2 Eve dönüş

1476 Words
Sabah erkenden hazır olan mangalcıları, bulundukları yerden almak için gelen helikoptere atlatıp sonunda merkeze indiler. Evde onları bekleyen bir çift göze, küçük nefeslere kavuşacaklardı. Hiçbiri haber vermemişti; sürpriz yapacaktı. İlk evine ulaşan tiryaki oldu. Giderken aklından, "Hanım çay demledi mi acaba?" sorusu geçiyordu. Kapının önüne yaklaştığında çok sevdiği eşinin sesi duyuldu. “Poyraz, Rüzgar durun Allah aşkına!” dudakları kıvrıldı. İkizleri evde yine isimleri gibi estiriyordu. Kapı zilini çaldı. Eşi Melis, karşısında kocasını görünce gözyaşlarını tutamadı. Aylar olmuştu; sadece sesini duyuyordu. Şimdi karşısında görünce sevinçten ağladı. Hasretle sarılırken ikizler koşarak geldi. “Babam gelmiş!” diye bağırarak Ömer’in bacaklarına sarıldılar. Ömer eğilip ikisini de kucağına aldı; içeriye geçerken hepsinin yüzü gülüyordu. “Neden haber vermedin, hazırlık yapardım. Daha akşam yemeğine ne yapacağıma bile karar vermemiştim,” diye söylendi Melis. Ömer kolunu omzuna atıp kendine çekti, başına uzunca bir öpücük kondurdu, kokusunu içine çekti. Çocuklar duymasın diye kulağına fısıldadı: “Ben sadece sana açım, benim yemeğim hazır.” Melis kıkırdadı. İkisi de birbirini çok özlemişti. Akşama kadar Ömer her fırsatta sarıldı, oğullarıyla oynadı. Yemeği beraber hazırladılar. Melis hazırlarken Ömer genelde sıkıştırıp öpmeyi tercih etti. Her öpücükte yemeğe hazırlık atıştırmalık alıyorum dedi. Gece yarısına gelirken ikizler uyudu, karı-koca birbirine olan hasreti giderdi. --- Turgay, apartmanın kapısından içeri girmeden önce bahçede oynayan oğlu Kerem’i fark etti. Güneş hafifçe parlıyor, rüzgâr ağaçların yapraklarını hafifçe sallıyordu. Sessizce bir köşeye çekilip oğlunu uzun uzun izledi. Kerem, asker edasıyla yere çömelmiş, çizgi film karakterlerinden kurduğu düşman ordusunu dikkatle hedef almıştı. “Yüzbaşı Kerem Arkun, teslim olun ya da son duanızı edin!” diye bağırdı yüksek sesle. Belli ki babasını örnek almış, onun izinden gitmeye kararlıydı. Turgay kendini belli edince, Kerem’in gözleri aniden ışıldadı, parladı. “Anneee, babam gelmiş!” diye bağırarak koşmaya başladı. Sesi duyan Tuğçe balkondan aşağı baktı. Ayakkabılarını giymeye bile fırsat bulamadan, çıplak ayaklarıyla merdivenlerden hızla inip eşine sarıldı. “Çok özledim, çok özledim, çok özledim,” dedi, sesi titriyordu. Turgay, bir koluyla oğlunu, diğer koluyla eşini sıkıca sardı ve hafifçe öptü. “Ben de sizi çok özledim, gülüm.” Tuğçe, titreyen gözleriyle sordu: “Ne kadar kalacaksın?” Genelde fazla uzun kalmazlardı. “Görev çıkmazsa on gün.” “Buna şükür. Geçen sefer üç gün zor kalmıştın. Umarım on günden fazla kalırsın. Kerem de ben de seni çok özlüyoruz.” Hem konuşuyor, hem eve doğru yürüyorlardı. Kerem, arada babasını öpüyor, yokken yaşadıklarını anlatıyordu. “Sizi daha yakınıma almak istiyorum ama korkum da var. Biz dağdan inmiyoruz. Lojman da olsa sınır bölgesine yakın... Peşimizde düşman çok.” “Senden ayrı kalmak da çok zor, Turgay.” Turgay, eşine bir kez daha sıkıca sarıldı. Tuğçe’nin, Turgay için yapmayacağı şey yoktu; gerekirse düşmanla bile çatışırdı. --- Ahmet, belki de evine gitmek için en isteksiz olan tek kişiydi. Kapının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı, ama yüzünde hiçbir heyecan ya da sevinç izi yoktu. Eşi onu gördüğünde bir kez bile sevinmemiş, gülümseyerek karşılamamıştı. Geleceğini söylediğinde, karşılık olarak “Evdeki prizi bile takacak kadar durmayacaksan gelme,” demişti. Ahmet buna rağmen mecbur gitti; ailesi istemiş, evlenmişlerdi. İkisi de birbirini sevmezdi, ama Gülsüm’ün saygısı da yoktu. Kapı açıldığında, Gülsüm sadece kuru bir “Hoş geldin,” dedi. Sanki “Neden geldin şimdi? On günlük düzenim bozulacak,” diye düşünüyormuş gibiydi. Ahmet, üzerinde bir yük hissetti; bu soğukluğun içine sinmek kolay değildi. “Aylar sonra eve geldim, Gülsüm. Siz burada rahat uyuyun diye bütün çabam bu,” dedi, sesi biraz yumuşak ama çaresizdi. Gülsüm, kaşlarını hafifçe çatarak baktı, dudaklarını ince bir çizgi haline getirdi. “Tek başına neyin rahatlığı acaba, Ahmet?” diye sordu, gözlerinde kırgınlık ve biraz da tahammülsüzlük vardı. Ahmet içinden bir kez daha “Bir şans daha,” diye geçirdi. Gülsüm aslında kötülük yapmamıştı; dertleri yalnızlık ve paylaşılamayan hayatlardı. Yıllardır çocukları olmamış, Gülsüm giderek içine kapanmıştı. “Bu gece yalnız kalmazsın, Gülüm. Ben geldim,” dedi, hafifçe gülümseyerek, işi şakaya vurup biraz olsun yumuşamasını bekledi. Ancak bu kez de boşunaydı. Gülsüm, sinirle sıkıca topladığı saçlarını açtı. Kısacık kesilmiş, omuzlarına bile ulaşmayan saçları sertçe omuzlarından düştü. Ahmet bu değişikliğe şaşırdı, gözlerini kırptı. Gülsüm saçlarını seviyordu ve bunu çok iyi biliyordu Ahmet “Neden kestin?” diye sordu, sesi hem şaşkın hem endişeliydi. Gülsüm, acı bir kahkaha attı; bu sevinçten değil, sinirden doğan bir kahkahaydı. Gözleri hafifçe doldu, sesinde kırıklık vardı. “Bu uzamış hali,” dedi, sesi çatlak ve yorgundu. O an, Ahmet için bu tartışmanın bittiği, evliliklerinin çözüme ulaşamayacağını anladığı an oldu. Bu evlilik ikisine de zarar veriyor, yıpratıyordu. Bu süre içinde, evdeki her şeyi Gülsüm’e bırakıp ondan resmen boşandı. Ailesi birkaç ay önce vefat etmişti; Ahmet’in içinde bir düşünce büyüyordu: “Şehit olursam, kimse arkamdan perişan olmaz.” Şehit olacak arkadaşına perişan olacağını bilmeden. --- Emre, çiçeği burnunda taze bir evliydi. Evine adeta yürümek yerine koşarcasına, hatta uçuyormuş gibi bir heyecanla döndü. Bu, evliliklerindeki ilk uzun ayrılıktı. Gitmeden önce sadece bir aylık evliydiler, şimdi ise altı ay dolmuştu. Gizem, Emre’yi çocukluğundan beri kalbinin en derin köşesinde saklıyordu. Ailesi olmayan, yaşlı babaannesiyle birlikte yaşayan bir kızdı o. Emre, onun ilk ve tek aşkıydı. Mahallede Emre’nin asker olacağını duyduğunda, içinden “Ben de asker karısı olacağım,” diye geçirmişti; bu düşünceyi yıllar boyunca sevgiyle büyütmüştü. Sonunda hayallerine kavuşmuş, Emre ile evlenmişlerdi. Tek sorun, birbirlerine duydukları hasretin derinliğiydi. Ancak kavuşmaları, yılların özlemini bir anda silip süpürüyordu. Emre eve adım attığında, Gizem sofrayı çoktan hazırlamış, onu heyecanla bekliyordu. Daha önce geleceğini haber vermiş, Gizem en güzel kıyafetlerini giymiş, en sevdiği yemekleri özenle yapmıştı. Aylar sonra kavuşacakları o an için ev sabahın erken saatlerinden beri temizlenmiş, alışveriş yapılmıştı; hiçbir detay eksik kalmasın diye. İkisi bir araya geldiğinde, sanki zaman durdu. Göz göze geldiler, kalpleri birbirine dokundu. Emre, vakit kaybetmeden, hasret dolu ellerini yumuşakça Gizem’in yüzüne götürdü, dudaklarından uzun uzun öpücükler aldı. Yol yorgunluğu ya da açlık, aklının ucundan bile geçmiyordu; tek düşündüğü karısının varlığıydı. İlk ve en önemli işi, hasretlerini gidermekti. Gizem’in gözleri mutlulukla parlıyor, yüzü hafifçe kızardı. Ellerini Emre’nin boynuna doladı, dudakları ona can suyu gibi geliyordu. Birbirlerine sarılıp, öpüşüp okşayarak o hasret dolu zamanı doyasıya yaşadılar. Sonra birlikte sofraya oturdular. Yemekten çok, birbirlerine dokunmak, gözlerine bakmak istiyorlardı. Ellerini hiç bırakmadılar, birbirlerinin üzerinden çekmediler. Gecenin sessizliği içinde, zaman adeta kendi ritmini bulmuştu. Yeni görev emri gelene kadar, bu masum ve derin bağlılık böyle devam edecekti; sevgiyle, tutkuyla, umutla... --- Yüzbaşı Aybars Aladağ Arabadan indiğim an yüzüme vuran o nemli, tuzlu hava... Ah memleket. Dağların üstünde asılı sis hala yerinde duruyor, sanki ben gidip gelmemişim gibi. Koca operasyonlar, sınır ötesi görevler, telsiz anonsları bir anda yok oldu. Çocukluğum gözümün önüne geldi. Evin kapısına yaklaştım, daha kapıdan içeriye adım atmadan bastonuyla babaannem belirdi önümde. Yüzünde hafif asabi bir gülümseme, gözlerinde ‘Gel bakalım komandocu’ bakışı... “Geldu bizum komando. Vatani kurtardun da bakalum habu bahçenin otlarından nasıl kurtulacaksun,” dedi. Gülümseyip sarılmak için adım attım ama baston engeline takıldık. “Önce ayakkabıları çıkar.” “Babaanne, bu botlar sınır ötesine girdi çıktı. Eve mi giremeyecek?” “Orası sınır, burası benim evim, giremez, çıkar habunları.” Emir büyük yerden çıktı, sarıldık doyasıya sonra. Annem geldi, evi saran mısır ekmeği kokusu eşliğinde. “Hoş geldin oğlum,” deyip sarıldı. “Aç mısın evladım?” “Şu kokuya aç olmamak mümkün değil anacım.” Daha içeriye bile tam girmemiştim, babamın sesi duyuldu. “Komutan gel bakalım. Kümesteki tavuklara bak. İki tanesi askeri eğitim istiyor gibi, sürekli kaçıyor.” Dayanamadım, güldüm. Daha botlar ayağımdan yeni çıkmış görev emri geldi. Tavuk takibi... Babamla sarılıp kucaklaştık. Yerime yeni oturdum, babaannem fırsatı hiç kaçırmadı, hemen konuya girdi. “Aybars, bak oğlum çık bir dolaş, görsünler memleketin en yakışıklı yüzbaşısı kim, kızlar evlenecekleri adamı görsün.” “Babaanne, daha dün operasyondan indim, ne bu evlendirme merakın, bir kere denedik olmadı da.” Bastonu yedim tabi hemen. “Ben sana dedum o sosyetik karidan sana yar olmaz ama dinlemedun.” “Tamam babaanne, evlenirim bir ara,” dedim, bir baston daha yedim. “Bir araymış. Ula ölmeden senin evlendiğini göreyum da.” “Kız ne ölmesi, sen hepimizi gömersin,” dedim. Akşam kız kardeşim ve eşi de geldi. “Abi... Komandom benim.” O tiz ses, o hız... Yaren arabadan fırladığı gibi boynuma atladı. “Çok özlettin be oğlum.” “Oğlum mu? Kız ben ne zaman senin oğlun oldum?” “Sus, sarıl işte.” Biz sarılırken arabanın diğer kapısı açıldı. Enişte ve küçük yeğenim indi. “Dayyy!” Böyle uzata uzata dayı diyen üç yaşındaki minik canavar yeğenim Eymen. Hemen çömeldim, o da tıpkı annesi gibi koşup boynuma atıldı. “Dayı sana yesim çisdimyaptım.” “Hadi ya, ne çizdin bakalım?” “Tank. Çok büyük. Pat pat yapıyor.” “Afferin paşama, kanımız aynı. Deli akıyor.” Yaren girdi lafa, “Daha üç yaşında ama senin izinden gidiyor. Çocuğu sivil bırakmayacaksın.” “Bırakalım da babası gibi tavuklarla mı uğraşsın?” Enişte bey kahkaha attı. “Memleketin gıda operasyonu benden soruluyor,” diye göğsünü dikleştirdi. Ailemle vakit geçirmek daha şimdiden iyi gelmişti. Birkaç gün memleket havası zihnimi açar umarım. Düşman çok, avlamak lazım...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD