Yaşadığım dehşete yoğun vicdan azabı da eklenirken çaresizliğim dört bir yanımı sarmıştı. Dolan gözlerim görüşümü bulanıklaştırırken bu durumla ne yapacağımı şaşırmıştım.
Ancak birden hala kim olduğundan bir haber olduğum adam sol bacağını hareket ettirince göğsüme eziyet eden o tuğlalar yok olmuş, nefesimi kesen o el gitmişti. Bir gün içinde fazlasıyla stres yapmış, korkmuş ve aniden rahatlamıştım ve bu durum kısır döngüye girmiş gibi sürekli tekrarlanıyordu. Artık bunun normalim olduğuna alışmaktan korkuyordum. Günün sonunu görebileceğime dair de bazı şüphelerim oluşmaya başladı diyebilirim güzel arkadaşım.
Doktor ve hemşirenin de benimle birlikte rahat bir nefes aldığını fark etmiştim. Onlar diğer kontrolleri yaparken adamla göz göze geldiğimizde yüzündeki şaşkın gülümseme ve çatılmış olan kaşlarını gördüğümde fark etmiştim.
Bilerek yapmıştı!
Ayağının felç olduğunu düşünmemizi istediği için bilerek yapmıştı!
Bunu yaptığında eline ne geçtiğini ve ya neden böyle bir şey yaptığını bilmiyorum fakat bana kendi isteğiyle veya onun isteğinin dışında yaşattığı bütün korkularımın, yürek çarpıntılarımın bedelini fazlasıyla ağır bir şekilde ödeteceğimi gayet iyi biliyorum. Bunu nasıl yapacağım konusunda bir fikrim yok ama konumuz o değil. Konumuz yaşaması için bildiğim bütün duaları okuduğum sanki kendi ailemden, canımdan birisi bu durumdaymış gibi ölmesinden delice korktuğum adamı şimdi kendi ellerimle boğmak istemem sevgili dostum.
Küçüklüğümden beri kolay sinirlenen birisi olmamışımdır ancak bir kere sinirlendiğimde de gözüm tamamen kararırdı ve bazen geri dönüşü olmayan şeyler yapabilirdim. Mesela patronuma kafa tutup ağzıma ne geldiyse saymak gibi. Veya şimdi olduğu gibi katil olmayı düşünecek kadar delirmiş olmam gibi.
Doktor bey kendi içimdeki işkencelerime son vermemi sağlayarak, "Hastamız şu an gayet iyi durumda. Hiçbir hayati tehlikesi yok gözüküyor. Ama yine de ihmal etmemeniz gereken bir konu. Birkaç gün kendinizi çok yormayın." demişti. Anlık sevincimle adama sarılacağımı düşündüğüm kısacık bir an yaşandı ama ellerimi arkamda saklayıp sıkıca birbirine kenetleyip bu saçma durumu ortadan kaldırdığıma inandırdım kendimi.
"Yani her şey yolunda. Artık gidebiliriz öyle mi?" diyerek onay almayı amaçlayarak sorduğum soru ile hasta yatağında yatan kazazedenin kısık sesle güldüğünü duymuştum ama ona fazlasıyla sinirli olduğum için bunu kulak arkası etmek daha kolay gelmişti. Ancak o benimle aynı fikirde değildi anlaşılan. "Çok isteklisin sanırım gitmeye."
Söyledikleriyle sinirimi bastırmak için ekstra uğraş sergilemem gerekiyordu. Aldığım derin nefes ile kendimi sakinleştirmeye çalışarak "Sen sevdin galiba burayı." dedim. Ona sataştığımda dudağının hafifçe yukarı kıvrılmıştı ve açıkçası bu onu biraz çekici göstermişti. Konuşmadan önce dudağını ıslatışına şahit oldum. Gözlerini odada kısaca dolandırdı. "Yani yatak rahat, ortam hoş," hemen yanında serumunu ayarlayan hemşireye bakıp dudağının kenarındaki kıvrımı genişletip "Bakım güzel." dediğinde yüzümü buruşturmadan edemedim. Ne tarafa kusabilirim acaba?
Hemşirenin gözlerini devirişini gördüğümde adamın yaptığı basit espriye tepkisiz kalmayı seçmişti. Fakat ben her zamanki gibi susmaya yeltenmemiştim bile. Kısılmış gözlerimi onun gözlerine sabitleyip "Terbiyesiz." derken sesim beklediğimden de kısık çıkmıştı ama o anlamıştı ne dediğimi. Gözlerini kocaman açmış benden ayırmıyorken "Aşk olsun." dediğinde sesindeki alaycılık sinir bozucuydu.
"Evet gidebilirsiniz. Ama bir aile üyenize haber vermemiz daha iyi olabilir." diyen doktora şaşkınca baktım. Bana bak delikanlı hem çok iyi diyorsun hem de ailene haber verelim diyorsun. Hayırdır yani bir tutarsızlık var burada? Sen adam iyi dedin ben inandım. Bundan sonra eğer ölürse bozuşuruz he.
"Olmaz." diyerek net bir itirazda bulunurken az önceki keyifli hali kuş olup uçmuştu. "Ben gayet iyiyim o kadar büyütmeye gerek yok olayı."
"Neden?" boş bulunup sorduğum bu soru onunla birlikte beni de şaşırtmıştı. Amacım adamın hayatına burnumu sokmak değildi elbette ayrıca kendisi de olayı kapatmaya bu kadar istekliyken böyle bir şey söylememin sebebini bende bilmiyorum ama o kesinkes bunun duyulmasını istemediğini belli edince bende merakla soruvermiştim işte. Bir kolu sargılı olduğundan dolayı doğrulmayı beceremediği için hemşireden yardım alan adamımız sırtını yastıklara yaslayıp "Çünkü öyle olmasını istiyorum." dediğinde şaşkınlıkla büyüdü gözlerim. Ağzıma gelenleri dilimi koparmak pahasına ısırsam bile engelleyemeyeceğimi biliyordum.
"Çok pardon beyim. Ben düşünemedim, emrinize karşı geldim. Affeyleyin beni. Kellemi bağışlayın." fazla dramatize bir şekilde söylediklerim asabını bozuyormuş gibi başını salladığında o başını kırmak isteyen yanımı susturmam pek kolay değil sevgili dostlar.
"Bu ne demek şimdi? Zeytin yağ gibi üste mi çıkıyorsun birde?"
"İçinde bulunduğumuz durumun farkında mısın sen!" diye çıkışmaktan geri durmuyorum elbette. "Öyle arkası boş emirler yağdıramazsın. Erin miyiz biz senin?"
"Şuna bak ya, hem suçlu hem güçlü. Gelip bana çarpan sensin düzgün sürseydin bu durumda olmazdık!"
Şaşkınlık dan ayrılan ağzıma göz kapaklarımda eşlik etmekte gecikmezken tenis maçı izler gibi bizi izleyen doktor ve hemşireyi de yanıma almaktan çekinmeyerek "Duyuyor musunuz ne diyor? Manyak mısın sen be herif? Sen atladın benim önüme. Adam akıllı yürüseydin burada olmazdık herhalde."
"Arkadaşlar lütfen sakin olur musunuz." diyerek araya giren doktor ile bana cevap vermek için açtığı ağzını kapatmak zorunda kalan şahsiyete sinirli bir bakış atıp doktora döndüm. "Bir kaza atlattınız ve başınıza darbe aldınız. O yüzden birkaç gün kendinize dikkat etmeniz gerekiyor. Bu yüzden ailenize haber versek daha iyi olur." Kibarca bizim kavgamızla ilgilenmediğini belirtip önündeki dosyaları inceledi ve kazazede şahsiyete durumunu özetledi.
Sinirlerim tamamen altüst olmuş durumdaydı ama kendisi hasta yatağında kolu sargılı bir şekilde yatarken çıkış işlemlerini halletmek de bana kalıyordu. Oturduğum koltuktan kalkıp çıkışımızı halledip geleceğimi söyleyecekken hemşire hanımın söyledikleri ile durdum.
"Siz iyi misiniz?" diyen hemşireye ne dediğini anlamadığımı belirten boş bakışlar atarken "Dizleriniz ve elleriniz. Pansumana ihtiyaçları var." diyerek açıkladığında hastaneye ilk geldiğimde fark ettiğim yaralarımı tekrar hatırlattı. Kafam o kadar doluydu ki ufaktan sızlayan yaralarımı bile hissedememiştim. "İyiyim. Gerçekten. Hiç gerek yok." yaptığım itirazları kulak arkası ederek odadan çıkıp birkaç saniye içinde tekrar döndüğünde elinde pansuman malzemeleri ile geri dönmüştü.
Hemşirenin sözünü dinleyip, şu an da bundan başka bir ihtimal oluşmasını engellemişti, odadaki tekli koltuğa oturdum ve pansuman bitene kadar sessizce bekledim. Doktor birkaç dosyayı incelerken bir karar vermemizi istediğini belli ediyordu. İsimsiz kazazedemiz ise beni daha doğrusu pansumanı izliyordu. Neden bunu yaptığını bilmiyordum ve açıkçası ilgilenmiyordum da. Dizime tentürdiyot döktüğü pamuğu sürerken yaralarım iyice sızlamaya başlamıştı. Sağ dizim daha derin yara almışken sol dizim ona nazaran daha iyiydi. Kırılan farımın camlarından küçük bir parça sağ dizime batmıştı onu fark etmediğim içinde orada kalmıştı. Hemşire o parçayı çıkartıp akmaya başlayan kanı sildi ve bir krem sürdü. İlk başta kremin soğukluğundan irkilmiştim ve bu onu güldürmüştü. En azından oda da birinin eğleniyor olması iyiydi.
Kremin soğukluğuna alıştıktan sonra fazlasıyla yanmaya başlamıştı. Ağzımdan ufak bir inilti çıkarken bir kremin nasıl bu kadar yaktığına anlam veremiyordum. "Yoğun etkili bir krem o yüzden biraz yakacaktır ama fazla uzun sürmez." diyerek acımı telkin etmeye çalışan hemşireye zoraki bir gülümseme sunarken yanma hissinin hemen azalmasını diliyordum. Allahtan dediği gibi oldu ve en fazla iki dakika sonra dizimin daha az yandığını hissetmeye başladım.
Sargı beziyle sarmaya kalkıştığında böyle bir şeye gerek olmadığını söylemiştim ama yaramın mikrop kapmasının beni daha kötü yapacağına dair biraz abarttığını düşündüğüm şeyler sıralayıp diz kapağımı sargı beziyle sardıktan sonra yeni bir pamuk parçasına döktüğü tentürdiyot ile elimi sildi. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama elimdeki yara daha fazlaydı. Farklı bir kremi elime sürdüğünde bununda fazlasıyla yakacağını düşünmüştüm ama çok şükür ki bu sefer öyle olmadı. Aynı şekilde elimi de sararken içimdeki mızmız çocuğu susturup dik başlı bir şekilde bunlara gerek olmadığını söyleyebilmiştim.
Çocukken hasta olduğumda o kadar çok nazlanırdım ki annem hastalığımdan çok mızırdanacak olmamı dert ederdi. Ancak şu an böyle bir ortamda değildik ve attığım ağlamaklı masum bakışlara dayanamayıp beni kollarının arasına alıp teselli edecek biricik babam benden kilometrelerce ötedeydi. O yüzden küçük bir kız çocuğu gibi mızırdanmamak için sıktım kendimi.
Pansumanım bitince hemşire hanım yaralarıma düzenli krem sürersem daha çabuk iyileşeceklerini söyledi. Önerisini dikkate alacağımı söylemiştim ama bana ne kadar inandığı tartışılır elbette. Doktor kazazede şahsiyete uyarılarını yapıp kendini kötü hissederse direk hastaneye gelmesi gerektiğini vurgulamayı ihmal etmeyip hemşireyle birlikte odadan çıktılar. Böylece kocaman hastane odasında iki yabancı baş başa kaldık.
Odanın ortasında durmuş öylece dikildiğimi fark ettiğimde bir an ne yapacağımı şaşırdım. Bunu soracak bir an bulamadığım için ve doktor adama ismiyle hitap etmediği için hala kim olduğunu bilmediğim şahsiyet beni izlerken hafifçe boğazımı temizledim ve salak gibi ayakta beklemeye son verip koltuktaki çantama uzandım.
"Ben çıkış işlemlerini halledeyim." dedim odadan çıkmadan hemen önce. Ne tarafa gideceğim konusunda kararsızlık yaşadığım birkaç saniyenin sonunda giriş katındaki danışmaya gitmek için asansörlere ilerledim. Kısmen dolu asansöre bindim ve çantamın içinden telefonumu çıkardım. Saat çoktan öğleden sonraya gelmişti buda son şansım olan iş görüşmemi kaçırdığımı yüzüme vurmuştu. Bu his asansörün ortasına çöküp hüngür hüngür ağlama isteğimi tetiklerken çaresizlikle asansörden indim ve sorunlarımı ağlayarak atlatacağım yaşı çoktan geçtiğimi kendime hatırlatarak danışmaya ilerledim.
Hala daha az kalsın öldürecek olduğum adamın adını bilmediğim için oda numarasını söyleyerek çıkış yapmak istediğimizi söyledim. Bana verdiği formları imzalarken sayfalardan birinde gördüğüm isimle kağıdın üzerinde oynattığım kalemi durdurdum.
Melih Dinçer.
Pekala artık ona şahıs, adam veya kazazede şahsiyet, demek zorunda kalmayacak olmam güzeldi fakat bunun yanında isminin de güzel olduğunu inkâr edemeyeceğim. Hemen toparlanıp doldurmam gereken diğer yerleri de tamamladım. Artık gidebilecek olmanın rahatlamasıyla tekrar asansörlere ilerledim. Melih'in odasının olduğu katta indiğimde çantamın içindeki telefonum çalmaya başladı. Kapının kenarındaki koltuklardan birine çöküp telefon ekranındaki kardeşimin ismine şüpheli bakışlar atarken mecburen cevapladım telefonu.
"Olmayan işinin yoğunluğundan dolayı anca konuşa biliyoruz ablacım. Umarım şu an başın çok kalabalık değildir." konuşmaya laf sokarak başlamasına tabi ki şaşırmıyorum çünkü küçük kardeş yani ne bekleyebilirsiniz ki? Sizi sinir edecek bir açığınızı buldukları an çok affedersiniz bokunu çıkartana kadar durmuyorlar. "Ay kıyamam ben sana çok mu çalıştırıyorlar seni?"
"Dalga geçip durma Defne çakarım ağzına." fazlasıyla aksi çıkan sesim onu susturmaya yetmişti. Aramızda geçen tehditler bazen annemlerin bizden şüphe duyacağı boyutlara ulaşıyordu ama bu sefer Defne üzerime gelip beni daha çok çıldırtmamıştı ve kesinlikle bu akıllıca olandı.
"Sen iyi misin? Anlat bakalım neler oluyor?" dediğinde sesindeki şüphe ve endişe fark edilirdi. Aramızda kilometreler varken ve annemlere hiç bir şey çaktırmaması gerekirken onu telaşlandırmak istemiyordum. Ama ondan hiç bir şey saklayamayacağımı da çok iyi biliyordum bu yüzden onu ikna edebilecek bir şeyler söylemem şarttı.
"İyiyim ben. Sadece iş görüşmesi kötü gitti ve bu son şansımdı. Yani ben hallederim günleri sona erdi. Hiç bir şeyi halledemedim. Tazminatımda beni en fazla nereye kadar idare edebilir. Artık işsiz olduğumu kabul etmenin vakti geldi." bütün gün kaçıp durduğum gerçeği sesli söylemek önümdeki duvarı görmeme rağmen çarpmayı engelleyememekten farksızdı. Çarpmak demişken, Melih'in yanına gitmeliydim ve artık hastaneden çıkmalıydık. Adamın çarpmak deyince aklıma gelmesinin trajikomikliğine ağlayalım biraz da. "Neyse sonra konuşuruz bunları kapatmam lazım şimdi." Defne'nin itiraz etmeye yeltendiğini fark etmiştim ama telefonu aceleyle kapattığım için ona kabul etmekten başka bir şans kalmıyordu.
Oturduğum yerden kendimi resmen kazıyarak kaldırdım ve odaya girdim. Odadaki hastane telefonunu kullanarak istemediği bir konuşma yaptığı yüzünden bile belli olan Melih ben odaya geldiğim için ya da gerçekten konuşması bittiği için daha sonra haberleşmekle ilgili bir şeyler söyleyip telefonu kapattı. Kendimi odadaki koltuğa bırakırken nasıl bir durumun içinde olduğumuzu düşünmemeye çalışıyordum. Yoksa aklımı yitirecekmiş gibi hissetmem kaçınılmaz olurdu.
"Ben çıkış işlemlerini hallettim. Artık gidebiliriz." dediğimde beni başını sallayarak onayladı ama bir süre ikimizde hiç kıpırdamadık. Ben kılımı bile kıpırdatmak istemiyordum. Bütün gün öylece oturmak cazip geliyordu. Tabi birde zihnimdeki sesleri sustursak hiç fena olmaz. Melih'in neden kıpırdamadığını ise bilmiyordum. Belki o da ben gibi pelüş bir battaniyeye sarılıp, ucuz aşk filmleri izleyip, bol karbonhidrat ve şeker yemeli bir depresyona girmek istiyordu. Ya da sadece kaza geçirdiği için de olabilir. Evet bu daha mantıklı.
Kollarımı birbirine dolayıp oturduğum yerde biraz daha mayışırken bu anı oldukça olağan bulduğumu fark ettim. Yani sonuçta bir hastane odasında az kalsın öldürecek olduğum ve hiç tanımadığım bir adamla oturmuş melankolik takılıyordum ve bu hiç de garip gelmiyordu. Aynı şey Melih içinde geçerli olacak ki yattığı yatakta biraz daha kaykıldı. Tavandaki gözlerim usul usul açılıp kapanırken üzerimde hissettiğim bakışlarını daha fazla yok sayamayarak oldukça rahat görünen yataktan bana bakan Melih'e düşürdüm bakışlarımı.
Yüzünde hiç bir duygu belirtisi yoktu. Benim yüzümün de en az onunki kadar ifadesiz olduğundan emindim. Hiç bir şey söylemeden bomboş bir suratla bana bakıyordu ve bende tıpatıp aynı şekilde karşılık veriyordum. Olayın saçmalığının farkındasınız değil mi? Bu durumun uzayacağını tahmin edip başımı ne var dercesine salladığımda ben bozmasaydım bunu uzun bir süre devam ettireceğine dair bir hisse kapıldım.
"Neyin var?" diye sormasını beklemediğim için bir an bocalamıştım. Ama kısa süreli olmuştu ve kendimi toplayıp ifadesizliğimi korumuştum. Kaşlarım çatılırken "Bir şeyim yok." dedim duruşumu hiç bozmadan. Burnundan gülmeye benzer bir ses çıkardığında sinirimi bozmaya başlamıştı. "Sadece masum bir soru sordum hemen gardını almana gerek yok. Ben ilk uyandığımda annene yalan söyledin ve-"
"Yalan söylemedim. O biraz ağır bir tabir ben sadece gerçeği sakladım." diyerek kendimi savunmaya giriştim hemen.
"Pekala her ne kadar ikisi tamamen aynı anlamlara gelse de seni rencide etmemek için yalancı olduğunu söylemeyeceğim."
"Ben yalancı değilim!"
"Bende yalancı olduğunu söylemeyeceğim dedim zaten." devam edersem bu çekişmenin uzayacağını bildiğim için sustum ve o da bundan gaz alıp devam etti. "Önce annenden gerçeği sakladın, kapıda telefonla konuştuğunu duydum ve odaya tekrar girdiğinde ki sen ile çıkarken ki sen aynı değildin." söylediklerini kollarımı göğsümde kavuşturmuş ve kaşlarımı fazlasıyla çatmış bir şekilde dinliyordum. Başımı usul usul sallarken ağzımdan alaycı bir gülüşün çıkmasına engel olamadım.
"İki dakikada çözdün yani beni. Nesin sen insan sarrafı mı?"
"Öyle söyleyenlerde oluyor ama iyi bir gözlemci demeyi tercih ederim." söylediğime cidden cevap vermesini beklemediğim için bir an şaşırmış olarak durakaldım. Kısa bir an.
"Beni tanımıyorsun bile. Giderken ve gelirken ki halimden hangisi gerçek ben bilmiyorsun? Ben iyiyim ve kendi başımın çaresine bakabilirim. Şimdi, gidebilir miyiz artık?" söylediklerimi onu ikna etmek için mi yoksa kendimi ikna etmek için mi söylemiştim bilmiyorum ve bunu düşünmek te istemiyorum. Oturduğum koltuktan kalkıp çantamı aldım.
Melih'in de ayaklandığını fark ettiğimde her ne kadar ona kızgın olsam da yardım etmek için yanına gittim. Çok büyük bir hasar almamıştı bu kazadan. Kolundaki sargı ve kaşının üzerindeki ufak dikiş dışında hiç bir sorunu yoktu. Ama sonuç olarak bir kaza geçirmişti ve vücudunun ne kadar bitik bir halde olduğunu tahmin etmek pekte zor değildi.
İkimizde suspus asansörden inip hastane kapısından çıktığımızda doktorumuzla karşılaştık. Doktorumuz mu? Doktor. Melih'in doktoru. Bizim değil. "Çok ucuz atlattınız Melih bey. Hiç bir sorun gözükmüyor, lütfen pansumanlarınızı ihmal etmeyin." derken bunu bana da söylüyordu. Hastalık mevzularında nazlanmayı sevsem de vücudumu tanıyordum ve yaralarım o kadar büyütülecek türden değildi. Yine de konuyu uzatmamak için doktoru onayladım.
"Evet evet. Maşallah turp gibi." dedim Melih'in göğsüne sertçe vururken. Bu darbeyi beklemediği için boşluğuna gelmişti. Oh olsun, sen beni çıldırtırken iyiydi. Elini sırtıma sararken beni hızlıca kendine çekmişti. Dengemi şaşırırken öç alma şekli yüzünden onu pataklamak istiyordum. Pat diye çeki verilir mi canım. Yere yapışıyordum az kalsın! "Gayet iyiyim. Çok teşekkür ederim." adamın önünde daha fazla çocuk gibi gözükmemek için ikimizde hızlıca tokalaştık doktorla. Sonunda hastaneden çıktığımızda derin bir nefes alıp kendimi rahatlatmaya çalıştım. Her şey yolundaydı. Melih ölmemişti ve bende katil olmamıştım. Artık evime gidip ördekli pijamalarımı giyinip bu günü yaşanmamış saymaya başlayabilirdim.
"Bunları hemşire getirdi ama pek de gideri kalmamış sanki." dedim elimdeki telefonu, cüzdanı ve araba anahtarını ona verirken. Bir süre elimdekilerle bakıştıktan sonra benimle aynı kanıya varmıştı ama telefonun sim kartını almakla ilgili bir şeyler mırıldanırken elimdekileri aldı. Tam artık gidebileceğime sevinecekken koluma astığım ceketi fark ettim. Üzerindeki lacivert takımın ceketi. Ona uzattığımda az önceki gibi ufak bir teşekkür mırıldanmasının ardından üzerine giyinmeye çalıştı ceketini. Ancak sargılı kolundan dolayı acıyla yüzünü buruşturdu.
Öncelikle bir konuda hem fikir olalım. Ben merhametli bir insanım. Bir vicdanım var. Ve ne yazık ki bazen biraz fazla merhametli olabiliyorum. Mesela küçükken çok susadığını düşünerek balığımı akvaryumundan alıp su içirmeye çalışmam gibi. Hatırladıkça yüzümü buruşturduğum bir anı kendisi. Neyse işte, anlatmaya çalıştığım aslında merhametli birisi olduğum. İşte bu yüzden bütün sinirimi göz ardı edip Melih'in acı dolu cebelleşmesine müdahale ediyorum. Uzanıp ceketini giydirmeye çalışırken beyefendinin bir yerlerindeki kurtlar sabit duramadığı için sürekli kıpırdanıp duruyor.
"Ne yapıyorsun acaba?" diyor ben ceketi sargılı kolundan geçirmeye çalışırken. "Ah. Ne yapıyorsun kızım ya dikkat etsene biraz? Sinirini böyle mi çıkartıyorsun benden? Senin yüzünden bu hale gelmiş koluma biraz nazik davransan iyi olur." ben sustukça artan mızırdanmaları yüzünden ağzının üzerine bir tane yapıştıracak gibi oluyorum.
"Beni çıldırtma! Yardım etmeye çalışıyorum, insan gibi dursan ölür müsün?" dedim sinirli bakışlarımı doğrudan gözlerine sabitleyip. Sözümü dinlemeye karar vererek susup yardım etmeme izin verdi. Çok mantıklı bir seçim olduğunu söylemeliyim çünkü biraz daha uzatsaydı içimdeki merhameti göz ardı edip onu böyle bırakıp giderdim. Bende ki de kafa canım. Şişiyor bir yerden sonra. Ceketini üzerine giydirdikten sonra yerinde duramadığı için bozulan yakasını düzelttim.
Sonunda burada durmamız için hiçbir neden kalmamıştı. Omuzlarımdan kalkan yükler bana kendimi daha iyi hissettirirken tek istediğim yumuşacık yatağıma gömülmek ve uzun bir süre güvenli alanımdan çıkmamaktı. "Kendine iyi bak Melih Dinçer. Bir daha görüşmemek dileğiyle." ne kadar iyi dileklerde bulunuyorum ama.
"Dikkatli sür. Başka masum birinin daha aynı şeyleri yaşamasını istemeyiz." arabama ilerlerken söyledikleriyle duruyorum. Şaşkınlıkla ve sinirle açılmış ağzıma gözlerim eşlik ederken ona doğru dönüyorum. "Sen misin masum? Senin yüzünden buradayız biz be adam." sinirle ona karşılık verirken birkaç meraklı bakışın bize çevrildiğini fark etmemle kendimi dizginledim. Melihe huysuzlukla dil çıkartıp onu arkamda bıraktım ve bir farı kırık arabama bindim. Çabucak ve normalden daha yüksek bir dikkatle hastane bahçesinden çıktım.