İLAYDANIN İÇ SESİ

1870 Words
Hazırlıklar saatler sürmüş olmalıydı. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Saçlarım sıkıca topuz yapılmış, alnımın kenarına birkaç tutam bukle özenle düşürülmüştü. Yüzümde katman katman fondöten, kontür, ruj, far... Kendimi bir maskenin arkasına gizlenmiş gibi hissediyordum. Giydiğim elbise ise başlı başına bir esaret gibiydi; kabarık etekleriyle ağırdı, dantel detaylarıyla her adımda vücuduma batıyormuş gibi hissediyordum. Beyaz değildi; kırık krem tonlarında, iç karartıcı bir zarafetle süslenmişti. Tül detaylar, inci işlemeler… Her şey bir masal düğünü gibi görünüyordu ama ben o masalın başrolünde olmamalıydım. En azından kendi rızamla değil. Hizmetliler işlerini bitirmiş, odadan çıkarken son kontrollerini yapmışlardı. Geriye sadece ben kalmıştım. Aynaya döndüm. Yavaşça adımlarımı aynanın tam karşısına atıp karşımdaki yansımaya baktım. Kalbim sıkıştı. Gördüğüm kişi ben değildim. Bu yüz, bu makyaj, bu elbise… Beni olduğum kişiden uzaklaştırmıştı. Yirmi dakikalığına giydirilmiş bir role dönüşmüştüm. 18 yaşındaydım, evet, ama aynadaki kadın sanki otuzlarını yaşamış, defalarca savaşmış, yorgun ve kabullenmiş biriydi. “Ben bu değilim,” dedim kısık bir sesle. Gözlerim yavaşça doldu. Göz makyajımı bozmamaya çalışarak derin bir nefes aldım ama yetmedi. Tam o anda kapı tıklatılmadan açıldı. Babamın adamlarından biri sessizce içeri girdi. Sima olarak tanıdık değildi ama üstündeki takım elbise ve donuk bakışlar onun bu evin bir parçası olduğunu açıkça gösteriyordu. Sert bir ifadeyle yürüdü, bir şey söylemeden elindeki telefonu bana uzattı. “Al, konuş,” dedi tek kelimeyle ve emreden bir tonla. Ellerim titreyerek uzandı. Ne olduğunu bile tam anlayamadan telefonu kulağıma götürdüm. “Alo?” dedim, sesim neredeyse çıkmıyordu. O an tanıdık, titrek, ağlamaklı bir ses yankılandı kulaklarımda. “İlayda… Kızım, güzelim... Canım… İyi misin?” dedi annem. Ağlıyordu, her kelimesinden belli oluyordu. Sesi çatallıydı, gözyaşlarını zor tutuyor, ama güçlü olmaya çalışıyordu. O an boğazımda bir şey düğümlendi. “Anne…” dedim sadece. Sadece bu kelimeyle gözyaşlarım süzüldü yanaklarımdan. “Anne ben korkuyorum…” “Biliyorum kızım, biliyorum. Ama... Lütfen... Ne diyorsa baban onu yap, olur mu? Lütfen ona karşı gelme... Sana bir şey olmasın… Sana zarar vermesin. Ne olursun kızım…” “Anne, beni buradan al… Lütfen… Ben yapamam…” Dedim, sesim titriyordu. “Canım... Güzel kızım... Yapacaksın... Güçlüsün sen... Babanı dinle… Bak, ben iyiyim… Yeter ki sen de iyi ol...” “Anne, ben seni istiyorum…” Annemin sesi daha da boğuklaştı. Konuşmakta zorlanıyor gibiydi, belki de yanında birileri vardı. Sadece kısık bir sesle tekrar “Lütfen” dedi, sonra bir sessizlik oldu. Tam o anda adam öne uzanıp telefonu sert bir şekilde elimden aldı. “Bu kadar yeter,” dedi kesik bir tonda. Gözlerime bile bakmadan arkasını döndü ve hızla kapıyı kapatıp gitti. O an içimde bir şey kırıldı. Telefonun sesi hâlâ kulağımda çınlıyordu. Annemin sesi… O çaresizlik… Sanki hayattaki son bağım da kesilmişti. Annem bile artık bana uzak, ulaşılmazdı. Artık tamamen yalnızdım. Odanın içinde bir süre öylece kaldım. Ne ağlayabiliyor, ne de nefes alabiliyordum. Sadece aynada, bana ait olmayan bir yansıma, yabancı bir surat… Ve içimde büyüyen çaresizlik. Zaman durdu sanki. Odanın içinde, sessizliğin gölgesinde oturuyordum. Elbisemin kumaşı tenime batıyor, korse gibi sıkıyordu göğsümü. Nefes almam zordu ama en çok içimdeki ağırlık eziyordu beni. Göğsümde bir düğüm vardı, çözülmüyordu. Boğazıma kadar yükselmiş, boğuluyormuşum gibi. "Ben ne yapıyorum?" dedim içimden, "Gerçekten ne yapıyorum şu an?" Çocukluğum geldi aklıma. Pastanenin kokusu… Annemin kahkahası… Okuldan geldiğimde hemen önlüğü giyip masalar arasında koşturduğum günler… Geleceği hayal ettiğim anlar. Üniversite hayallerim, kendi kazandığım parayla kuracağım düzen… Hepsi, sadece birkaç gün öncesine aitti. Ama şimdi, başka bir kıyafetin içindeydim, başka bir dünyaya zorla çekilmiştim. Artık ben değildim. "İlayda," dedim kendime aynaya bakarken, "Sen ne zaman bu kadar güçsüz oldun?" Ama sonra sustum. Güçsüz değildim, olamazdım. Bu zamana kadar ayakta kalmıştım. Annem için, hayallerim için, kendim için direnmiştim. Şimdi neden pes ediyordum? Cevap çok basitti: Çünkü artık yalnızdım. Omzumda hissedilen o parmak izi hâlâ canımı yakıyordu. Kenan'ın soğuk bakışı, babamın tokadı, annemin telefondaki çaresiz sesi… Hepsi bir zincirin halkalarıydı artık. Özgür değildim. "Kaçmak istiyorum," dedim içimden sessizce. "Ama nereye? Nasıl?" Kafamın içinde planlar dolanıyordu ama hiçbiri gerçekçi değildi. Bu yer; yüksek duvarlarla çevrili, camları demirli, her köşesinde bir adam, her adımda bir göz vardı. Babam beni öyle bir kafese koymuştu ki, içinden yalnızca onun izniyle çıkabilirdim. "Belki de bir yol vardır," dedim. "Her kafesin bir anahtarı olur. Her zincirin bir zayıf halkası… Sadece sabretmeliyim. Gözlemlemeliyim. En doğru zamanı beklemeliyim." Ama içimdeki o çocuk hâlâ oradaydı. Elinde pastaneden kalan bir kurabiye, yüzünde annesinin sıcaklığı… O çocuk ağlıyordu. O çocuk hayal kırıklığıydı. O çocuk, bu gelinliği hiç giymemeliydi. "Bu benim düğünüm değil," diye fısıldadım. "Bu benim kararımla olan bir hayat değil." Gözlerimi aynaya diktim. “Beni buna zorlayanlar... Babam, Kenan, bu dünyadaki her o karanlık adam… Sizi affetmeyeceğim.” Bir kapı gıcırtısıyla irkildim. Hizmetçilerden biri başını uzattı, yavaşça “Hazır mısınız, hanımefendi?” diye sordu. Yutkundum. Gözlerimdeki yaşları yuttum. Dudaklarımı sıktım. Hazır değildim. Hiçbir zaman da olmayacaktım. Ama bu oyun sahnesine çıkmam gerekiyordu. Şimdilik. Çünkü güçlü kalmazsam, gerçekten yok olacaktım. Kafamı eğmeden başımı salladım. "Hazırım," dedim ama bu söz sadece dudaklarımdaydı… Kalbim, ruhum çoktan hayır diye bağırıyordu. Hizmetçinin sesiyle beraber odamda yankılanan “Hazır mısınız, hanımefendi?” cümlesi içimi sıkıştırdı. Ayağa kalkmak istemiyordum. Giydiğim elbise vücuduma yabancıydı, üzerimde ağırlık yapan bir zincir gibiydi. Ama başımı dik tutmalıydım. Nefes aldım derin bir şekilde… Sanki içimdeki bütün korkuları ciğerlerimde hapsedecekmişim gibi. “Hazırım,” dedim boğuk bir sesle. Hizmetçi kapıyı açtı. Ardından ikisi genç, biri yaşlı üç kadın daha odaya girdi. Ellerinde şamdanlar, örtüler, çiçekli küçük detaylar vardı. Başımı çevirmeden aynadan onları izledim. Hızlıca eteğimi düzelttiler, duvağımı son kez sabitlediler. Ayakkabılarımı kontrol edip eteğin tül kısımlarını düzelttiler. Odamda bir uğultu vardı artık. Kimi fısıldıyor, kimi aceleyle bir şey taşıyordu. Ama ben sadece kalp atışlarımı duyuyordum. Göğsümde kocaman bir düğüm vardı. Her saniye biraz daha sıkılıyordu sanki. Son hazırlıklar tamamlandığında, içlerinden biri bir adım öne çıktı ve başını eğerek, “Artık yürüme vaktiniz geldi, hanımefendi,” dedi. Evet, yürümem gerekiyordu. Bilmediğim bir sona, mecbur bırakıldığım bir hayata doğru. Eteğimin önünü hafifçe tuttum. Adım attığımda kalbim göğsümden çıkacak gibi oldu. Odanın kapısından çıktım. Koridor sessizdi. Her iki yanda duvarlara asılmış altın yaldızlı aynalar ve ağır kadife perdeler vardı. Yerdeki halı yumuşaktı ama attığım her adımda sanki ayaklarım taşa basıyor gibiydi. O kadar gergindim ki nefes almak bile zordu. Koridorun sonunda bekleyen iki adam dikkatimi çekti. Biri, babamın korumalarından biriydi. Elinde telsiz vardı ve yüz ifadesi donuktu. Diğeri, beni seremoni salonuna kadar götürmekle görevli bir hizmetçiydi. Beni görünce eğildi. “Bu taraftan hanımefendi,” dedi saygılı ama duygusuz bir sesle. Yavaş adımlarla yürümeye başladım. Ayakkabılarımın topukları halıya hafifçe çarpıyor, odanın içindeki yankılarla birleşip içimde tuhaf bir tedirginlik yaratıyordu. Yürürken gölgeler dikkatimi çekiyordu. Cam yoktu, sadece sarı loş ışıklar ve duvarlardaki altın çerçeveler… Kendimi, adım adım bir bilinmezliğe teslim ediyordum. Ne önümde ne de ardımda bir kaçış yolu vardı. Koridorun sonunda büyükçe bir kapı vardı. Kapının iki yanında iki adam daha duruyordu. Ellerinde telsizleri, belinde silahları… Tıpkı bir cezaevinin giriş kapısı gibiydi. Ne kadar zengin, ne kadar gösterişli olursa olsun bu bina bana yalnızca bir hapishaneyi anımsatıyordu. Birden biri kapının koluna uzandı ve yavaşça itti. İçeriye girdiğimde gözlerimi kamaştıran ışıkla başımı hafifçe çevirmek zorunda kaldım. Salon genişti. Altın rengi detaylarla bezenmiş masa, kristal avizeler, yüksek tavan… Her şey göz alıcıydı. Ve yabancıydı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki o an sadece şunu düşündüm: “Ben hâlâ gidebilirim. Bir yol, bir fırsat… Sadece bir açık kapı…” Ama salondaki atmosfer, bu düşüncemi de boğdu. Çünkü artık herkes beni bekliyordu. Ben bir gelindim. Ama hiçbir zaman “evet” deme hakkı verilmemiş bir gelin… Kapı tam açıldığında, içeriden yükselen müzik sesi duyulmaya başladı. Hafif ama gösterişli… İnsanların fısıltıları, yerlerini bulmak için hareket etmeleri, gıcırdayan sandalyeler… Hepsi kulağımda uğultuya dönüştü. Sanki dış dünyadan yalıtılmış gibiydim. Ayaklarım yürümek istiyor muydu bilmiyordum ama beni bu geceye zorlayan görünmez bir el vardı ve o el artık bedenimi tamamen kontrol altına almıştı. Bir adım attım. Sonra bir tane daha. Yavaşça salona giriş yaptım. Bütün gözler üzerimdeydi. Onlar için süslü bir gelindim. Dantel işlemeli, taşlarla bezenmiş uzun bir elbisenin içindeki “talihli gelin”… Oysa ben, bu salonun ortasında kaybolmuş, korku içinde nefes almaya çalışan bir esirdim. Ama tüm o bakışların arasında bir bakış vardı ki, hepsini susturdu. Kenan… Salonun tam ortasında, babamın yanında, sırtı dik ve kollarını önünde kavuşturmuş bir şekilde dimdik duruyordu. Yüzü ifadesizdi. Sanki bu düğün onun için sadece bir görevdi. Gözleri benim üzerime kaydığında içimdeki nefes sıkıştı. Göz göze geldiğimiz o anda dünya durdu. Beni baştan aşağı süzmedi. Hiçbir bakışında hayranlık ya da beğeni yoktu. Sadece… Soğukluk. Kararlı, keskin ve hiçbir şekilde duygusal olmayan bir bakış. O anda kalbimin atışlarını duymamak mümkün değildi. İçimdeki her hücre haykırıyordu. "Beni buradan kurtar… Ya da en azından gözlerimden kaç…" Ama o kaçmadı. Gözleri benim gözlerime kenetlendi. Geri adım atmadı, başka yere bakmadı. Ve o an anladım… Benim bu geceye dair tek umudum bile, yani “Kenan belki karşı çıkar, belki de beni istemez” ihtimali… tamamen çökmüştü. Çünkü Kenan beni kabullenmişti. Söylemese de… Gülümsemese de… Bakışlarında, “Sen artık benim sorumluluğumsun” diyen o keskin çizgi vardı. Göz göze geldiğimiz o birkaç saniye… kelimelerle anlatılamaz bir çaresizliği içime işledi. Gözlerimi kaçırmak istedim ama başaramadım. Sanki bu bakış, zincirimin son kilidiydi. Kenan’la göz göze geldiğimde o kilit kapandı. Ve ben artık gerçekten hiçbir yere kaçamazdım. Yavaşça başımı eğdim. Sanki bakışlarını görmezsem, o bakışın gerçeği de yok olacaktı. Ama biliyordum. Bu gece, hayatım boyunca unutamayacağım o gecenin başlangıcıydı. Kapının önünde dikilirken kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Elbisemin altındaki ayaklarım uyuşmuştu, ellerim ise avuç içlerime kapanacak kadar sıkılıydı. O an kapı usulca açıldı. Kapının ardında babam vardı. Gözleri, her zamanki gibi duygusuzdu. Yanına iki koruma eşlik ediyordu ama tek bir bakışıyla onları geride bıraktı. Sessizce içeri girdi. Üzerimdeki bakışlarını gezdirirken bir an durdu. Gururla başını kaldırdı, sonra kısık ama buyurgan sesiyle konuştu: "Hadi. Zamanı geldi." Bir adım bile atmak istemedim. Ama gözlerim annemin sesiyle odaya girdiğimde yaşadığım anı hatırladı. "Babanı dinle" demişti. Dudaklarım titredi ama başımı hafifçe eğip yürümeye başladım. Babam yanıma geldi ve koluma girdi. Parmakları güçlü ve soğuktu, tıpkı sesi gibi. Odadaki ağır sessizliği arkada bırakıp salonun uzun koridoruna çıktık. Koridorun iki yanında misafirler sıralanmıştı. Kimi hayranlıkla, kimi kıskançlıkla, kimi ise sadece merakla bana bakıyordu. Her adımda ayak seslerimiz yankılanıyor, aramızdan geçen fısıltılar kulağımda uğuldayan tehditler gibi çınlıyordu. Taş zeminde yankılanan topuk seslerim, kalp atışlarımı bastırıyordu. Babam beni, salonun ortasında, Kenan’ın birkaç adım önüne kadar getirdi. Orada durdu. Gözlerini bir kez daha bana çevirdi. Hiçbir şey söylemeden kolumu bıraktı ve geri çekildi. Artık Kenan’la yan yanaydım. Kenan göz ucuyla bana baktı ama yüzünde yine o bildik ifade vardı: Donuk, ifadesiz, soğuk. Tam nikâh memurunun önüne gelmiş, herkesin gözleri üzerimize dikilmişti ki... Kenan, başını bana biraz yaklaştırdı ve kimsenin duymayacağı kadar kısık bir sesle konuştu: "Kaçmak istedin mi?" Saniyelik bir şaşkınlıkla başımı hafifçe çevirdim. Gözlerim onun gözlerine değdi. Yutkundum. "Her nefesimde..." dedim sessizce. "Ama kaçacak hiçbir yer bırakmadınız." Kenan dudaklarını araladı ama kısa bir süre sustu. Sonra, sanki bu cevabımı kabul eder gibi başını hafifçe eğdi. "İçindeki sesi susturmayı öğren demiştim ya," dedi, gözleri hâlâ benimkilerdeydi. "Ama belki... bazen duymak da gerek." Bu sözleri söylediği anda nikâh memuru, bizden tam karşısına geçmemizi işaret etti. Artık herkes ayakta, salonda mutlak bir sessizlik vardı. Kameralar, telefonlar, gözler... Hepsi üzerimizdeydi. Ama o an benim için yalnızca tek bir şey vardı: Bu kadar kalabalığın, bu kadar süsün ve ihtişamın ortasında, kendi sesimi duymaya çalışan içimdeki çaresiz kız çocuğu. Ve karşımdaki adam, Kenan… Ne tam bir düşman… Ne de bir kurtarıcı. Sadece, zincirlerin diğer ucundaki yüz…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD