3. Bölüm: Fırat Bey.

2704 Words
“İnsan kafasındaki o soyut dünyaya girince somut dünyadaki zaman kavramından uzaklaşıyordu.” Kaç şarkı geçti, kaç saat boş boş tavanı izledim hatırlamıyorum. Yattığım yerde öylece sızıp kalmışım. Gözlerimi araladığımda hava hala aydınlık değildi. Uzanıp telefonu elime aldığımda saatin daha 04.16 olduğunu fark ettim. Ne diye bu saatte uyanmıştım bilmiyorum. Yatakta olduğum yerde doğrulduğumda gözüm piyanoma kaydı. Borcuna karşılık evleneceğim piyanoma. Ayağa kalkıp önünde duran küçük tabureye oturdum. Sanki kulağıma bir melodi sesi geliyormuş gibi gözlerimi kapatıp ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirdim. Kulağıma gelen tek ses kalp atışlarımdı. Eskiden heyecanla atan kalbim şimdi bir hiçlik için atıyordu. Hayata karşı ne bir heyecan ne de bir umut vardı içimde. Hepsini birkaç saat önce olmayan bir dolabın en üst rafına kaldırmıştım. Kendi isteğimle, kendi rızamla. Biraz da mecburiyetle. Çünkü biliyorum aşirete olan borçlardan doğacak olan şeyleri. Ya aleme rezil ederler ya da rezil olmaktan da beter. Babamı ya da kız kardeşlerimi öldürme ihtimallerini aklıma getirmemeye çalışıyorum. Çünkü eğer istedikleri olmazsa… yaparlar. Ama aklımda olan başka bir şey vardı. Acaba Fırat Bey benimle evlenmeyi kabul etmiş miydi? Haberi var mıydı? Ya da o mu istedi? Keşke onunla oturup bunları konuşabilme şansım olsaydı. Onunla sadece nikah başvurusunda karşılaşacağımı biliyordum ve o benimle konuşmak ister miydi, işte bunu bilmiyorum. Oturduğum yerden kalkıp odanın içine göz gezdirdim. Zamanımı tavana boş boş bakarak geçirmek istemiyordum şimdi. Beni oyalayacak bir şeyler arıyordu gözlerim. Sayısını hatırlamadığım daha doğrusu hiç oturup da saymadığım kitaplarım gözüme çarptı. Kitap okuyacaktım ama yeni bir kitaba başlamak istemiyordum. Daha önce okuduğum kitaplardan birini elime alıp, altını çizdiğim yerleri okuyacaktım. Rastgele bir kitaba uzanıp kitapla beraber odadan çıktım. Dilim damağım kurumuştu. Bir bardak su alıp avluya çıkmak için mutfağa geçtim. Su içip dolapta duran limonatayı görünce koca bir bardak limonatayla beraber dışarı çıktım. Hava ne sıcak ne de soğuktu. Tam dengede bir yerdeydi. Kamelyaya geçip oturduktan sonra önce limonatadan bir yudum aldım. Tam da şu an her şeyi kenara bırakmış gibi hissetmiştim kendimi. Evlendirileceğimi bile unutmama ramak kalmıştı. Kitabı aralayıp ilk önüme çıkan altı çizili yazıyı okumaya başladım. “Yağmur yağdıktan bir süre sonra toprağın üzerinde yağmurun ilerleyeceği kanallar oluşur. Daha sonraki yağmurlarda, sular hep bu kanallardan akar. Beynimizde de bu tür yağmur kanalları vardır; herkesin beynine aynı yağmur yağar fakat ayrı kanallara gider.” Bir sayfa çevirirken bir yudum da limonata içtim. “Hepimize aynı yağmurlar yağar; kimimizi ıslatır, kimimizi ıslatmaz.” Bir sayfa daha… “Fizik kanunlarına göre, iki şey aynı anda bir arada olmaz. Eğer beyninize olumlu düşünceyi yerleştirirseniz olumsuz düşünceler oraya yerleşemez. “ Sayfa çevirmedim. Çeviremedim. En az 100 kere okudum bu yazıyı. Defalarca kez, düşüne düşüne hem de. Bu da işaret miydi bana? saatler geçti ama ben o sayfayı hiç çevirmedim. Sadece okudum. Karşıma çıkan her şeyden az çok demeden anlam çıkarmaya, hayatımın devamında bana yardımcı olması için aklıma kazımaya çalışırdım. Belki de bu söz bana tam da şu aralar lazım olacaktı. Eğer zihnime, kalbime, benliğime iyiliği, güzelliği yerleştirirsem belki de ilerleyen günler benim için zor geçmeyecekti. Böyle bir şey olabilir miydi? “Kızım,” “Ayh!” Saatlerdir sessizce durduğum için kapı önünde durmuş bana bakan annemin sesiyle irkilmiştim. “Ne yapıyorsun sen orada?” dedi bana doğru yaklaşırken. “Kitap okuyorum. Çok erken uyandım da, zaman geçsin diye…” cümlemi tamamlamak çok isterdim ama annemin şaşkın bakışlarının altında konuşmam birden kesildi. “Kitap mı okuyorsun?” dedi şaşkınlığını gizlemeyerek. “Evet de niye bu kadar şaşırdın?” “Kızım hani biz şey konuştuk ya,” dedi evliliği kastederek. “Hayat devam ediyor anne. Birkaç haftaya da tercihlerim açıklanacak. Aklım biraz da orada.” Yalan. Okul, üniversite, müzik, piyano aklıma bile gelmiyordu. Ama annemi yatıştırmam, sakinleştirmem lazımdı. “Baban,” dedi karşıma otururken. “Aradı onları. Bu akşam gelecekler.” Aceleleri neymiş, yangından mal mı kaçırıyorlarmış demem gerekiyordu ama sadece kafa salladım. “Gelsinler.” “Kızım emin misin?” “Evet.” O kadar kendimden emin bir şekilde demiştim ki, sesim ilk defa bu kadar net çıkmıştı. “Ah be kızım…” dedi annem elimdeki kitaba bakarak. “Senin elin kitap kalem tutacakken… içim almıyor bu olanları. Ne kadar da mutluyduk saatler öncesine kadar.” “Hala mutluyum ben.” “Hayır değilsin.” Anneme katılmak, onu desteklemek çok isterdim ama ben mutluydum. Hayata karşı içimde az da, küçücük de olsa bir umut vardı. “Akşam için bir şey alınacak mı? Yemekli mi gelecekler?” Annem derin bir nefes alıp sabır çekercesine gözlerini kapattı. “Hiçbir şey alınmayacak. Ama sen çık, dolaş, gez biraz. Yürümek sana iyi gelir. Geç olmadan da gel.” Ayaklanıp eve girdiğimde annem hala kamelyada oturmuş karşısındaki boşluğu izliyordu. Bütün gece uyumadığı gözlerinden ve halinden de belli oluyordu zaten. Eminim babamın da annemden geri kalır yanı yoktur. Hatta da daha kötüdür. Odaya çıkacağım esnada annemle babamın yatak odasının kapısı açıldı ve babam göründü. Gülümsedi beni görünce. “Günaydın kızım.” Sesinden yorgunluk, bitkinlik, uykusuzluk akıyordu. “Günaydın baba.” Onun sesine inat daha canlıydı benim sesim. “Kahvaltı yaptın mı?” Kafamı iki yana salladım. “Sen bir ara sürekli şey yerdin… Yemeğin adına dilim dönmüyor.” Hafifçe gülüp kafamı salladım. “Ondan ye istersen.” Evde durmamı annemle beraber istemiyorlardı. Belli ki beni dışarı gönderip her ne yapacaklarsa yapacaklardı. Ama umarım kavga etmezlerdi. “Zaten bende dışarı çıkacaktım.” Babam elini cebine attığında onu durdurmak istedim. “Param var. Gerek yok gerçekten…” Ama beni dinlemedi. Cebinden çıkardığı bir deste parayı elime sıkıştırıp gülümsedi. “Sen yalnız kalmayı, yalnızken eğlenmeyi çok iyi bilirsin kızım. Bugüne şöyle doya doya yaşa. Tamam mı?” Benden bir cevap beklemeden yanımdan geçip hızla dışarı çıktı. Annemde babamda sanki bugün yaşadığım son günmüş gibi davranıyorlar. Gece saat 00.00 olduğunda ruhumu teslim edecekmişim gibi hissettim. Adımlarım basamaklara gitti ve hızla odama geçtim. Elimdeki parayı masanın üzerine bırakıp yatağa oturdum. Sanırım annemle babamın ne demek istediğini anlamıştım. Bu akşam itibariyle “başım bağlanacağı” için eskisi kadar rahat olamayacaktım. Yani şu an, benim kendi adımla sokaklarda dolaşacağım son saatlerimdi. Yarın itibariyle nişanlı bir kız olacaktım. Eskisi kadar özgür olamayacaktım. Hem de özgürlüğüme bu kadar düşkünken… Üzerime beyaz, askılı bir elbise giyip saçlarımı tepeden bağladım. Eski Türkü olsa yüzüne bir iki bir şey de olsa sürerdi. Ama ben aynadaki yansımama bakmakla yetindim. Çantamı omzuma takıp odadan çıktığımda Tuna ile Tuana’nın aşağıdan gelen sesleri kulaklarıma doldu. “Aklın güzel mi kızım senin? Krep öyle mi yenir?” dedi Tuna gülerek. “Beceremiyorum ağzıma almayı, çok hareketli bir şey bu…” Tuana’nın sesindeki tatlı çaresizlik yüzümü güldürmüştü. “Hareketli mi? Hahahaha! Canlı mı Tuana bu, ne hareketi? Fazla esnek sadece…” “Ablam olsaydı bana öğretirdi. Sen benimle anca alay ediyorsun.” “Gösterdim ya biraz önce. Zamanla alışır elin dedim anlamadın. Nasıl yersen ye, al!” Aşağı onların yanlarına inmek için yürüdüğümde adım seslerimi duymuş olacaklar ki ikisi de aynı anda susup aynı anda gülmeye başladılar. Mutfak kapısının hemen önünde durup gülümsedim. “Günaydın kızlar.” “Günaydın abla.” “Günaydın en sevdiğim ablam.” İkisi aynı anda cevap vermişti. Tuana’nın cevabıyla Tuna ona dönüp şaşkınlıkla bakarken O sadece dil çıkarmıştı. “Ne getireyim size? Çarşıdan ne istersiniz?” dedim gülerek. “Mavi şekerlerden…” dedi Tuana. “Bana lokma alır mısın abla? Çikolatalı olanından…” “Alırım tabi. Ama anneyi üzmek yormak yok. Tamam mı?” “Yok yok. Zaten akşama misafir varmış. Onu biz değil iş yorar.” Tuna gülerek konuşsa da ben gülmedim. Sadece hafifçe olsa tebessüm etmeye çalıştım. Ne kadar başarılı oldum, tartışılır. Dolaptan sandaletlerimi çıkarıp giydiğim esnada annemin salondan sesi geldi. “Dikkatli git gel kızım. Allah’a emanet ol…” Kulaklığımı kulağıma takıp avludan çıkarken sanki sokakta yürüyen herkes bana bakıyormuş gibi hissettim. Gözler benim üzerimde değildi ama insanlar işini gücünü bırakıp beni seyrediyormuş gibiydi. Hızlı adımlarla sokaktan çıkıp caddeye doğru yürümeye başladım. Hangi şarkıyı dinlediğimin bile farkında değildim. Şarkıda hangi enstrüman var, hangi notadan çalıyorlar hep düşünürdüm. Ama bu sefer sadece dinlemek için dinliyordum. Zaaflarımdan vazgeçmek kendime yaptığım en büyük ayıptı. Önüme çıkan ilk kahvaltı salonundan zeytinli poğaça ve karton bardakla çay alıp ilerisindeki çocuk parkındaki banklardan birine oturdum. Bir zamanlar bu parkta bende oyunlar oynamıştım. Salıncakta sallanmış, kaydıraktan kaymıştım. Kum havuzu yoktu o zamanlar ama kumla da oynamıştım. Gözlerimin önünde canlandı birden o günler. Sanki Küçük Türkü şu an, karşımda salıncakta sallanıyordu. Akşama istemesi olacak Büyük Türkü de onu izliyordu. Hayat ne garip. Akşam olacakları düşününce çiğnediğim lokmayı yutamadım. Kaldı, durdu boğazımda. Resmen evleniyordum, okula gideceğim yaşta. Kabul etsem de etmesem de durum aynıydı ve bu çok can sıkıcıydı. Oturduğum banka koyduğum çay gelen topla devrilirken olduğum yerde irkildim. Öyle bir dalmıştım ki boşluğa top oynayan çocukları fark etmemiştim. “Abla kusura bakma, isteyerek olmadı.” Bana doğru yaklaşan küçük çocuk topa uzanırken utançla baktı suratıma. “Yo, sorun değil…” dedim ayağa kalkarken. “Zaten içmiyordum.” Elimdeki kağıdı çöpe atıp yürümeye başladım. Beni oyalayacak bir şeyler arıyordu gözlerim ama hiçbir şey yapasım yoktu. Bir kafenin önünde durup girsem mi diye düşündüm. Boş boş oturup çıkacaktım ama yine de zamanı geçirmek için iyi bir yoldu. Tam içeri gireceğim esnada kalabalık bir tayfa içeriden çıktı ve benden önce genç bir adam girdi. Acelem yoktu benim. Yavaş hareket etmek işime gelirdi. Duvar kenarındaki boş masalardan birine oturup bir garsonun gelmesini bekledim. Telefonumu açıp haber falan okuyayım derken tercihlerin açıklanmasına gerçekten de az bir zaman kaldığını gördüm. Defalarca okudum ekranda yazan yazıyı. Ama okuduğum şey bir yazı değil ellerimden kayıp giden hayallerimdi. Hava o kadar sıkkındı ki, üniversiteye gidemeyeceğime üzülemedim. Elimle yüzüme hava yapıp oturduğum yerde garsonlardan birini beklerken, gözlerim mutfağa takıldı. Bu kafenin mutfağı müşterilere açıktı ve içeri de kim ne yapıyor görünüyordu. Mutfakta benden yana duran bir çalışanın gözleri arka taraflarda bir yere takıldı ve sonra bana baktı. Neden aniden bana baktı anlamadım. Hızla yan tarafa geçip eline bir şey aldı ve bu eminim ki klima kumandasıydı. Havaya tutup düğmeye bastığında tam arkamda duran klima çalıştı. Çalışanın gözleri yeniden beni bulduğumda teşekkür etmek maksatlı hafifçe gülümsedim. Ama o hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Nihayet mutfaktan bir garson çıkıp benden tarafa doğru gelmeye başladı. Elindeki tepside büyük bir bardak soğuk kahve vardı. Tam da sipariş edeceğim kahveydi. Onu bırakıp benim yanıma geleceğini düşündüm ama o direkt önümde durup kahveyi masaya bıraktı. “Afiyet olsun efendim…” dedi geri çekilirken. “Bir yanlışlık oldu sanırım, bunu ben sipariş etmedim.” Bir önümde duran kahveye bir de bana baktı. “Beyefendinin ikramı efendim…” dedi çekingen bir edayla. “Kimin?” dedim elimdeki telefonu sertçe masaya bırakırken. Çıkan sesten ötürü etraftaki insanlar bakışlarını bana çevirmişlerdi. Ama çok da umurumda değildi. “Arkanızdaki beyefendi…” Ya konuşmayı bilmiyordu ya da emir altındaydı. İkinci ihtimal bana daha yakın geldi ve hızla ayağa kalktım. “Hanımefendi lütfen,” dese de arkamı öndüm ve bana donuk bakışlarla bakan adamla karşılaştım. Gömleğinden tanımıştım. Benden önce giren adamdı bu. Sakin adımlarla yanına giderken ben, garson da bir adım arkamda benimle beraber geliyordu. Olay çıkarmamdan korkuyordu. “Bu ne?” dedim oturduğum masada duran kahveyi kastederek. Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden çekmediği gibi zahmet edip ayağa da kalkmıyordu. “Beğenmediyseniz farklı bir şey getirsinler,” tam ağzımı açmış konuşacaktım ki konuşmasına devam etti. “Oğlum! Meyveli bir şeyler getirin bayana.” Hem şok hem de sinir içinde ona baktığımda ayağa kalktı. Sinirlendiğimi anlamış olmalıydı. “Bayan…” dedim dişlerimin arasından. “Bu kadar celallenmeye gerek yok bence Küçük Hanım. Tamam demem bir daha size bayan.” Küstah. “Kahve alacak param var. Bu işe yaramayan jestlerinizi başkasına yapın. Bir daha mümkünse karşıma çıkmayın.” Arkamı dönmüş gidiyordum ki bana doğru bir adım attı. “Ama ben oturup iki lafın belini kırarız diye düşünmüştüm…” Davetkar bakışlarının altında yatan pis düşünceyle beraber hafifçe gülüşü midemi bulandırmıştı. Sinirle gülümseyip ona yaklaştım ve bir anda havaya kalkan elimi yine bir anda onun suratına indirdim. Etraftaki insanların bir anlığına susup bana ve ona bakışlarından daha çok sağ tarafa savrulan suratının aldığı ifadeyi görmekten mutlu oldum. Hiçbir şey olmamış gibi masama dönüp çantamı aldım ve çıkmak için kapıya yöneldim. Herkes bana öcüye bakar gibi bakıyordu ama zerre umurumda değildi bu bakışlar. Tam kapıdan çıkacağım anda garsonlardan biri konuştu. “Buz ister misiniz Fırat Bey?” Fırat Bey… Sola çevrilen bakışlarım onun gözlerini buldu. Fırat Bey’in. Bana ne anlamda baktığını anlayamayacak kadar yabancıydım ona. Ama gözlerindeki şaşkınlığı bir nebzede olsa görebiliyordum. Çünkü bende şaşkındım. Bana hafifçe kafa sallayıp önünde duran garsonun omzuna hafifçe vurdu. Daha fazla bakamadım ona. Hızla kafeden çıkıp kalabalık caddede yürümeye başladım. Biraz önce evlendirileceğim adama tokat atmıştım. Bundan pişman mıydım? Hayır. Ama içime garip bir şey oturuvermişti. Korku desem değil, heyecan desem değil. Kaldırım taşına oturup ağlatacak bir histi içimdeki o garip şey. Ama ben kaldırıma oturup ağlayamam da. Çünkü benim ağlamalarım bile kendime özeldir. O an anladım ki Fırat Bey beni takip ediyor ya da takip ettiriyordu. Nasıl bir kafadaysa artık, kendisine yakışıp yakışmadığımı test ediyordu sanırım. Ya da o da beni tanımaya çalışıyordu. “Off!” kafam allak bullak olmuştu. Bir kahve içecektim konu nerelere gelmişti. “Hanımefendi…” arkamdan gelen sesle beraber yine sinirlendim. Çünkü sesin sahibi o garsondu. Yönümü ona döndüğümde elindeki plastik kahve bardağıyla bana doğru resmen koşuyordu. “İstemiyorum. Söyle Fırat Bey’ine.” “Bunu size getirmemi Fırat Bey söylemedi. Hava çok sıcak, düşüp bayılmayın. İkramımdır. Para istemem. Yolda gördüğünüz sokak hayvanlarına su verirseniz benim için yeterli olur. Lütfen alın. Rica ediyorum.” Alıp almamak arasında ikilem de kalsam da dayanamayıp aldım. “Teşekkür ederim…” dedim. “Ben teşekkür ederim. İyi günler.” Tam gideceğim esnada bir şey söyleyecekmiş gibi baktı yüzüme. Bende haliyle durmak zorunda kaldım. “Bazen karşınızdakini öldürmek bile isteyebilirsiniz. Ama işin sonunda o kişinin hayat arkadaşınız olması sizi durdurur. Bence biraz da olsa kalmalısınız. Sonuçta-“ “Bir dakika, hayat arkadaşı derken?” “Beyefendi sizinle yakın bir tarihte evleneceğini ve bir tartışma yaşadığınızı ama sizin haklı olduğunuzu söyledi.” “Anladım…” desem de hiçbir şey anlamamıştım. Kahvenin içindeki buzlar eriyip taşana kadar bir bankta oturup düşündüm. Birkaç dakikalığına görmüştüm yüzünü ve şu an yüzü tam olarak neye benziyor hatırlayamıyordum. Sanki hatırlasam ne olacaksa, hayat memat meselesi mi? Telefonumun zil sesi çalınca biraz da olsa kafamdaki Fırat Bey dünyasından çıkabilmiştim. Arayan annemdi. “Efendim anne?” “Kızım saatin farkında mısın?” dedi dümdüz bir sesle. Kızmıyor ciddi ciddi soruyordu. “Değilim anne, kaçı kaç geçiyor?” dedim ekrana bakarken. “Hava kararmamış olabilir ama akşam oldu kızım. 7 saat. Sen evden çıkalı tam 11 saat oldu yani.” “Geliyorum anne…” dedim telefonu kapatmadan iki saniye önce. Ayağa kalkıp kahve bardağını çöpe atarken ne ara saatin bu kadar geçtiğini sorguladım. İnsan kafasında kurduğu o soyut dünyaya girince somut dünyadaki zaman kavramından uzaklaşıyordu. Bunu bir kere daha anladım. Adımlarım evin olduğu sokağa gelene kadar zamanın neden bu kadar hızlı geçtiğini düşündüm durdum. Okulu düşünmem gerekirken bunu düşünmem… taktire şayandı. Kızlara istediklerini alıp yavaş yavaş hareketliliğini kaybeden sokaklarda yürümeye başladım. Ne çabuk geçmişti zaman anlamış değildim. Evin bahçesine girmemle Tuna ve Tuana’nın bayramlık denilecek elbiselerle birbirlerini kovaladıklarını gördüm. Onlarda hazırlandığına göre misafirlerin geliş saati yaklaşmış demekti. “Hoş geldin Türkü’m…” Babamın kamelyada olduğunu bana seslendiğinde anlamıştım. Gülümsedim sadece. “Annem nerede baba?” dedim sakin bir şekilde. “Mutfaktaydı ama odana çıktı sanırım. Merdiven basamakları kan ağlıyordu en son. Annen yukarı çıktı diye düşündüm.” İkimizde güldük babamın söylediğine. Birkaç saat sonra istemem olmayacakmış gibi güldük hem de. Eve girip odama çıktığımda babamın haklı olduğunu fark ettim. Kapı ardına kadar açık, annem yatağın üzerinde oturmuş, kucağında duran elbiselere bakıyordu. “Anne?” dedim merakla. “Hangisini giysen diye düşünüyordum.” “Çok düşünmene gerek yok, şu siyah olanı giyeceğim,” dedim dolapta asılı olan siyah, uzun kollu, boydan elbiseyi gösterirken. Annem bir elbiseye bir de bana baktı. Çünkü ilk ve son giyişim babaannemin cenazesiydi. O gün anneme çok sevdiğim bir insanı daha toprağa verirsem giyerim bu elbiseyi demiştim. Bu benim için önemli biri ölmemişti ama hayallerimin ölüşüne şahit olmuştum. Birazdan da cenaze namazının kılınışını izleyecektim. Annem derin bir çekip ayağa kalktı. “Sekiz de orada oluruz demişler. 10 dakikan var hazırlanmak için. Hazırlan ve aşağı gel, tamam mı kızım?” Sesindeki vurgu o kadar ağırdı ki benim için. Ağlasam yeriydi. Annem halimi anlamış olacak ki odadan çıkıp kapıyı nazikçe kapattı. Bende dediğini yaptım. Üzerimdeki beyaz askılı elbiseyi çıkarıp siyah elbiseyi giydim. Saçlarımı sıkı sıkı bağlayıp ayaklarıma siyah terliklerimi geçirdim. Terlik önemliydi. Odadan çıkıp aşağı indiğim sırada avlu kapısı açıldı ve birden fazla kişinin sesi geldi. Gelmişlerdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD