Aybars Aladağ’dan
Sabah mis gibi kahvaltı yaptıktan sonra merkeze indim. Denizden hafif tuz kokusu geliyor, güneş kaldırımların taşlarını ısıtmaya başlamış. İnsan, uzun süre bot ve üniforma giydikten sonra normal ayakkabı ve sivil kıyafetlerle dolaşınca bir tuhaf oluyor; sanki ünformalı kişi ve şuan ki kişi farklı. Yine de hafifliği güzeldi.
Tam vitrindeki eski bir saatçiye göz atıyordum ki sokakta yankılanan bir bağırış havada yankılandı.
“Kaçma, gel buraya şerefsiz!”
Refleksle sese döndüm. Önde bir adam, arkasında dişleri kenetlenmiş, nefesi kesik bir kız. Adamın elinde ona ait olmadığı çok belli olan bir çanta var. Adımlarını hızlandırdı, tam önümden geçerken ense kökünden yakaladım.
“Dur lan!”
Adamın ayakları yerden kesilir gibi oldu. Kız da yetişti, nefes nefese, hiç tereddüt etmeden adama saldırdı. Bir elimde adam, diğer elim boş sanıyordum ama kısa sürede o elim de doldu; kızın elleri adamın saçlarında. Bir tutam kopardı, parmaklarının arasında salladı.
Ulan… adam suçlu da, bu böyle giderse morgda alacağız kızın elinden.
“DURUN! Yeter!” diye patladım.
“Çantamı çaldı!” diye bağırdı kız.
“Abi, yok… Vallahi öyle bir şey değil,” diye inledi adam.
Kız hâlâ tekme sallıyordu. Boşta kalan elim olmadığı için adamın dizine tekme attım.
“Çanta da senin yeni moda anlayışın mı?” dedim.
“Şey… abi…” diye kekelendi.
“Başlatma lan abine! Yürüyün, karakola.”
Etraf bir anda esnafla doldu. Ayakkabıcı, elinde fırçasıyla kapıdan sarktı:
“Ula çekirge, bir zıpladın, iki zıpladın, üçüncüye komutanın kucağına düştün.”
Demek tanıyorlar. Güzel, sicil kabarık.
“Ko-komutan mı?” dedi adam, sesi titrekti. Yüzüne hafif gülümsedim.
“Hem de en komando cinsinden, koçum. Şimdi karakola, hadi.”
“Çantamı versin, ben gitmem karakola. İşim var benim,” diye atıldı kız. Hâlâ çırpınıyor, arada çekirgeye tekme sallıyordu. Bıraksam parçalayacak. Ensesinden tuttum, kendime çevirdim. Mavi gözleri hırçın, kaşları çatık; ama yüzünde inatçı bir ifade var.
“Sen de geliyorsun.”
“Gelmem, işim var.”
“La havle! Ya sabır… Salarım adamı, gider bak.”
“Hayır, salıveremezsin. Askermişsin, o da suçlu. Onu al işte, benden ne istiyorsun?”
“Yürüyün baş belaları! İznimde bile rahat yok. Sen şikâyetçi olacaksın, düş önüme.”
“Hayır tamam… Ben şikâyetçi olmam, karakol olmaz,” dedi telaşla.
“Çok geç, gidiyoruz,” dedim. Arabaya yöneldim, çekirgeyi hiç naz yapmadan arka koltuğa tıktım. Tam o sırada kız bana sert bir tekme atıp elimden çantayı da kaptığı gibi kurtuldu. Zaten cerecüre bir şey, 1,55 boylarında, çevik mi çevik. Kalabalığın içine daldı, bir anda gözden kayboldu.
Bir an etrafa bakakaldım. Eh… en azından çekirge elimde. Kız da nasılsa tekrar karşıma çıkar.
Çekirgeyi kolundan tutup karakolun kapısından içeri soktum. Askeri karakolun önündeki askerlerken kahkaha ve gülme sesleri gelirken beni görünce sustular
“Aybars, sen izinde değil miydin? Ne işin var gene ortalıkta?” dedi masanın arkasındaki jandarma üsteğmen Yavuz, elinde buğulu bir ince belli bardakla.
“Yavuz, izindeyim de… bu arkadaş, alışverişi biraz bedavadan seviyor.” dedim, çekirgeyi sandalyeye oturtarak.
Adam hemen atladı: “Abi yok, vallahi ben—”
“Elini indir, sesini kes.” dedim. Sonra Yavuz'a döndüm. “Az önce bir kız vardı, bunun elinde çantasıyla koşuyordu. Çantayı aldık, kızı yakalayamadık.”
Yavuz kaşlarını çattı. “Kimmiş bu kız?”
“Bilmiyom. Ufak tefek, mavi gözlü, kumral saçlı, en fazla yirmili yaşlarında bir kız, bir de maşallah, tekmeyi öyle bi’ salladı ki, dizim hâlâ sızlıyor.”
Yavuz güldü. “Bir kızın kimliği kalmış Aybars bu nasıl inceleme."
“Meslei deformasyon. Ama bakışında bir şey vardı Yavuz… Sanki benden kaçmıyordu, başkasından kaçıyordu.”
Yavuz ciddileşti. “Belki kaçak, belki peşinde bi’ bela… ya da” —sırıtarak— “senin suratına bakıp ‘eyvah’ deyip kaçmıştır.”
“Çok güldük, fıkra gibi adamsın.” dedim şakadan güldüm.
Yavuz masadaki defteri açtı. “Karakola gelmemek için kaçtıysa bu işin içinde bir iş var gibi. Bir ara uğra beraber araştıralım."
“Yok yok, ben izindeyim…” dedim, çıkışa yönelirken. Ama sonra duraksadım. “Bir şey bulursan bana haber et.”
Yavuz gülerek başını salladı. “Hı, hı tamam emrin baş üstüne." dedi dalga geçer gibi.
Çıkarken çekirgeye dönüp, “Sen burda biraz kuş uçur, Yavuz seni misafir eder,” dedim.
Adam önüne baktı, sessizleşti. Kız kaçtı ama… o bakış? O bakış Karadeniz’in hırçın denizi gibiydi. Sıradan değildi.
Kapıdan çıktım. İçimde bir his vardı: O mavi gözler, iznim boyunca peşimi bırakmayacaktı.
*
*
*
Mihra Ekinci
Kaldığım yer, sahil kasabasının kıyısında, ahşap duvarlı küçük bir pansiyondu. Geceleri ahşap tavanın gıcırdayan sesi, dalgaların taşlara vuran uğultusuna karışıyordu. Sahibi yaşlı bir kadına, “Sakın adımı kimseye söyleme” demiştim. Burada tanımadığım insanlarla dolu olsa da önlem alıyordum. kimsenin beni tanımaması gerekiyor. Şimdilik en azından kapımı kilitleyip yatabiliyorum.
Kaçalı üç gün olmuştu. Üzerimde hâlâ yorgunluk, ama zihnimde başka bir şey vardı: o sandıktan aldığım mektuplar. Günlerdir bakmaya cesaret edememiştim. Nihayet bu sabah, pencere kenarına oturup ilkini açtım.
Zarfın içinden çıkan sayfa, ince ve zarif bir el yazısıyla doluydu. Harflerin kenarındaki küçük titremeler, kalemi tutan ellerin zayıflığını belli ediyordu. Kâğıdın kokusunda, yılların ve uzak memleketlerin tozu vardı.
*“Canım kızım,
Bu satırları yazarken sen hâlâ karnımda, minicik bir kalp atışı olarak yaşıyorsun. Belki bu mektubu hiçbir zaman okuyamayacaksın… Doktorlar bana, doğumdan sonra yaşayamayacağımı söylediler. Bunu bilerek her günümü seninle geçirmek çok acı ama bir o kadar da kıymetli.
Memleketime olan hasretim her geçen gün daha da büyüyor. Burada, sınırın ötesinde, soğuk taş duvarlı bu evde yıllar geçiyor ama ruhum hâlâ o dağların kokusunda, o derelerin şırıltısında.
Eğer yaşasaydım, seni bir gün memleketime götürmek en büyük hayalim olurdu. O yeşil yamaçlarda yürümek, Karadeniz’in hırçın dalgalarını birlikte izlemek, yaylada ateş yakıp türküler söylemek… Seninle beraber çocukluğumun geçtiği taş evin önünde oturmak isterdim.
Gençliğimde en yakın arkadaşım Emine’ydi. Emine ile birlikte dere kenarında oturur, gelecekte yapacaklarımızı konuşurduk. Beni en iyi o anlardı. Bir gün çocuklarımızın orada oynayacağını hayal ederdik.
Kızım… Eğer bir gün yolun memleketime düşerse, Emine’yi bulmanı çok isterim. Ona yazdığım mektubu ver. Ona ‘Annem seni hiç unutmadı’ de. Belki sana, benim sana anlatamadığım şeyleri o anlatır. Dereli Dursun'un kızı Emine...
Seni seviyorum, canım kızım.”*
---
Mektubu kapatırken ellerim titriyordu. Annemin cümleleri, boğazımda düğümlenmişti. Hiç görmediğim topraklara, hiç tanımadığım insanlara karşı içimde bir özlem büyüyordu.
Pencerenin perdesini aralayıp dışarı baktım. Karşı kıyıda dağların sisli silueti görünüyordu. Belki o dağların ardındaydı annemin memleketi… belki Emine hâlâ oradaydı.
O günün geri kalanını sahildeki çay ocağında oturup köy isimlerini, yaşlı balıkçılardan duyduğum hikâyeleri dinleyerek geçirdim. Her bilgi kırıntısını zihnime kazıyordum.
Artık hedefim belliydi: önce köyü bulmak, sonra Dereli Dursun’un izini sürmek… Onu bulursam Emine’ye ulaşacaktım. Ve o gün geldiğinde, annemin mektubunu onun ellerine teslim edecektim.
Ama içimde garip bir his vardı… Sanki bu yolculukta sadece annemin geçmişini değil, kendi geleceğimi de bulacaktım.
***
Merkeze geleli dört gün olmuştu. Nereye gideceğim hakkında en ufak bir bilgim yok. Pansiyon odasının köşesindeki küçük valizim, artık açlıktan değil ama parasızlıktan kapanacak gibiydi. Yanımda getirdiğim nakit hızla eriyordu. Ne kadar dikkat etsem de, günler geçtikçe bu kasabada daha fazla kalamayacağım belliydi.
Sabahın erken saatinde saçımı kabaca toplayıp, üstüme sade ama temiz görünen kıyafetler geçirdim. Birkaç küçük dükkâna, kahveye uğradım; “Yardımcı lazım mı?” diye sordum. Çoğu başını sallayıp “Yok kızım” dedi, bazıları ise tepeden tırnağa süzüp sessizce geri çevirdi.
Tam geri dönmeyi düşünürken, sahil caddesinin köşesinde gözüm vitrine takıldı; eski, taş duvarlı bir kitapçı. Kapıya yöneliyordum ki bir anda arkamdan sert bir çarpma hissettim. Dengesizce bir adım attım, elimdeki çantanın ağırlığı bir anda yok oldu.
Başımı çevirdiğimde, ince uzun yapılı, yüzünde arsız bir gülümseme olan bir adam, çantamla koşuyordu.
“Hey! Hırsız!” diye bağırıp peşine fırladım.
Nefesim kesilene kadar koştum. Ayaklarım taş kaldırımlarda yankılanıyor, kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu.
“Dur lan!” dedi adamı ense kökünden tutan iri yarı adam.
Ben durmadım. Adamı yakalar yakalamaz saçlarına asıldım, öyle hafifçe değil, kökünden söküp alacak şekilde. Hırsız İnlemeye başlayınca benide yakaladı. Geniş omuzlu, boyu 1,95 civarı… siyah tişörtü üstüne yapışmış. Saçları kısa, bakışları keskin adam baya sinirli bakıyor.
“Çantamı çaldı bu!” dedim, dişlerim sıkılı.
Adama dev dedik komando cinsi asker çıktı.
"Hadi karakola." dedi.
Bir anda irkildim. Karakol… resmi kayıt… adımın bir yere yazılması… Babamın ya da Lalita’nın bir şekilde izimi bulması. Aras ne durumda öldü mü? Şuan katil olarak bile aranıyor olabilirim.
“Hayır,” dedim sertçe. “Karakol olmaz.”
Kaşları hafif kalktı. “Bu adam suçlu.”
“Sen al işte onu, benden ne istiyorsun? Ben gelmem.”
Yüzünde alaycı bir gölge belirdi. “Gelmezsen, şimdi bırakırım. İyi düşün.”
Kaçmam gerekiyordu.
O an kolunu hafif gevşettiğini fark ettim. İşte fırsat. Ayağımı dizine sertçe vurdum, kısa bir şaşkınlık anında kendimi kalabalığa attım. Kalbim deli gibi çarptı, sokaklar arasında zikzak çizerek koştum.
Geriye dönüp baktığımda, hâlâ orada duruyordu. Elinde hâlâ hırsız, bakışları beni takip ediyor. O keskin, asker bakışları… Sanki kim olduğumu öğrenmeden rahat etmeyecek gibiydi.
Ama benim için tek önemli şey vardı: O gözler bir daha beni görmemeliydi.