Merdivenleri ağır adımlarla çıkarken başım önümdeydi. Yanağım hâlâ yanıyordu. Bedenim sarsılmıştı ama asıl kırılan ruhumdu. O kapıdan çıkmak için attığım ilk adım, bana ait olan son karardı sanki. Şimdi ise her adımda biraz daha bu adamın kurallarına gömülüyordum.
Odaya ulaştığımda kapı sessizce arkamdan kapandı. Aynı gri oda. Aynı yabancılık. Aynı boşluk. Ama artık daha boğucuydu. Artık biliyordum: Bu oda sadece bir yatak ve duvarlardan ibaret değildi. Bu oda bir kafesin içiydi ve ben, altın bilezikle süslenmiş bir mahkumdum.
Gözüm yatağın üzerine bırakılmış kıyafete takıldı. Kutunun kapağı hâlâ açıktı. İçinden taşan kumaş, gösterişli ama ağır bir elbiseye aitti. Koyu lacivert, ince işlemelerle süslenmiş, omuzları açıkta bırakan, sanki bir törene değil de satışa sunulmak üzere hazırlanmış bir giysi gibiydi. Elimi uzattım ama dokunamadım. Parmağımı kumaşa değdirmeye bile içim elvermedi. Midem bulandı.
"Bu bir rüya olmalı," dedim kendi kendime. Sesim kısılmıştı, boğazım düğüm düğümdü.
Bir aynaya ihtiyacım vardı. Kendime bakmak istedim. Gerçekten hâlâ ben miydim, görmek istedim. Ama bu odada ayna bile yoktu. Ne garip, bir insanı kendi yansımasından bile saklayan bir ev…
Kendimi yatağın kenarına bıraktım. Ellerim başımın arasına girdi. Babamın sesi, söyledikleri, gözlerimin önünden gitmiyordu. "Evlenene kadar benim kurallarıma, sonra da kocanınkine uyacaksın," demişti. Kocam… Tanımadığım biriyle evlenmemi istiyordu. Bu akşam. Sadece birkaç saat içinde.
Zaman daralıyordu. Ve ben hâlâ odada, hâlâ küçücük yatağın ucuna kıvrılmış, hâlâ ağlıyordum.
Ama bir yerlerde, içimde küçücük de olsa bir kıvılcım yanıyordu. Herkesin planladığı gibi boyun eğmeyecektim. Bu evde kaçış kolay olmayacaktı biliyorum. Her kapıda şifre, her koridorda silahlı adamlar vardı. Camlar demir parmaklıklarla örtülmüştü. Dış dünya yoktu. Ama yine de... bir yol olmalıydı.
İllaki bir çıkış olmalı.
Kendimi toparlamaya çalıştım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Her şeyin içinde en azından bir kere daha düşünebileceğim birkaç dakikam vardı. Bu gece o adamla tanışmadan, onlara ait olmadan, bir adım atmadan… belki de bir yol bulabilirdim.
Kapının arkasında hâlâ o kadın bekliyor muydu bilmiyorum. Ama zaman daralıyordu. Ve ben, önce kıyafeti giymek zorundaydım. Bu savaşı içeriden kazanacaktım, önce sabredecek, sonra… o yol açıldığında ne gerekiyorsa yapacaktım.
Ayağa kalktım. Gözyaşlarımı sildim. Titreyen ellerimle elbiseye uzandım.
Burası benim son durağım olmayacak.
Yavaş yavaş üzerimi giymiş, saçlarımı sıkıca ensede toplamıştım. Aynada kendime bakamasam da, bedenim bu elbiseyi giymişti… ruhum hâlâ isyan halindeydi. Ayaklarımda alışkın olmadığım yükseklikte, kemer detaylı koyu siyah topuklular vardı. Her adımda beni yere daha da bağlıyor, kaçmamı zorlaştırıyordu sanki. Sanki özellikle seçilmiş gibiydi, adımlarımı bile kontrol altına almak ister gibi.
Hazır sayılırdım… ama içimde hiçbir şey tamamlanmış değildi.
Tam o anda gözüm, komodinin üzerindeki başka bir kutuya takıldı. Daha önce fark etmemiştim. Şık, mat siyah, kadife kaplı, köşeleri keskin bir kutuydu. İlk bakışta bile pahalı olduğu belliydi. Ama sanki içinden çıkacak şeyin bana vereceği ağırlık, kutunun kendisinden bile fazlaydı.
Ağır adımlarla yaklaştım. Tereddütle elimi uzattım. Parmaklarımın ucuyla kutuyu kavradım ve yavaşça açtım.
İçinden çıkan şey, nefesimi birkaç saniyeliğine tuttu:
Hayatımda gördüğüm en büyük tek taş yüzüktü. Taş, ışığın vurduğu her noktada parıldıyor, adeta gözümü kamaştırıyordu. Gümüş rengi zarif bir halkaya yerleştirilmiş bu devasa taş, bana gösterişli bir nişanı değil; zincirlenmiş bir geleceği hatırlattı.
İçim sıkıştı. Sanki o yüzük, parmağıma değil, ruhuma takılmak isteniyordu. Sanki “bize ait olduğunu kabul et” diyen sessiz bir semboldü bu. Parmağıma geçirirsem, bu evliliği, bu esareti, bu hayatı kabullenmiş olacaktım.
Hayır…
Yüzüğü açtığım hızla tekrar kapattım. Nefretle kutunun kapağını bastırdım, sonra elimi geri çekerken kutuyu hızla yatağın üzerine fırlattım. Kadife kutu havada bir yay çizdi ve yastığın kenarına çarpıp sessizce durdu. Orada öylece duruyordu, ama varlığı bile hâlâ üzerimdeydi.
Derin bir nefes aldım. Elbisemin kolunu düzelttim. Aynaya bakmak istedim ama hâlâ aynasız bir kafesteydim. Bu yüzden boş duvara dönüp düz durdum. Sanki gözlerimle değil, içimdeki dirençle ayakta kalmaya çalışıyordum.
Ayakkabılarımı düzelttim. Kalbim hızlı atıyordu. İçimden kaç kere “hayır” dediğimi bile bilmiyorum. Ama dışımda hâlâ sessizlik vardı.
Sonra yatağın ucuna yavaşça oturdum. Ellerim dizlerimin üzerinde kenetlendi. Bu sessizliğin içinde sadece kalbimin sesi vardı. Bir de… korkularımın.
Biliyordum. Zamanı geldiğinde biri mutlaka kapıyı çalıp beni almaya gelecekti.
Çünkü burada hiçbir şey tesadüf değildi.
Ve ben de artık bekliyordum.
Ama bu bekleyiş, onların emrine boyun eğiş değildi.
Bu bekleyiş, içimde büyüyen o sessiz fırtınanın sabrıyla yapılmıştı.
Görünürde hazırdım.
Kapı, üç kısa tıklamayla çalındı. Ardından hemen açıldı. Beklediğim gibi, o aynı kadın yine karşımdaydı. Saçları sıkıca toplanmış, yüzünde hiçbir duygu izi olmayan bu kadın, sadece görevini yerine getiren bir gölge gibiydi.
Gözleri üzerimde kısa bir değerlendirme turu attı. Başını hafifçe eğerek,
“Hazırsanız sizi yemek odasına götüreceğim,” dedi, yine aynı ruhsuz tonla.
Hiçbir şey söylemedim. Sadece yerimden ağır bir şekilde doğruldum. Elbisem bacaklarıma dolanıyor, topuklarım yerde yankılanan keskin tınılar çıkarıyordu. Yüzümde ne bir mimik ne de bir ifade vardı. Belki korku vardı içimde, belki öfke, ama onları dışarı taşırmak istemiyordum. Çünkü bu sessizlik… benim tek kalkanımdı şu an.
Kadın kapının önünde döndü ve koridora yöneldi. Ben de peşinden yürümeye başladım. Adımlarımız taş zeminde birbirine karışmadan ilerliyordu. Koridorun her iki tarafında asılı duran devasa tabloların altından geçtik. Her biri altın varaklı çerçevelerle çevriliydi ama ben o resimlere bakacak halde değildim. Gözüm, arada bir duvarlara gömülmüş kameralarla, köşelere yerleştirilmiş küçük kırmızı ışıklı güvenlik sistemlerine takılıyordu. Burada her şey kontrol altındaydı.
Koridorun sonunda büyükçe, iki kanatlı siyah lake bir kapının önünde durduk. Kadın eliyle nazikçe bir kapıyı araladı. İçeriden loş, ama sıcak bir ışık süzüldü. Burnuma gelen ilk şey, yoğun bir yemek kokusu değildi — bu evde hiçbir şeyin doğal olmadığını öğrenmiştim zaten.
Bana çarpan ilk şey: sessizlikti.
Bir de... beklentiyle karışık, donuk bir ağırlık.
“Lütfen,” dedi kadın, eliyle içeri yönelerek.
Kendimi derin bir nefese zorladım. Adımımı attım. Büyük yemek salonuna ilk girişim böyle oldu.
Oda büyük, gösterişli ama bir o kadar da boğucuydu. Masanın üzerindeki uzun beyaz örtü tertemiz ütülenmişti. Kristal kadehler, porselen tabaklar ve parlak çatal bıçak takımları neredeyse göz alıcıydı. Avizenin ışığı altın gibi parlıyordu ama bu ışıltı içimi hiç aydınlatmıyordu.
Masanın bir ucunda birkaç kişi vardı ama yüzlerine bakmadan yere sabitledim gözlerimi. Çünkü burası sadece bir yemek odası değil, aynı zamanda bir pazarlığın sahnesiydi.
Kadın, beni yavaşça gösterişli bir sandalyenin arkasına kadar getirdi.
“Burada bekleyin,” dedi kısık bir sesle. “Birazdan başlar.”
Sonra arkasını dönüp çıkıp gitti.
Ben orada, devasa masanın bir ucunda tek başıma dikiliyordum. Arkamda kapanan kapının sesi hâlâ kulaklarımdaydı. Sanki kilitlenmişti. Sanki oradan çıkış yoktu.
Elleri kucağımda birleştirdim. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Her şey donuktu. Zaman bile akmıyordu sanki. Ama tek bir şeyden emindim: Burası benim için bir hapishaneydi ve bende başında bir sürü gardiyan olan azılı bir suçluydum. Bu gardiyanlar asla kaçmama izin vermeyecekti her saniye kendime güvenim azalıyor cesaretim kırılıyordu...
Ne yapacağımı bilmez bir halde orada öylece ayakta duruyordum. Dizlerim titriyor, ellerimi birbirine kenetleyip sabit tutmaya çalışıyordum. İçimdeki karmaşayı bastırmak için nefes almaya odaklanmıştım ki, tanıdık o sert sesle irkildim:
“İlayda. Bana bak.”
Sanki ses salonda yankılanmadı da doğrudan omurgamdan yukarı tırmandı. Yavaşça başımı kaldırdım. Gözlerim, salonun diğer ucunda duran üç adamda takılı kaldı.
İlk bakışta tanıdığım kişiydi; babam olduğunu iddia eden o adam. Her zamanki gibi koyu renk bir takım elbise giymişti. Kravatı bile kusursuz şekilde düğümlenmişti. Sert bakışları üzerime saplanmıştı.
Onun hemen yanında duran diğer adam ise ilk bakışta bile ürkütücüydü. Yüzü yılların çizgileriyle yoğrulmuş, her bir çizgi başka bir tehdidi fısıldıyordu sanki. O da tamamen siyahlar içindeydi. Sırtı dimdikti, ifadesi donuktu. Üzerinden güç ve soğukluk akıyordu. Babamdan bile daha karanlık bir aura taşıyordu.
Ve onun hemen yanında…
Gözüm istemsizce kaydı.
Gençti. Yaşça bana en yakın olan oydu.
Ve o kadar farklıydı ki…
Duruşu, bakışları, içinde olduğu bu kasvetli tabloya rağmen bir şekilde göz kamaştırıcıydı.
Simsiyah saçları alnına doğru düşmüş, ceketinin altında giydiği dar gömlek vücut hatlarını gizlememişti. Kaslı yapısı, güçlü çene hattı, sabit duran ama dikkatli bakan gözleri… dışarıdan bakıldığında tam anlamıyla kusursuz görünüyordu. Hatta...
“Tanrım…” dedim içimden, şaşkınlıkla.
Eğer bu... başka bir ortamda olsaydı.
Eğer bu evde değil de, bir kafede, bir parkta karşılaşsaydık…
Eğer özgür olsaydım…
Belki ona farklı bakabilirdim.
Ama şimdi?
Bu düşünceler bile midemi bulandırdı.
Kendime sinirle fısıldadım:
“Ne saçmalıyorsun sen İlayda?”
O sadece güzel bir yüzden ibaretti.
Ve o yüz, beni bir kafese tıkan zincirin parçasıydı.
Tam o sırada, babamın o boğuk, buz gibi sesi tekrar duyuldu. Bu sefer daha net, daha keskin, daha buyurgan:
“İlayda… yaklaş. Ve müstakbel eşinin karşısına otur.”
O an bedenim dondu.
Bacaklarım sanki yerle bütünleşmişti.
Gitmek istemiyordum.
Ama kalmak da daha fazla nefesimi daraltıyordu.
Sanki her adımda biraz daha özgürlüğümden kopuyordum.
Ama yürüdüm.
Çünkü burada “hayır” demenin cezası vardı.
Çünkü direnmenin, bedeli sadece bana değil… anneme de dokunuyordu.
Gözlerimi yere indirerek ilerledim.
Yavaşça masaya yaklaştım. Onların karşısındaki sandalyeye vardım. Ellerim hafifçe titriyordu. Kalbim hızla atıyordu ama bunu sadece ben duyuyordum.
Bir yandan da o gencin bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum. Duruşunu bozmamıştı. Yüzündeki ifade hâlâ değişmemişti; ne sıcak, ne soğuktu.
Sadece... izliyordu.
Sandalyeye oturduğumda kumaşın altındaki sert ahşap, sırtımı dik tutmaya zorluyordu.
Ama ben…
İçten içe çöküyordum.
Sert sandalyeye oturduğumda bedenim hâlâ titriyordu. Ellerim, dizlerimin üstünde kenetli, tırnaklarım avucuma batacak kadar sıkıydı. Odanın içi sessizdi. Çok sessiz. Sadece nefes alış verişler duyuluyordu, onlar da neredeyse bastırılmıştı. Sanki herkesin boğazına görünmeyen bir el oturmuştu.
Kendimi küçültmeye çalıştım. Omuzlarımı fark etmeden içe çektim. Karşımdaki adamlara doğrudan bakamıyordum. Gözlerimi sabitlediğim tek yer, önümdeki beyaz masa örtüsünün ince dokusuydu. Kenarları dantel işlemeli, ortası düz ve pürüzsüzdü. Ama o düz yüzeyin altında kopan fırtınayı sadece ben hissediyordum.
"Burası soğuk..."
Ama havadan değil.
İnsanlardan.
Sessizliklerinden.
Bakışlarından.
Bu masada ağızdan çıkan her kelimenin bir tehdit, her bakışın bir emir olduğunu biliyordum.
Hiçbir bağırış olmadan bile baskının ta kendisiydi bu an.
Tam o sırada, yemek odasının yan kapıları sessizce açıldı. İki hizmetli kadın, ellerinde büyük tepsilerle içeri girdiler. Adımları uyumlu, duruşları dikti. Ne birbirlerine bakıyorlardı ne de bizden birine. Sadece görevlerine odaklanmışlardı.
Yemek tabaklarını masaya sessizce bırakmaya başladılar. Metalin porselenle buluşma sesi, o ağır sessizlikte tok bir çınlama gibi yankılandı. Sırayla, birbiri ardına konulan tabaklar… biri etli bir yemek taşıyordu, diğeri yanında servis edilmek üzere hazırlanmış özel kesim ekmekler ve küçük porselen kâselerde soslar.
Kokular hafifçe havaya karıştı, ama içimde en ufak bir iştah kıpırtısı yoktu. Mide bulantım, korkumla birleşmişti. Ne yemeğin ne de sofranın ihtişamı bir anlam taşıyordu artık. Bu masa sadece yiyeceklerin değil, zorla dayatılan hayatların servis edildiği bir yerdi.
"Bu kadar sessiz bir akşam yemeği olur mu?"
"Bu kadar gösterişli bir masada… bu kadar suskunluk..."
İçimdeki ses durmuyordu. Kafamın içinde yankılanan düşünceler, dışarıdan gelen hiçbir sesi duymama izin vermiyordu. Ama babamın ve diğer adamların bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Sanki ağırlıklarını fiziksel olarak omzuma bırakmışlardı.
Karşımda oturan o genç adam hâlâ tek kelime etmemişti. Onun bakışları da sessizdi. Ama o sessizlik, sandalyeme kadar sızan bir şeydi. Göğsümde bir ağırlık vardı. Göz ucuyla ona bakmaya yeltendiğimde, yüzünde hiçbir ifade yakalayamadım. Ne öfke, ne kibir, ne de merhamet… sadece buz gibi bir denge.
Masaya yeni bir tabak bırakıldığında kaşıkların dizili olduğu gümüş kaplık hafifçe titredi. O minicik titreşim bile içimi ürpertti. Ellerimi dizlerimde daha da sıkıca bastırdım. Kendimi kaybetmemeliydim. Onlara zayıf yanımı göstermemeliydim. Ama içimde çığlık çığlığa bir ben vardı.
“Burada olmak istemiyorum. Bu masada oturmak istemiyorum. Bu kıyafeti giymek istemiyorum. Bu adamın karşısında olmak istemiyorum.”
Ama istesem de istemesem de… buradaydım.
Ve önümüzdeki birkaç dakika, belki de hayatımın yönünü sonsuza kadar değiştirecekti.