak çıkartamıyorum. İçeride kullanılandan daha farklı ama onunla uyumlu bir model olmasını istiyorum.
Önüme bir fincan kahve bırakılana kadar çizimlere ne kadar daldığımın farkında değildim. "Dertli gözüküyorsun." diyor Yağmur kağıda eğilip ne çizdiğimi incelerken. Yağmur burada edindiğim ilk arkadaşım. Toplantıda tanışmıştık ve masalarımız yan yana olduğu için de hemen kaynaşmıştık. Kendisi dışarıya karşı olan kabuğumu kırmakta hiç zorlanmamıştı. Fazla neşeli, eğlenceli ve sürekli konuşabilme yeteneğine sahip ufak tefek bir kızdı. Benden sadece birkaç santim kısa ama onu tanımlamak için gayet uygun bir sıfattı bu. Dırdır konusunda master yapmış bir kardeşim olduğu için bu alışılmadık bir durum değil benim için. Önceden biliyorum nasıl baş edebileceğimi.
"Dertliyim çünkü." hoşuma gitmeyen sandalye çizimimi silmek için sinirle attırdığım silgiye uzanırken. "Bir türlü aklımdaki modeli kağıda dökemiyorum. Aslına bakarsan aklımda bile bir model oluşturamıyorum." Hey gidi hey, Özge Gediz! Ne hırslarla başlamıştım halbuki ben bu projeye. Bir masa sandalye de çökümü verecektim.
"Çünkü kendini o kadar geriyorsun ki ucu bucağı olmayan hayal gücün bile tıkanıp kalıyor." derken benden önce silgiye uzanıyor Yağmur. "Bu alt tarafı bir sandalye taslağı. Zaten sen çizer çizmez elinden alınıp üretime götürülmeyecekler. O yüzden biraz rahatla önce." kendi kahvesini bırakırken benim tamamen sileceğim sandalye modelinin sadece ayaklarını siliyor. Söylediklerinde haklı, elbette ben çizimi bitirdiğimde hemen üretime başlanmayacak sandalyeler ama kendimi önce kendime kanıtlamam gereken mevzular var çiçeğim.
Elimden aldığı kalemle sandalyeye yeni bir ayak çiziyor. Önden ve yandan görünümünü çizdiği sandalye ayağı istediğim modele çok benziyor. Estetik bir görünüm veren çizimi benim çizdiğim sırt kısmıyla oldukça hoş görünüyor. Kalemi kağıdın üzerine bırakırken uzanıp kahvesini eline alıyor.
"Ufak bir yardım olsun. Sen kafayı sandalyeyle sıyırma yeter ki." dalga geçerken omzuma alayla vuruyor. Gülüşümü bastırma gereği duymadan teşekkür ediyorum ona. Daha sonra aklımda tamamen bir şekil kazanan sandalyeyi kağıda döküyorum.
Öğle yemeği arasına çok zaman kalmamışken iç mekan için iki farklı ve teras için tek çizdiğim masa sandalye modellerini bitirdim. Hepsi tam olarak içime sinen beğendiğim modeller olduğu için Selen hanımın odasına giderken de onun özgüveni vardı omuzlarımda.
"Gel." kapıyı aralayıp içeriye süzülüyorum. "Ben masa sandalye modellerinin çizimini tamamladım." diyorum bana ufak bir gülümsemeyle bakan Selen hanıma. Elimdeki çizim kağıtlarını uzatıp tatlı bir heyecanla yorumunu bekliyorum.
O kağıtları incelerken ben de yüzünü inceliyorum belki mimiklerinden ne düşündüğünü anlarım diye ama yüzündeki o ufak gülümseme hiç sekteye bile uğramıyor. "Özge bunlar çok güzel." diyor beni meraktan çatlama raddesine getirmeden. "Açıkçası sonradan düzenlemem gereken daha basit bir taslak beklemiştim. Ama bunlar gerçekten çok güzel. Eline sağlık." takdir görmenin gururuyla teşekkür ediyorum. Renkleri ilk toplantıda seçebileceğimizi söylüyor. Herkesin birbiriyle sürekli fikir alışverişinde bulunduğu, yaptığım işlerin beğenildiği bir projede çalışmak gerçekten iyi hissettiriyor.
Defne'nin ve Melih'in de sık sık hatırlattığı gibi şirkette kimse beni sevgilisinin torpiliyle işe giren kız olarak görmüyor tabi. Yani en azından bana böyle bir şey hissettirmiyor kimse. Ama yine de şirketteki ilk işimde insanlar üzerinde bir ilk izlenim bırakacağımın farkındayım. Birkaç gündür masa ve sandalyeyle kafayı sıyırmamın sebebi de bu. Selen hanım çizimlerime beğeniyle bakıp beni takdir ettiğindeyse buna değdiğini biliyorum. Kendimi ana sınıfında öğretmeni resmini beğendiği için mutlulukla göğsü kabaran Özge gibi hissetmekten alıkoyamıyorum. Çizimlerimi ona teslim ettikten sonra hafiflemiş halimle masama dönüyorum.
İşlerimi toparlayıp öğle yemeğine çıkmayı planlarken masanın üzerindeki telefonumdan bildirim sesi geliyor. Bilgisayarımı kapatıp telefonumu alıyorum. Ekranda görebileceğim isimleri tahmin edebiliyorum. Malum ikiliden birisi elbette. İkisiyle de sinirimi bozdukları için konuşmayı reddettiğimden dolayı bana iletecekleri önemli konuları mesajla bildiriyorlardı.
İşin yoksa öğle yemeğinde buluşalım.
Konuşmamız gereken konular var.
Tahminimde yanılmamıştım elbette. Melihten gelmişti mesajlar. Bak bak, emrivakiye bak. İşimin olup olmamasını sorduğunda -ki ortada bariz bir soru da yok- nezaket kurallarına uyduğunu sanıyor.
Sen böyle söylediğinde ben geriliyorum.
Hayır yani bu kadar gizem yaratmaya ne gerek var ki? Mafya örgütü üyesi miyiz biz? Herkesten gizlenen kellesini alacağımız adamın yerini mi bulduk ne oldu? Bu kadar fazla mafya dizisi izlemem hiç iyi değil. Günlük hayata adapte olamıyorum sonra.
Bunu müsaidim olarak anlıyorum. 15 dakikaya kapıda olurum.
Bu kafanı arabanın camına sıkıştırarak ezmek istiyorum demek.
Ne konuşacağımızı söylese ölür zaten. İlla saçma sapan gizemler yaratacak. Sinirlerimi bozmadan benimle iletişime geçemiyor çünkü. Baş rolünde olduğu kan ve vahşet içeren tehditlerimi duymaktan haz alıyor sanki. Ukala bozuntusu.
Çalışırken darmadağınık hale getirdiğim masamı toparlayıp silgi çöplerini birleştirip çöpe atıyorum. Çalışma arkadaşlarıma afiyet olsun dileyip aşağı iniyorum. Arkadaş canlısı bir yapım yoktur. Birisine öyle kolay kolay güvenemem. Bu yüzden de aslında çok arkadaşım yoktur. Ama burayı seviyorum. Çevremdeki insanlarla da iyi anlaşabiliyorum.
Şirketin kapısından çıktığımda Melih'in arabası da hemen önümde duruyor. Bu sıcakta beklememiş olmanın sevinciyle ön koltuğa kuruluyorum.
"Günler sonra yüzünüzü görebilme şerefine eriştiğim için çok müteşekkirim Özge hanım." diye dalga geçiyor daha ilk dakikadan. Kıstığım gözlerimi yüzüne sabitleyip, "Beni çileden çıkartmasaydın sende." diyorum.
Dudakları neşeyle kıvrılıyorlar. "Sahi ne yaptın? Masa sandalye takımını bitirebildin mi?" sorusunda hissettiğim alayı göz ardı ediyorum. Ben çizimimi teslim edip yıldızlı pek iyimi kapmıştım. İstediği kadar dalga geçebilir kendisi. "Evet. Ve çizimlerimi çok beğendiler. Bu kadar uğraştığım için de beni tebrik ettiler."
"Çiziminin güzel olacağını biliyorduk Özge. Sadece sen fazla stres yapıp bunu büyüttün." ukalaca kurduğu cümleye dil çıkartarak karşılık veriyorum. Evet sevgili arkadaşım dönüp adamın suratına dil çıkartıyorum. Sadece bir haftadır birlikteyiz ama bu süre benim ayarlarımı bozmak için Melih'e gayet yeterli geliyor. O yüzden artık onun yanında nasıl davranacağımı kestiremiyorum. Her an ilkokul çocuğu gibi saçını çekiştirebilirim ya da uzanıp kafasını ısırabilirim. Ben normalde böyle birisim değilim canımın içi. Bu herif yüzünden hepsi. Bir çocuk gibi Melih'i şikayet etmediğim kalmıştı. Alkışlıyorum kendimi.
"Çocuk gibisin." diyor yoldan ayırdığı gözleri benimkileri bulurken. Şaşkınlıkla kocaman açıyorum gözlerimi. Şaşkın bir nida dökülüyor dudaklarımdan. "Bana diyene bak. Sen çok mu normalsin? Sensin çocuk!" huysuzlukla söylediklerim hırsımı atmama yetmiyor sanki. "Hatta sen resmen ergensin. Ergenliğinin doruklarında bir çocuksun." saçmalamanın sınırlarına girmiş bulunmaktayım.
Söylediklerime sinir bozucu bir kahkahayla yanıt verdiğinde daha çok çıldırmış gibi hissediyorum. Hayır senin bir ayarın yok mu çocuğum? Normal duramıyor musun sen? "Hiç mi aynaya bakmıyorsun diye sorarlar sana." Yok anam yok. Ben bunun kafasını ısırmadan bu akıllanmayacak. Gerçi her halükarda akıllanacağını sanmıyorum da.
"Zevk mi alıyorsun sen beni sinir etmekten?" diye çemkirdiğimde dudakları neşeyle kıvrılıyor. Şeytan diyor uzan yırtılana kadar kıvır. Allahtan aklımı daha o kadar kaybetmedim muhterem. "Hoşuma giden bir aktivite tabi." dediğinde dayanamayıp bir tane yapıştırıyorum koluna. Acıyla yüzünü buruştururken bir şeyler mırıldanıyor ağzının içinden ve ben ne dediğini anlayamadığım için daha çok sinir oluyorum.
Ben mıy mıy ne konuştuğunu soramadan arabayı park ediyor. Şirketin yakınlarında bir restorana geliyoruz. Çok elit bir mekan değil ama rahatsız edici bir salaşlığı da yok. Garsonun yönlendirmesiyle iki kişilik bir masada karşılıklı oturuyoruz. Önüme bırakılan menüyü incelerken ne kadar acıktığımı yeni fark ediyorum. Sabah uyanamadığım için kahvaltı edecek vaktimde olmadı. Koca sabahtır Yağmurdan aşırdığım bir kurabiye ve kahveyle duruyorum. Benim gibi midesine bu kadar düşkün birisi için bu hiç de alışılmış değil.
Yemeklerde gözümü gezdirirken sonsuz bir kararsızlık batağına düştüğümü hissediyorum. Yemeklerin hepsinin ismi birbirinden güzel gelirken yanlarındaki resimlerde cabası. Melih yemeğini seçmiş bir şekilde arkasına yaslanıyor. Siparişlerimizi almak için başımızda duran garson da Melihte benim yemeğimi seçmemi beklerken bir tık daha gergin hissediyorum.
En son patates püresi ve et sote söylüyorum. Melih seçimini balıktan yana yaparken hala aklımı tavuk perileri kurcalıyor. Et yerine tavuk mu daha iyi giderdi diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Bu kadar da kararsız olunmaz demeyin canım arkadaşım. Bakın ben bunun bir numaralı örneğiyim burada. Kendi içimdeki sonsuz çelişkimden Melih'in sesiyle sıyrılıyorum.
"Defne nasıl?" diye sorduğunda gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Birkaç gün önce ben çizimlerimi yapmaya çalışırken Defne son zamanlarda alışkanlık haline getirdiği gibi çat diye evimde belirivermişti. Salondaki koltuğa kurulmuş çit çit çitlediği çekirdekleriyle dedikoducu teyzeleri aratmıyordu.
Birisi yetmiyormuş gibi aynı dakikalarda Melih arıyor. Defne açtığı diziyi katiyen izlemezken ve çekirdeklerini çitlemeyi bir an bile bırakmazken bana sürekli laf yetiştirip duruyor. Çizimlerime musallat olduğu yetmiyormuş gibi daha parlamadan paslandığıma dair bir şeyler geveliyor. Melihte onunla yarışacak seviyede saçmalarken birden tersim dönüvermişti. İkisini de bir güzel azarlamıştım. Defne'nin üzerinde kaba kuvvet uygulamaktan çekinmezken telefonun diğer ucundaki Melih'e de saydırmaktan geri durmuyorum. Birisine çemkirip telefonu suratına kapatıyorum, diğerini de evden gönderiyorum. Çok önemli bir konu olursa bana sadece mesajla ulaşmalarını söylediğim zamanda bu an oluyor.
İkisi de korkularından olsa gerek -ben bu yüzden olduğuna inanmak istiyorum- bu güne kadar beni rahatsız etmemeyi başarıyorlar. "Tam olarak ne işler çevirdiğini anlayabilmiş değilim. Önce pat diye çıkıyor bir yerlerden sonda aniden kayboluveriyor."
kardeşimin bir şeyler çevirdiğini bilecek kadar uzun zamandır tanıyorum onu. Ama şu sıralar hayatım takip edemeyeceğim bir hızla ilerlerken onunla ilgilenecek bir zaman bulamamıştım. Bunu ilk fırsatta telafi edeceğimi elbette. Önüme bırakılan içeceğimi yudumlarken başını belaya sokmamasını diliyorum içimden.
Menülerimiz gelene kadar, yemeklerimizi seçerken ve hatta yemeklerimiz geldiğinde Melih konuşmamız gereken konunun yakınlarından bile geçmiyor. Defne'den, onun işlerinden, günlerimizin nasıl geçtiğinden ve hatta ilgi alanım olmamasına rağmen araba modellerinden bahsederken dayanamayıp konuşmamız gereken gizemli şeyin ne olduğunu soruyorum.
Bu konunun onu gerdiğini anlamak için göz ucuyla bile ona bakmanız yeterli. Ağzına attığı balığını ağır ağır çiğnerken sabrımı sınadığının farkında mı acaba? İçeceğinden yudumlarken merakıma denk huzursuzluğum da aynı oranda artıyor. Doğrudan gözlerimin içine bakarken Türk filmlerindeki gibi dramatik bir çıldırma sahnesini canlandıracağımdan endişeleniyorum. Söylesene artık ne söyleyeceksen be adam. Neymiş sendeki bu gizemli hava yaratma hayranlığı anlamıyorum.
"Özge bizimkiler seninle tanışmak istiyorlar." Deme. Sar başa sar. Onu deme sen öyle. Dilin sürçmüştür senin. Öyle değildir o aslında. Öyle olsa yerimde duramam.
"Hangi bizimkiler? Kim bizimkiler? Kim ki onlar? Ney yani kim, ney?" Allah aşkına birisi beni sustursun.
"Ailem olan bizimkiler." diyor Melih. Benim bu denli saçmalamama karşın oldukça mantıklı cümleler kurmasına gerek var mı gerçekten? "Biliyorum daha çok erken. Bu kadar ani olmasını bende beklemiyordum ama bizim öyle dergide fotoğraflarımızı görünce annem seninle hemen görüşmek istedi. Anca bu kadar oyalaya bildim."
İlk şaşkınlığımı atınca bir panik dalgası sarıp sarmalıyor beni. Evet kalkıp da bir kraliçe hazretleriyle tanışmayacağım. Ama öyleymiş gibi paniklemekten alıkoyamıyorum kendimi. "Olmaz. Nasıl olsun Melih? Olamaz. Bana bir sürü soru sorarlar. Elim ayağım dolanır benim saçmalarım. Bana nasıl tanıştınız diye sorunca ne diyeceğim? Az kalsın oğlunuzu öldürüyordum da ben o şekilde tanıştık mı?" bağırmamak için kendimi sıktığımdan dolayı kelimelerim ağzımdan tıslayarak çıkıyordu resmen.
"Seni anlıyorum. Ama sen söyle bunu ne kadar erteleyebilirim? Hem biz bunun olacağını bilerek başladık ya bu oyuna." dediğinde çocuk gibi ayaklarımı yere vurarak ağlamak, mızıkçılık yapmak istiyorum. Haklı adam. Sen neden bu kadar haklısın ki? Olma bu kadar haklı! Resmen sıyırıyorum.
"Bende seni anlıyorum Melih. Ama biz neden ortak bir payda da buluşamıyoruz? Annene seni az kalsın öldürecek olduğumdan mı bahsedeyim istiyorsun sen?" diyorum çıldırmama ramak kaldığını belirten sesimle. Diyorum ben size bu adam benim ayarlarımı bozuyor diye. "Ne zaman peki?" madem iptal edilemiyor o zamana kadar bir çare düşünmemiz gerek sevgili dostum. Gerçi bizim bulduğumuz çareler de malum ama neyse.
"Bu cumartesi. Saat sekiz gibi yemeğe bekliyorlar seni." Ne dedi o? Benim kulaklarım uğulduyor da. Anlayamadım. Geçen düşmüşüm ben duymuyorum. Ne dedi? Saat vermişler birde ya. "Bu gün perşembe!" diyorum nasıl çıktığıyla ilgilenmeyi bıraktığım sesimle. "İki gün var cumartesiye. Hatta bir buçuk. Melih biz kısa sürede plan üretmekte ne kadar berbatız biliyorsun. Ne uyduracağız da ne anlatacağız Allah aşkına?"
"Bunun başımıza geleceğini biliyorduk. Ha şimdi ha bir hafta sonra. Bir vakit ailelerle tanışmamız gerekecek. Elbette yemekte beni az kalsın öldürecek olduğunu anlatmayacaksın. Bir yolunu bulacağız." bulmak zorundayız zaten Dinçer veliahttı. Yoksa bittik biz gittik, ölmüşüz de ağlayanımız yok bizim.
Kendi suyumu bitirdiğim için uzanıp Melihin bardağını alıyorum. Büyük bir yudumu yuvarlarken karşı çıkmanın bir manası olmadığını biliyorum. Sonuçta bir oyuna kalkıştık ve üzerimize düşeni yapmak zorundayız. Ben Özge Gediz savaşmadan kaybetti dedirtmem! Müstakbel kayınvalideciğime kendimi sevdirebileceğim bir yol bulmamız gerekiyor. Ne demiş saygı değer atalarımız; olacakla öleceğe çare yok. Ne güzel demişler. İnşallah o ölecek biz olmayız. Amin.