“Vay be…” dedi babamın yanında duran adam, şaşkın ama takdir dolu bir ifadeyle. “Bunca zaman bir kızın olduğunu sakladın ha? Hem de gayet iyi koruyup saklamışsın…”
Babam gururlu bir şekilde başını salladı. “Eee…” dedi, dudaklarının köşesinde tuhaf bir gülümsemeyle. “O da benim küçük sırrım oldu işte.”
Ama o gülümseme...
O gülümseme babama hiç yakışmıyordu.
Sanki bir yerden ödünç alınmıştı. Yüz hatlarına ait değildi. Gözlerine hiç ulaşmamıştı. Yüzünde donuk bir maske gibi duruyordu, yapmacık, zorla takılmış gibi.
Ben, onun sahte gülümsemesini zihnimde tartmaya çalışırken, yanındaki adamın bir sonraki sözleri içime buz gibi bir ürperti gönderdi.
“Sen de biliyorsun, bizde aile her şeyden önce gelir,” dedi tok bir sesle. “Kızın bizim ailemizde güvende olacak. Ve ailemizin devamlılığını sağlayacak. Biz seninle bu imparatorlukları kurduk… Şimdi onları tek çatı altında birleştiriyoruz. Böylece ne İrlandalılar, ne İtalyanlar, ne de baş belası Ruslar bir şey yapabilecek bize.”
Babam, kısa bir kahkaha attı ama bu kahkaha da en az gülümsemesi kadar iticiydi.
“Ah dostum,” dedi. “Ruslar konusuna girme şimdi. Hepimiz insanız sonuçta, bazen yanlış kararlar alabiliyoruz. Bu da onlardan biriydi. En azından başında fark ettim hatayı. Hataların neresinden dönülse kârdır, değil mi?”
“Doğru,” dedi adam. “Doğru…” Sonra konuyu değiştirmek ister gibi elini hafifçe salladı. “Neyse… Neyse, bunları konuşup durmayalım. Hadi biraz da düğün hazırlıklarından bahsedelim.”
Babam hemen atıldı: “Tabii, tabii. Ama önce şu yemeklerimizi yiyelim. İçkilerimizi yudumlarken detayları konuşuruz, olur mu?” dedi adam, masadaki kadehe işaret ederek.
Babam başını salladı. “Tamam. Hadi başlayalım.”
Ardından çatal ve bıçağını eline aldı. Önündeki yarı pişmiş eti kesmeye başladı.
Ama benim gözümde o çatal bıçak eti değil…
Benim boğazımı kesiyordu.
Karşımda oturan, bana uygun görülen adam…
Kenan.
O bile rahattı.
Kendinden emin, sessiz.
Yemeğini yiyor, çatal bıçağı usulca kullanıyor, bazen kadehindeki içkiden bir yudum alıyordu.
Ben ise… sadece onları izliyordum.
Göz uçlarımla Kenan’ın yüzünü inceliyordum, yemek yerken kullandığı mimiklerini, hiç kıpırdamayan dudak kenarlarını… hiçbir şey gözümden kaçmıyordu. Çünkü yapabileceğim tek şey buydu.
Gözlemlemek. Susmak. Katlanmak.
Derken babamın sesi o buz gibi tonuyla kulaklarımı deldi:
“İlayda… yemeğini ye.”
Bir an donakaldım.
Sonra korkuyla elim çatal bıçağa uzandı.
Ellerim titriyordu.
Bıçağı zorla tuttum, tabağımdaki eti kesmeye çalıştım. Ufacık bir parça kestim, ağzıma attım…
Ama çiğneyemiyordum.
Midem bulanıyordu. Midemde bir yumru vardı sanki.
Ama yutmaya zorladım kendimi.
Kusmamalıydım. Güçsüz görünmemeliydim.
O sırada babamın yanındaki adam gözlerini bana dikti.
Birkaç saniye sustu. Sonra sorusunu patlattı:
“Peki, neden kızının yüzünde kocaman bir morluk var?”
O an zaman durdu sanki.
Gözlerim babama kaydı.
Ama o, gayet sakin bir şekilde çatalını bırakmadan konuştu:
“Bazı şeyleri zor yoldan öğrenmeyi seviyor,” dedi. “Eğitilmesi gerekiyor. Çünkü bizim dünyamızla ilgili hiçbir şey bilmiyor.”
Adam başını yavaşça salladı. “Anladım…” dedi.
Sonra bakışlarını yanındaki oğluna çevirdi.
“Bu… senin için sorun olmaz değil mi, Kenan?”
O an ilk kez Kenan konuştu.
Sesi soğuk ama netti.
Tek kelime etti sadece:
“Olmaz.”
O tek kelime içimde yankılandı.
Olmaz mıydı?
Yani sorun olmaz mıydı, yoksa olmaz anlamında mıydı?
Bilinmiyordu.
Ama ben bir şeyi kesin biliyordum:
Az önce adını öğrendiğim adam… Kenan… artık yeni kabusumdu. Yeni zincirim. Belki de azrailim.
Yemek yavaş yavaş sona eriyordu.
Tabaklar boşalmış, içkiler yudumlanmaya başlanmıştı.
Masada sadece iki kişi keyifle gülümsüyordu:
Babam ve onun dostu.
Ben ve Kenan dışında herkes rahattı.
Ben ise…
İçimden bir çığlık atmak istiyordum.
Ama sesim hâlâ boğazıma tutsaktı.
Yemekler çoktan yenmişti. Tabaklar boş, masanın üzeri artık sadece içki kadehleri ve yarı dolu sürahilerle doluydu. Babam, elinde tuttuğu kadehle arkasına yaslanmış, keyifle içkisini yudumluyordu. Yanındaki dostu da aynı şekilde rahat görünüyordu. Sohbetleri hafif kahkahalarla devam ederken babam, Kenan’a doğru bir kadeh şarap uzattı.
“Al,” dedi. “Bir kadeh daha iç, geceyi kutlayalım.”
Kenan, başını hafifçe sağa çevirdi. Soğuk bakışlarını babama yöneltti ve tek cümleyle cevap verdi:
“Hayır. Az önce bir kadeh içtim, yeterli.”
Babamın dostu araya girdi. “Kenan içki kullanmaz,” dedi. “Az önceki kadehi de sadece seni kırmamak, saygısızlık etmemek için içti. Bilirsin, disiplini sever.”
Göz ucuyla Kenan’a baktım. Hakkında konuşulurken bile yüz ifadesi zerre değişmemişti. O buz gibi bakışlar, ifadesiz dudaklar ve dik oturuşu... Hepsi bir duvar gibiydi. Kendi hakkında bile konuşulsa en ufak bir tepki vermeyen bir adamdı bu.
Tam o anda babam söz aldı. Sesi, her zamanki gibi komut verir gibi çıktı:
“Kenan, İlayda’ya odasına kadar eşlik et.”
Kenan bir an bile düşünmedi. Sandalyeden kalktı. Ayakta duruşu bile askeri bir ciddiyet taşıyordu. Ardından sessizce bana yöneldi, birkaç uzun adımda yanıma ulaştı. Gözleri gözlerime değmeden, ifadesiz ve tok sesiyle, “Hadi, sana odana kadar eşlik edeyim,” dedi.
Sessizce yerimden kalktım. Sanki biri omzuma görünmeyen bir yük koymuştu. Ayaklarımı sürüyerek yemek salonunun kapısına doğru yürümeye başladım. Gözlerim yerde, zihnim darmadağındı. Kenan’ın aslında o kadar da katı biri olmadığını düşünmeye başlamıştım. Belki de sadece babama karşı böyleydi? Belki bana farklı davranabilirdi?
Ama bu düşünce, daha fikir boyutuna bile ulaşamadan tek bir hamleyle yok oldu.
Koridora çıktığımız anda, tam odama giden yolu bildiğimi sanarak hızla ilerlemeye çalışıyordum ki, birden kolum sertçe çekildi. Ne olduğunu bile anlayamadan kendimi Kenan’la duvar arasında sıkışmış hâlde buldum. Göz göze geldik. Soğuk ve donuk bakışları yüzümün tam ortasına çakılmış gibiydi.
Konuşmadan, sadece işaret parmağının tersiyle açıkta kalan omzumdan elimin üstüne kadar yavaşça gezdirdi parmağını. Bu dokunuşta ne şefkat ne de öfke vardı. Sadece... uyarı.
Sonra sessizliği bozdu.
“Yüzük,” dedi.
Kafamı şaşkınlıkla kaldırdım. Ne dediğini tam anlayamamıştım.
“Sana yüzüğün nerede dedim,” dedi bu kez daha net ve ciddi bir ses tonuyla. Elimi yakaladı, yüzük parmağımı sıktı. Canım acıdı ama ses etmedim.
O an bir şimşek gibi çaktı zihnimde. Odamda, kutunun içindeki yüzük...
“Şey…” dedim, canımın acısıyla yüzümü buruşturarak. “Parmağıma olmadı...”
Kenan başını eğdi, gözlerini gözlerime kilitledi.
“Yaa... öyle mi?” dedi ve elimi bıraktı.
“Devam et,” dedi kısaca.
O an içimde garip bir sevinç oluştu. Onun elinden kurtulmuştum. Korku ve panik içinde hızlı adımlarla, neredeyse koşarak odama doğru ilerledim. Az önce iki kez gelip geçtiğim yol artık beynime kazınmıştı. Kapıya vardığımda, hemen içeri girecekken…
“Dur.”
Kenan’ın sesi arkamdan yankılandı. Sesi tok, emir verir gibi ve bu kez daha da yakın…
Arkamı dönmeden, sadece başımı çevirip ona baktım.
Yanıma kadar geldi.
Elini kaldırdı, çenemi tuttu ve yukarı doğru kaldırarak beni ona bakmaya zorladı.
“Kural bir,” dedi.
“Asla yalan söyleme. Ve sevgili nişanlım…”
Gözlerini bir an bile kaçırmadan devam etti:
“Bir dahaki karşılaşmamızda o yüzüğü parmağında görmek istiyorum. İyi geceler.”
Sonra çenemi bıraktı.
Ve arkasına bile bakmadan, alışkın olduğu bir hızla yürüyerek karanlık koridorda kayboldu.
Ben ise, hâlâ elim çenemde, yüzümde onun parmaklarının soğukluğu, bir süre kapının önünde öylece kalakaldım. Sonra titreyen ellerimle kapıyı açtım, hızla içeri girdim. Gözüm hemen komodinin üzerindeki kutuya kaydı. Kutuyu açtım.
Ve işte oradaydı…
Altın gibi parlayan, üzerine işlenmiş semboller olan o yüzük.
Tutup parmağıma geçirdim. Ne büyük, ne küçük…
Tam da bana göreydi.
Sanki önceden biliyorlardı.
Sanki… bu yüzük, çoktan benim için yapılmıştı.
Kenan, yalan söylediğimi anlamıştı.
Bu düşünce içimi ürpertti.
Elimle yüzüğü yoklarken, onun her şeyi fark ettiğini, ama bunu söylemek yerine uyarı vermeyi seçtiğini anladım.
Yavaşça yatağın kenarına oturdum. Derin bir nefes aldım. Sonra üstümdeki elbiseleri çıkarıp, yatağın üzerine bırakılan o ince, sade pijamaları giydim. Kumaşı yumuşaktı ama bedenime oturuşu bile sanki başka biri için hazırlanmış gibiydi.
Her şey önceden planlanmıştı.
Sonra yatağa uzandım.
Gözlerimi yavaş yavaş araladım. Odanın içini loş bir sabah ışığı dolduruyordu. Gri duvarlar hâlâ aynı kasveti yayıyordu, ama geceye göre daha farklı bir his vardı içimde. Ağlamaktan şişmiş göz kapaklarım, sabaha uyanmanın değil, bir karabasandan uyanmanın izlerini taşıyordu.
Yatağımda hâlâ yorgun, hâlâ karmaşık duygular içinde öylece uzanıyordum ki, kapı hafifçe aralandı. İçeri sessizce bir hizmetli kadın girdi. Üzerinde sade ama zarif bir üniforma vardı, saçları sıkıca toplanmıştı. Göz ucuyla bana bakıp kibarca başını eğdi.
“Günaydın İlayda Hanım,” dedi yumuşak ama görev bilinciyle donatılmış bir ses tonuyla. “Kahvaltınızı getirdim.”
Kadının arkasından içeri başka bir hizmetli daha girdi, elinde tepsi vardı. İçinde sıcak bir fincan çay, birkaç dilim kızarmış ekmek, tereyağı, bal ve bir kapta birkaç zeytin vardı. Görüntü sade ama özenliydi. Yine de iştahım yoktu. Karnımda sabahın ilk ışıklarıyla büyüyen o düğüm, her şeyi yiyemez hâle getiriyordu beni.
Kadın tepsiyi yatağın yanına yerleştirdi, sonra iki adım geri çekilip durdu.
“Yemeniz iyi olur, bugün uzun bir gün olacak,” dedi. Gözleri bir an bana takıldı ama hiçbir duygu göstermedi. Bu evde herkes sanki duygularını odada bırakıp içeri öyle giriyordu.
O anda odanın kapısı bir kez daha aralandı. Bu kez giren, hizmetçi değil, koyu renkli kıyafetler giymiş, yüzünden sertlik akan bir adamdı. Babamın adamlarından biri olduğunu anlamak zor değildi. Sert bakışları, dimdik duruşu, oda içinde bir gerginlik yarattı. Gözlerini doğrudan bana dikti ve kelimeleri tane tane, soğuk bir tonla söyledi:
“Bu akşam düğününüz var, İlayda Hanım. Hazırlıklara birazdan başlanacak. Program kesin ve değişmez. Saat beşte odanızdan alınacaksınız.”
Birkaç saniye daha baktıktan sonra selam bile vermeden arkasını döndü ve kapıyı ardından çekip gitti. Kapının kapanma sesi kalbimin içine gömüldü sanki. Düğün… Bu akşam… Sözcükler zihnimde çınlamaya başladı. Her tekrar, içimdeki korkuyu biraz daha büyütüyordu. Nefesim daraldı. Gözlerim istemsizce yüzüğe kaydı. Gece parmağıma taktığım o soğuk, işlenmiş metal hâlâ oradaydı. Ve artık kaçmak gibi bir ihtimal de yok gibiydi.
Henüz kahvaltımı bile edememişken, kapı tekrar çaldı. Bu kez daha kalabalık bir ayak sesi eşliğinde açıldı. Dört hizmetli kadın içeri girdi. Hepsi aynı şekilde giyinmişti, gri kumaşlı elbiseler ve örgülü saçları vardı. Biri ellerinde askılarla dolu bir elbise taşıyordu, biri makyaj çantasıyla, diğerleri çeşitli kutular ve aksesuarlarla içeri doluştular. Odanın içinde adeta bir tören başlar gibi bir hava oluştu.
Başlarındaki kadın öne çıktı. Yaşça diğerlerinden biraz daha büyük olmalıydı. Sesi kararlı ama nazikti:
“Hazırlıklara başlıyoruz, İlayda Hanım. Bu gece sizin geceniz olacak.”
İçimden bir kahkaha atmak geldi. "Benim gecem"miş… Hangi gecede bir kız kendi rızası olmadan başka bir adamla evlenmeye zorlanırdı ki? Ama ağzımı açmadım. Sadece başımı hafifçe salladım. Direnecek gücüm kalmamıştı.
Kadınlardan biri yatağın ayak ucuna elbiseyi serdi. Elbise krem rengindeydi, tüllerle işlenmiş, beli ince, etekleri kabarık. Dantellerle süslenmiş, sırtı açık bir modeldi. Oldukça pahalı ve gösterişliydi ama bana ait değildi. Üzerimde bir zırh kadar ağır duracaktı, biliyordum.
Diğer kadınlar ellerinde makyaj malzemeleriyle aynayı yatağın yanına kurmaya başladılar. Bir tanesi saçlarımı çözmeye başladı. İnce dişli tarakla dikkatlice tararken, ben aynadaki yansımama baktım. Gözlerimin altındaki morluklar, tenimdeki solgunluk, yüzümdeki ifade… Hiçbiri bir gelinin olması gerektiği gibi değildi. Ama buna aldıran yoktu.
Saçlarımı örmeye, makyajımı yapmaya başladıklarında sadece aralarındaki fısıldaşmaları duyuyordum. Hepsi görev bilinciyle hareket ediyor, biri göz makyajını yaparken diğeri tırnaklarıma oje sürüyor, bir başkası bilezik ve kolyeleri kutudan çıkarıyordu. Odayı parfüm kokusu doldurdu, ama bu koku bile beni boğuyor gibiydi. Özgür olmadığım sürece hiçbir şeyin güzelliği anlam taşımıyordu.
Hazırlıklar sürerken, içimde giderek büyüyen o boşluk, her süs eşyasıyla biraz daha derinleşti. Bu bir düğün değil, bir teslim oluştu. Ve ben kendi hayatımın içinde misafir gibiydim.