Asfalt yoldan patikaya geçtiğimize göre köy yoluna girmiş olmalıydık. Girdiğimiz yol çift yönlü olmasına rağmen dardı. Fazla kavisliydi ve virajları, gözümde tehlikeli bir gölge gibi uzanıyordu. Aracın farları dışında yolun ne etrafında ne de karşısında tek bir ışık bile yoktu. Hava zaten çoktan kararmıştı. Etrafımızda ne var, nasıl bir yolda ilerliyoruz, nereye gidiyoruz, hiçbir fikrim yoktu.
Arabanın içindeki vahim durumumla birlikte şoföre baktım. İki elini sıkıca direksiyona sabitlemiş, kaşları çatılı ve dudaklarını ısırarak yola bakıyordu. Ne düşünüyordu acaba? Beni kesmeyi mi. Kesip arkamdaki canavarlara yem etmeyi mi?
Hayır hayır bunu düşünmemeliyim! Biz koyunların etini yerken onlar da bizim etimizi yeme ihtimali var mı?
Ah hayır! Düşünme ve yola bak.
Korkumu ve içime yerleşen huzursuzluğu dizginlemeye çalışarak, meraklı gözlerle aracın aydınlattığı kadarıyla etrafı görmeye çalıştım. Ancak ışık, yalnızca birkaç metre ötesini seçmeme izin veriyordu. Hayatımda ilk kez böyle bir yolculuk yapıyordum. Ensemde iki adet canavar, önümde petrol kuyusu ve yanımda bir adet dağ ayısı ile birlikte ilerliyorduk.
Kim olsa korkardı. Kim olsa telaşlanırdı. Korkumu dizginlemem gerekiyordu. Öyleyse gideceğim yerde karşılaşacağım en iyi ihtimalleri düşünmeye çalıştım.
Sanki işe yarıyordu. Bu sıra dışı yolculukta bile aklıma gelen hayalini kurduğum düşünceler, yüzümde kocaman bir gülümsemeye yol açtı. Direksiyona doğru eğilerek yolu görmeye çalışan iri adam, bu hâlimi fark etmesin diye başımı cama çevirip sakin kalarak hayal kurmaya devam ettim.
Köy için dağ köyü demişlerdi. Öyleyse Hasan dağının eteğine yerleşmiş minik küçük evler olmalıydı. Evlerin etrafını saran pembe ve beyaz çiftler. İçinde kazların ve ördeklerin gezindiği küçük hayvanlarda vardır. Hatta dağın eteğinden aşağı bir dere akıyordur ve köyün tam ortasından geçiyordur. Ah ne muhteşem olur.
Belki de bu köy icatlardan bile bihaberdir. Doğru ya bir otobüsü bile yoksa muhtemel olabilir. Ah küçük evlerin duvarlarında otantik gaz lambaları döşenmiştir. Meşalelerde olabilir.
Belki evlerin içi de el işçiliğine sahip dokuma halılar, uzun sedirler ve taş duvarlara içten montelenmiş ceviz ağacından oyma gardıroplarla süslenmişti. Ah evet onlar gardıroplara farklı bir şey söylüyorlardı. Bulmaca da çıkmıştı ama adını hatırlayamıyorum. Elektrik olmadığına göre yiyeceklerini nasıl muhafaza ediyorlardı? Yoksa evlerin altında bulunan soğuk odaları mı vardı. Hani şu korku filmlerinde kaçırdıkları insanları o odalara hapsediyorlar ve sonra orada çürüyorlardı. Aptal düşünceler! Lütfen gider misiniz?
Hah ne diyorduk. Otuz yıl öncesine ait köy evlerini günümüze uyarlarken amacımız korkumuzu yenmek için bahane üretmekti. Neden çünkü bu yola çıkarken hayalim öyle bir köye denk gelip içinde kaybolmak ve izimi kaybettirmek. Kimse izimi bir köyde bulamaz.
Peki bu hayalde insanları nasıldı? Kadınları sokaklarda şıkır şıkır desenlere bürünmüş geleneksel kıyafetleriyle dolaşıyor erkekleri ise atların üzerinde yarı çıplak ve kovboy şapkaları ile dört nala koşuyordu. Ve ben salak da bunu düşünürken şoföre bakıyordum. Adam ne çıplaktı ne de at üstündeydi. Başına benim gibi bir bela almış yol alıyordu.
Lanet olsun bu hayalperest ruhum yüzünden başına buyruk bir hayat sürerken, bir gün başıma bir iş gelecekti. O gün bugün müydü? Çünkü hiç bu kadar kafa yorduğum olmamıştı. Rahat bir hayatın içinde pembe bulutların üstünde gezintideyken ki bu sadece bir hafta öncesi kadardı.
Kimse de karşıma geçip "Sen ne yapıyorsun?" demiyordu. Hayatın bütün renklerini az çok bilen biri olarak, bir de bu hayal ettiğim dünyanın içinde yer almak adrenalin seviyemi yükseltiyor, acaba neler göreceğim, neler tadacağım, kimleri tanıyacağım düşüncesinde sorularım şimdilik yanıtsız kalıyordu. Kendi kendime verdiğim cevaplar ise heyecanımı iki katına çıkarıyor, hareketlerime ve dilime yansıyordu. Ayrıca korkularımı da yenmiş oluyordum.
Tabii ki bu heyecan duyduğum hayata birebir şahit olmak için yola koyulmak öyle kolay olmadı. Elbet aklımdaydı. Ama plansız ve gelişi güzel hayatımın içinde bu düşünce listemin sonlarına doğruydu. Ta ki bir hafta önce aldığım habere kadar.
Eğer o haber olmasaydı, şu an büyük ihtimalle Salih'in kafesinde elimde telefonumla yaptığım anlık paylaşımlara kim bakıyor, ne yorum yazmışlar, nasıl eleştirilerde bulunmuşlar diye inceleme yapıyordum. Arkadaş grubumla sabahtan akşama kadar kafelerde vakit geçiriyor, gece kulübünde eğlencenin dibine vuruyorduk.
Aslında okulumu bitirmiştim. O kadar da başıboş değildim. Bitirmiştim ama bir baltaya da sap olamamıştım işte. "Ben ne yapabilirim?" derdine düşüp sürekli kendime bir iş buluyorum ve o bulduğum işlere burnumu sokuyor sonra da sadece burnumu değil bütün uzuvlarımı batırıyordum. Sanırım bu süreçlerde en iyi yapabildiğim şey bazen kaçmak oldu. Evet, kaçıyordum. Bilhassa batırdığım işlerden sonra kafam nereyi isterse anlık karar vererek elimde valizlerle çıktığım gibi en az iki hafta, en çok da bir ay kadar ortadan kaybolduğum oluyordu. Ama bu kez durum öyle değildi. Keşke batmış olsaydım…
Ben düşler alemimde, geçmiş ve gelecek hakkında analizler yaparken, arabanın hızı bir yavaşlıyor, bir hızlanıyordu. Tıpkı hayatım gibi. Başım küt küt cama çarparken, son çarpış canımı yakmıştı. Can havliyle başımı kaldırdığım anda, tüm dikkatimi yanımdaki adama verdim.
Allah aşkına bunun derdi neydi? Suratı beş karıştı. Sanki hiç bilmediği bir köye yanında vahşi hayvanlarla yolculuk yapan oydu. Nereden bakarsan bir saate yakın aracın içinde yolculuk yapıyorduk. İnsan bir nasılsınız bir ihtiyacınız falan var mı diye sorar. Bırak sormayı ağzını bıçak açmıyor suratı sirke satıyordu. Hayır bir yanlışım da olmamıştı.
Sadece araca biner binmez "Söyle bakalım, Karagül teyzenle nereden tanışıyorsunuz?" diye sormuştu. Fakat Asım amcanın soruları gibi değildi. Daha ciddi ve şüpheci yaklaşarak. Sanki ne haltlar yediğim alnımda yazıyormuş gibi bakması ise fazlasıyla rahatsız ediciydi.
Soruyu duymamaya çalıştım. “Teyzem dedim ya” dedim. Teyzeler nereden tanınıyorsa oradan tanıyordum canım. Bu ne biçim bir soruydu. Ben böyle söyleyince yüzündeki o tuhaf ifadeyi kolay kolay unutmazdım. İnanmadı zaten.
“Gidince öğreniriz nereden tanıdığını” dedi. Konuşurken siz biz ifadeleri yoktu. Ayrıca ağzının içinde bir şeyler söylüyor ve bunların hiçbiri anlaşılmıyordu. Rahatsız edici tavırlarını tamamen Asım Amcanın güvendiğinden dolayı görmezden gelmeye çalıştım.
Benim gibi güzel, tatlı ve samimi bir güzeli bir haydudun eline teslim edecek birine benzemiyordu. Yani inşallah öyleydi. Bu yüzden bu adamla mümkün olduğunca konuşmamak belki de en iyisiydi.
Arabadan indiğim an parasını verip teşekkür ederdim. O da kendisine bir koyun daha alır aramızdaki bu soğukluğu unutur, irdelemezdi. Yeter ki ödüm bokuma karışmadan beni şu adı tuhaf teyzeme ulaştırsındı.
…
Daha ne kadar gidecektik? Pikabın motor sesi yoğunlaşmış, yokuş yukarı tırmandığımızı belli etse de “ne kadar kaldı” diye soramıyordum. Cesaret edip soracak olsam, ilgisini üzerime çekmek istemiyordum. Bir de oturduğum şekli fark etsin istemiyordum. Zaten bakmıyordu. Gözlerini yoldan ayırıp bana dönerse halime bakıp kaza bile yapabilirdi. Allah esirgesin?
Normalde ayaklarımı uzatmam gereken yerde iki kocaman mazot bidonu vardı. Ve ben bidonların üzerine koyduğum ayaklarımdan destek alıp dizlerimi karnıma çekmiştim. Kollarımı bacaklarıma dolayıp başımı öne eğmek zorundaydım.
Oturuş şeklim? Tam anlamıyla rezalet. Görenin aklına zarar! Tuvaleti gelmiş ama yapamadığı için ıkınan bir çocuğun duruşunu andırıyordum. Ah bu benim görüntüme oldukça tezat görüntüyü görmemesi en iyisiydi.
Tamam suratsız bir şeydi ama boyu posu yerinde biriydi. Hatta kolları tuttuğu direksiyona birkaç beden büyük geliyordu. Oturduğu koltuk ise gözükmüyordu. Tamam araç küçüktü ama adamda büyüktü canım!
Görünüşü ister istemez aklıma tuhaf bir sorular getirdi.
Köylerde basketbol takımı olma ihtimali var mıydı? Boyu Bir doksanı aşar mı? İddiasına balıklama dalarım ki kesinlikle aşardı.
Tarzı da tuhaftı. Başında benim beremin benzeri bir bere vardı. Ensesinden ve alnından saç tutumları çıktığına göre saçları hafif uzundu. Sakalları fazlaydı ama. Bilerek mi uzatmıştı yoksa tıraş olmaya fırsatı mı olmamıştı. Yüzü sert görünümlü olsa da biçimliydi. İşin aslı Anadolu’nun tam anlamıyla "yerli üretim" erkeklerinden biriydi ve fena değildi.
Peki bu beni ilgilendiriyor muydu? Şimdilik kafam dağılsın diye evet.
Pekâlâ adam bilhassa benimle iletişime geçmemek için mi böyleydi, yoksa gerçekten içine kapanık biriydi mi? Bunu çözmek zordu. Aklıma annemin bahsettiği köy anıları geldi. Benim annemde çok eskiden yani erken yaşta evlenene kadar köyde yaşamıştı. O bazen şöyle anlatırdı.
Çocukluğundan bahsederken, birinci derecede akrabaları hariç herhangi bir erkeğin adını bile geçirmeye çekindiklerinden bahsederdi. "Ayıptır, günahtır. Bizi birbirimize yakıştırırlar diye çok konuşmazdık öyle kimselerle." Derdi.
Belli ki bu adam da annemin tarif ettiği o kimselerden biriydi. Öyleyse daha fazla üstünde durmama gerek yoktu. Düşler ülkemi keşfe giderken, yolda yaşadığım talihsizlikleri ve ruh gibi duran yol arkadaşımı, yaşayacağım güzel günlerin hatırına, hafızamın derinliklerine küçük aksilikler yaşadım diye gömmeye karar verdim.
…
Kara düşüncelerimden sıyrılmama sebep aracın aniden durmasıydı. Zifiri karanlıkta, göz gözü görmeyen bir tepenin başında yolculuğun son bulduğunu, kapıyı hızla açıp aşağı inen adam söyledi. Lanet adam bunu söyler söylemez kapıyı açıp çıkmıştı. “Yani” diye arkasından seslendim ve karşılık vermedi.
Ben uyuşan ayaklarımı açmaya çalışırken onun önceliği aracın arkasındaki koyunları ya da çeşitlerine her ne deniyorsa işte onları indirmek oldu. Eminim onlar benden daha rahat bir yolculuk yapmışlardı. Tabi ben insan mıyım değil miyim kimin umurunda.
Acaba önce koyunları indirip sonra beni teyzeme mi götürecekti. O yüzden açıklama yapmadan inmişti. Olabilirdi canım. İnsanlık hali!
O tuhaf sesler çıkararak hayvanları kümelerken ben daha fazla içeride durmak istemedim. En azından ayaklarım bir nebze açılsın ve burnumdaki mazot kokusu biraz gitsin diye inmeye karar verdim.
El yordamıyla kapı kulpunu bulup zorla açtıktan sonra ayaklarımı sarkıttım. Uyuşmuş ayaklarım yere adım atar atmaz bir şeyin içine saplandı. Yetmezmiş gibi, temiz hava almak isterken ciğerlerime kadar işleyen ağır bir koku ki mazottan daha beterdi. Kusmamak için elimi ağzıma kapatmadan önce isyan edercesine bağırdım.
“Allah kahretsin ya! Burası da neresi?” Bağırırken, sesimdeki iğrenti gizlenemedi.
Haklıydım ama. Bastığım her neyse ayaklarımı sakız gibi yere yapıştırmış kıpırdanamıyordum. Ben böyle “bu da nesi? Neler oluyor? Biz nereye geldik Allah aşkına” diye isyan ederken sesime karşılık vermek şöyle dursun, beni olduğum yerde öylece bırakıp kaybolmuştu.
Eğer başımın çaresine bakabileceğimi düşünüyorsa, büyük bir yanılgı içindeydi. Önce sağ ayağımın topuğunu, sonra diğerini kurtardım. Sendeleyerek birkaç adım attım—hoppa, yine aynı yapışkan madde!
Bu kez arabaya da yaslanamazken dengemi korumakta zorluk çekerken, yere yapışmam an meselesiydi. Zifiri karanlıkta ay ışığı bile yoktu. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda onun kara bir bulutun arkasına saklandığını gördüm. Hava kara ve bulutluydu. Peki bu adam nereye kaybolmuştu?
“Hey neredesin!”
“Pardon bakar mısın? Sesimi duyuyor musun?” diye bağırırken sesim koyun seslerine karışıyordu. Karşılığımı koyunlar veriyordu.
Evet artık endişe ve korku etrafımı sarmaya başlamıştı. Bir de yeni arkadaş edinmişler ki onun adı da gerilimdi. Etrafımda dans ederlerken halime bakıp alay ediyorlardı. Hayır onlara bu fırsatı vermeyecektim. Ayaklarımı kaldırdım kurtulmaya çalıştım. Olmadı kıpırdayamıyordum.
"Soğukkanlı ol ve hep iyi düşün."
"İyiyi çağır."
"İyi olacak."
"Her şey çok daha güzel olacak."
Olmalı. Lütfen olsun. Olmak zorunda!
Gözlerimi kapatıp içimden bunları tekrar ettim. Etrafımdaki sesler artmıştı. Koyunların sesleri ve ayak seslerinin uğultusu ağırlıkta olduğu için tam olarak sesi ayırt edemiyordum. Bir dakika kadar böyle bekledim. Sonra araç kapısının açılma sesini duyunca gözlerimi açtım.
Aptal adam arabanın farlarını açmıştı. Bunu daha önce niçin yapmadı ki! Ona karşı hakaretler yağdırırken sesimi kısık tutma amacım kesinlikle korkumdandı.
Etrafımı görebiliyordum. Bunun için derin bir nefes aldım. Keşke burnumu tıkasaydım. Öyle ağır bir koku vardı ki ciğerlerime işledi. Ne biçim kokuyordu burası?
Aklımda binlerce soru varken cevap verecek kişi beni umursamadan yanımdan geçerken yandan bir bakış atıyor tek kelime etmiyordu. Onu konuşturmalı ve yardım istemeliydim. Bunun için daha sıcak kanlı ve sevimli olmam gerekiyordu. Ses tonumu da bu düşünceye göre ayarlayarak seslendim.
“Beyefendi bir bakar mısın?” diye arkasından seslenince durdu ve omuzlarının üstünden baktı. Dikkatini çektiğimin vermiş olduğu sevinçle aklıma ilk geleni sordum.
“Şu an neredeyiz acaba?” dedim.
“Benim ağılımda!” dedi. Demek ki bu tespit doğruymuş. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarabiliyormuş.
“Ah ne güzel! Ağıl ne demek” diye sordum bu kez. Yine ağzının içinde bir şeyler geveledi.
“Duyamadım tekrar eder misiniz?” dedim. Yere yapışık felçli halimle sempatik olmaya çalışmak ödüllük bir performanstı.
Pek sevgili koyunlarını yerlerine yerleştirmiş olacak ki bana doğru yürümeye başladı. Yürüyor derken, bildiğimiz adım atmak. Hayır ben böyle çakılı kalmışken o nasıl adım atıyor orası da ayrı tartışılır. Baştan aşağı halime baktı. Hafif dudak kenarları kıvrıldı. Evet bunu fark ettim ama karşılık veremiyordum.
"Genellikle küçükbaş hayvanların yaşaması için, açık arazilere yapılan, etrafı kapalı çitlerle çevrili, briket duvarları olan uzun ve geniş barınaklara denir." Dedi. İlk kez uzunca bir cümle kurdu ama ne alakaydı.
“Ne?” diye sordum.
“Ağılın açıklaması” dedi.
“Ha!” dedim. Sözlükten okur gibi açıkladığı bilgiye karşı normalde kahkaha atarak eğlenebilirdim ama bunu yapmadım. Pekâlâ dili açılmıştı. Öyleyse şunu da sormalıydım.
"Peki şu an ayağımın altında vıcık vıcık kıpırdamamı engelleyen, sakız gibi şey ne?" Yavaş yavaş birbirimize ısındığımızı bile düşünecektim ki. Verdiği cevabı duymasaydım.
"Bokk." Dedi. Sondaki K harfine baskı yaparak. Tek kelimeyle. Üstüne basa basa. Bu tek ama etkili kelime ağzından çıktığı an ayaklarımı kaldırmaya çalışıp çığlığa karışık ses çıkardım.
“Ay ne boku!” diye iğretiyle bağırdım. Adam karşımda iki eli belinde ilk kez gülüyordu. Hatta gülmüyor resmen benimle dalga geçiyordu. Buna bile alayla karşılık vermesi bundandı.
“Koyun boku” dedi sonra daha net açıklamasını yaptı. “Pancar küspesiyle birleşince yapışkan kıvamı alır”
Lanet olsun bu işin artık boku çıkmıştı. “Öyleyse neden senin ayakların değil de benimkiler yapışıyor. Yardım etsene!” diye çıkıştım. Ayaklarımdan itibaren yüzüme baktı.
“İşimi bitirdiğime göre gelelim sana” dedi. Boyunu boyuma denk getirircesine daha çok yaklaştı. İşaret parmağıyla tepenin aşağısında kalan yanan cılız ışığı gösterdi.
"Orayı görüyor musun?" diye sordu.
"Hı hı, görüyorum" Dedim merakla. En fazla üç yüz metre ileride, aşağı bir konumda zayıf bir ışık yanıyordu.
"Senin Karadul teyzeciğin işte orada oturuyor. Şu yolu bir yere sapmadan takip et, sonunda kavuşursunuz” diyerek sözünü bitirdi.
İyi de ben oraya kadar nasıl gidecektim. Üstelik elimde valizlerle. Hayır yani bir iyilik yapıyorsun neden devamını getirmiyorsun. Rica etsem mi diye düşünürken bir de sonunda yakalanmak vardı. Ben eve o bana bakarken tekrar konuştu.
“Yanında fenerin var mı?”
“Telefonumun ışığı var” dediğimde sesimdeki endişeyi fark etmiş olmalıydı. Aynı ses tonuyla devam ettim.
“Buraya kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim. Kabul ederseniz, neyse ücreti ödemek isterim.” Sesi mi biraz daha yumuşatarak söyledim. Belki etkilenir, belki az da olsa bana karşı iyi niyet gösterir diye. Ama cevap tam beklediğim gibi olmadı:
“Gerek yok! O petrolden buraya kimin arabasına binersen bin, kimse ücret almaz” dedi başımla onayladım. Otobüsümüz yok ama insanlığımız var mı diyordu. Öyleyse bunun insanlık namına aldığı dersler yarım kalmış olmalıydı. Peki ona derse verecek halde hiç değildim. Bir an önce teyzeme kavuşmalıydım!
“Tekrar teşekkür ederim. Rica etsem valizlerimi getirebilir misiniz?” dedim. Üç adet büyük küçük valizim koyunların bindiği kasaya yerleştirmişti. Başta sıkıntı yok demiştim ama her birini tek tek önüme getirirken resmen ezilmiş patates püresine dönmüşlerdi. Bilhassa en sevdiğim uçuk pembe küçük valizim. Ah kalbim!
“Bizimkiler biraz ezmiş ama idare edilebilir” derken dudaklarını ısırması da sahtekarlığını öne sürüyordu. Üzülmüşe hiç benzemiyordu. Önümdeki bokun içine koyacaktı artık ona da bağırarak engel oldum.
“Lütfen dışarı çıkar lütfen” dedim. Seri adımlarla önce kırmızı parlak kaplamalı, şekli kaybolmuş olanı ağılın dış kapısına koydu. Sonra uçuk yeşil olan orta boy valizimi derken en son ah benim kalbimi götürdü. Ona ben servet dökmüştüm servet. İşini bitirmişti ama ben hala çakılı pozisyondaydım.
Neyse ki bunun için ricada bulunmadım. Beklenmedik bir hareketle koca cüssesini eğdi ve ayağımı o şeyin içinden çıkardı. Sonra diğerini çekip aldı. “Hızlı bir şekilde ayaklarına ağırlık vermeden duvar dibinden geçerek kapıya yürü.”
Dediğini yapmaya çalışarak, hızlı hızlı valizlerimin olduğu tarafa yürüdüm. Dışarı çıkmayı başardığımda gözlerimi gösterdiği eve diktim. Göz gözü görmüyordu. Ben tepe aşağı o eve nasıl gidecektim.
Önümde ne vardı bilmiyordum ki. Telefonumun ışığını ellerim doluyken nasıl kullanabilirdim. Ben kara kara düşünürken ensemdeki soluk sesi tüylerimi ürpertti. Sonra valizleri alıp tekrar aracın arkasına yükledi. “Yürü haydi bin” dedi.
“Gerek yoktu” dediğimde bile sözümü tamamlamadan çoktan binmiştim. Yokuş aşağı inerek evin yakınlarında durduğumuzda ona gerisini halledebileceğimi söyledim.
“Eve kadar bırakacağım” dedi direndim. Hayır bunu istemiyordum. Yine bir yalana sığınmak zorunda kaldım.
“Hayır şimdi teyzem bizi görürse kızar. Siz gidin ben gerisini hallederim” dedim.
“Peki” dedi. Valizlerimi tekrar indirip önüme koydu. Ev ile aramızda sadece bahçe kapısı vardı. Teşekkür ettikten sonra o aracına atladığı gibi evin arkasına doğru uzanan yola çıktı. Ben ise önümdeki tahta kapıyı açarak elimde valizlerle içeri girdim.
Birkaç adım attığımda içimden dua ediyordum. “Lütfen beni kabul etsin” diye.
Evin yerden yüksek balkonuna yaklaşıyordum ki üstüme kara bir canavar saldırdı. Çığlık çığlığa yere düşecektim ki belimden tutulduğu gibi geri çekildim.
***
Adı Karadul olan birinin Karabaş adında sadık bir canavarı vardı ve bana o saldırmıştı. Havlaması öyle kuvvetli ve korkutucuydu ki köyün içinde gecenin vakti yankı yapıyordu. Şayet o üstüme atladığında Hatem beni geri çekip arkasına almasaydı adım kayıtlara “gittiği köyde canavarlara yem olmuş” diye geçerdi.
Hatem beni bırakıp gidememişti. Ya da sese gelmişti. Belimden tuttuğu gibi kaldırıp arkasına koymuştu. Sonrasını hatırlamıyorum. Hatırladığım adamın sırtına tırmanmam ve çığlık çığlığa kulağının yakınında bağırmamdı. Köpek havlarken ben çığlık atıyordum. Hatem ise kulağımı parçaladın diye kükrüyordu. Aynı zamanda köpeği sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Sakin ol oğlum! Karabaş, sakin! Benim!" dediğinde titreyen ayaklarımı yere basmış olsam da asla arkasından ayrılmadım. Hatta bedenimi ona yapıştırıp tamamen kamufle olmaya çalıştım. Canavarın sesi kısılmış hırlıyordu. Hatem ise sanki arkadaşına kızıyormuş gibi kızıyor sonra da sesini yükselterek birine sesleniyordu
“Ablaa! Ablaa!” diye seslendiği acaba Karadul teyzemin kızı mıydı?
“Ablaa diyorum yahu!" dedi daha baskın bir sesle. Evin demir kapısı korku filmlerindeki gibi gıcırdayarak açıldı. Hatem’in arkasında beline koyduğu kolların arasındaki minik yerden şöyle bir baktım. Havada süzülen bir gaz lambası vardı. Hayır aklımı oynatmıyordum.
Gözlerimi kırpıştırarak tekrar baktım. Karanlığın içinde yumuşak ama sert olmaya çalışan bir ses yükseldi.
“Ne bağırıyorsun Hatem? Yıktın ortalığı hayırdır?” dedi. Bunu söylerken bize doğru yaklaşıyordu. O yaklaştıkça ben Hatem’in sırtına daha çok yapıştım. Abartısız sadece gaz lambası gözüküyordu. Kadın siyah giyinmiş olmalı ki karanlıkta belli olmuyordu. Hayır böyle değilse benim acil şu sureyi okumam lazımdı. Nasıl başlıyordu o sure? "Kul euzü birabbin nas...” diye mi başlıyordu.
Ben bunu hatırlamaya çalışırken Hatem konuştu. “Hayır mı şer mi bende bilmiyorum” dedi. Sonra kafasını arkaya yani bana omzunun üstünden çevirip kısa bir bakış attı.
“Misafirin var onu getirdim” dedi.
"Kim ulan misafir? Dalga mı geçiyorsun?" dediğinde düştüğüm durum içler acısıydı. Bilinmeyen bir köy, göz gözü görmeyen bir karanlık, havada süzülen bir gaz lambası ve bağırışlar. Benim yerimde başka biri olsaydı, çoktan o koyunlar gibi ulu orta…
“Emin ol yorgunluktan ayaklarımın altı sızlarken hiç dalga geçecek durumda değilim” dediğinde Hatem devamını getirdi.
“Ben Karadul teyzeme gideceğim diye petrolde bindi ben de getirdim”
“Kimi getirdin Hatem! Kızdırma beni kimse yok ki” dedi gaz lambası. Sonra Hatem, birden elini geriye atıp kolumdan tuttuğu gibi, sanki sürpriz bir paketi açıyormuş gibi beni önüne çıkarttı!
“İşte bunu” dedi. Gaz lambasıyla burun buruna geldik. Gaz lambasını X-ray cihazı tutar gibi önce sağıma soluma, sonra kaşıma gözüme doğru kaldırdı. Bir süzüş, bir inceleme. Sonra sertçe bağırdı.
“Gece gece canımı sıkma Hatem. Ben tanımam etmem bunu. Al götür nereden aldıysan oraya bırak” dedi.
Hayır hayır! Buraya kadar gelmişken buradan asla dönmezdim. Kendime gelip daha dikkatli davranarak yalvarmaya başlayacaktım ki o tuttuğu gaz lambası yüzüne yansıyınca şok oldum. Çok daha şok oldum. Çünkü tam karşımda siyahlar içinde dünyanın en güzel gözleri ve parlak yüzlü kadını, tam karşımda ışıl ışıl parlıyordu.
Tam karşımda masallardan fırlamış gibi bir güzellikte bir kadın vardı. Bu kadına mı teyze diyorlardı. Hatta Karadul teyze. Ah bu heyecan verici akıl almaz bir durumdu.
Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz!
Asla gitmezdim. Eğer şimdi gitmem gerekirse… Benim için büyük bir kayıp olurdu! İçimde yükselen panikle, hıçkırarak yalandan ağlamaya başladım. Nasıl olsa gözyaşlarımı göremezlerdi. Yetinmedim, siyah çarşafın gizlediği dizlerine yapıştım.
“Yalan söyledim! Yalan söyledim! Yalvarırım, beni geri götürmeyin!” diyerek dramayı yükselttim.
“Ne isterseniz yaparım! Evden kaçtım ben. Babam beni istemediğim biriyle zorla evlendirecek. Sadece birkaç gün kalmama izin verin!” dediğimde bütün kabiliyetimi kullanarak inandırmaya çalıştım.
Ama güzel hayalet buna inanmadı. Soğuk bir sesle Hatem’in göğsünden itip sertçe konuştu.
“Hatem, Allah aşkına al götür şunu! Dolandırıcı mı, kaçakçı mı ne! Yalan söylüyor!” dedi. Ardından şuna da ekledi.
“Götürmezsen, at bir kenara bok çuvalı gibi!”