BÖLÜM 2

2999 Words
Asfalt yoldan patika yola geçiş yaptığımızda, nihayet köy yoluna girmiş olmalıydık. Girdiğimiz yol çift yönlü olmasına rağmen dardı. Fazla kavisli ve virajları tehlikeli gibi gözüküyordu. Eğer sürücü üstesinden gelebiliyorsa ki adamın gözü pür dikkat yolda olduğuna göre sıkıntı yoktu. Ama bulunduğumuz aracın farları dışında da yolun ne etrafında ne de karşısında tek bir ışık yoktu. Hava çoktan kararmıştı. Etrafımızda neler var, nasıl bir yolda ilerliyoruz, nereye gidiyoruz hiç bir fikrim yoktu. Hal böyle olunca da kendi istediğim halde telaşa kapılmam hiç olağan bir şey değildi. Korku ve telaşımı dizginlemeye çalışarak, meraklı gözlerle aracın aydınlattığı kadarıyla etrafı görmeye çalıştım. Hayatımda ilk kez böyle yolculuk yapıyordum. Ensemde iki adet canavar, önümde petrol kuyusu ve yanımda bir adet dağ ayısı ile birlikte. Korkuyordum ve telaşlanıyordum da. Ama en çok merak ediyordum. Sahiden de doğru olanı mı yapıyorum diye. korkunun ecele faydası yokmuş misali düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Gideceğim yerde karşılaşacağım en iyi ihtimalleri düşünmeye çalıştım. Bu sıra dışı yolculukta bile aklıma gelen hayalini kurduğum düşünceler, yüzümde kocaman gülümsemeye yol açtı. Direksiyona doğru eğilerek yolu görmeye çalışan iri adam, bu halimi görmesin diye başımı cama doğru çevirdim. Yolların ıssız ve karanlık olmasından ötürü gideceğimiz köy hakkında gözümde canlananlar tamamen benim muhteşem hayal dünyama aitti. Belki de bu köy dağın yamacına kurulmuş, elektrik gibi bir icattan bile habersiz bir köydü. Oyma ahşap tavanlara sahip evler ve evlerin içinde hâlen kullanılan gaz lambaları mevcuttu. Tamamen el işçiliğine sahip dokuma halılar, sedirler, taş duvarlara içten monteli ceviz ağacından yapılmış oyma gardıroplar -ki onların adına bir şey diyorlardı da tam hatırlayamadım-vardı. Eh elektrik olmayınca evin metrelerce altında yiyecek depolanan soğuk odalar olabilirdi. o soğuk odalarla ilgili izlediğim korku filmlerini, asla aklıma getirmeyeceğim. Şu durumda ise asla ve katla. Biliyorum bu söylediklerim günümüzden otuz yıl kadar önce bir döneme ait olsa da hâlen kullananların olduğunu, özünü bozmadan yaşayanların olduğunu az biraz araştırmıştım. Buna dayanarak hâlen şıkır şıkır desenlere bürünmüş geleneksel kıyafetleri ile ortalıkta dolanan güzel köy kadınlarının olduğunu da varsaymadan edemeyeceğim. Her kız gibi değildim işte. Bu hayalperest ruhum yüzünden başına buyruk bir hayatı yaşarken, kimse de sen ne yapıyorsun demiyordu. Hayatın bütün renklerini az çok bilen biri olarak, bir de bu hayal ettiğim dünyanın içinde yer almak adrenalin seviyemi yükseltiyor acaba neler göreceğim, neler tadacağım, kimleri tanıyacağım sorularım şimdilik yanıtsız kalıyordu. Kendi kendime verdiğim cevaplar ise heyecanımı iki katına çıkararak, hareketlerime ve dilime yansıtıyordum. Tabi ki bu heyecan duyduğum hayata bire bir şahit olmak için yola koyulmak öyle kolay olmadı. Elbet aklımdaydı. Lakin plansız ve gelişi güzel hayatımın içinde listemin sonlarına doğruydu. Ta ki bir hafta önce aldığım habere kadar. Beni bu yollara düşüren sebeplerim olmasaydı şuan, Salih'in kafesinde elimde telefonum, yaptığım anlık paylaşımlarıma kim bakıyor, ne yorum yazmışlar nasıl eleştirilerde bulunmuşlar, incelemesini yapıyordum. Arkadaş gurubumla sabahtan akşama kadar kafelerde, gece kulübünde eğlencenin dibine vuruyorduk. Aslında okulumu bitirmiştim. O kadar da başı boş değildim. Bitirmiştim ama bir baltaya da sap olamamıştım işte. Ben ne yapabilirim derdine her gün düştüm fakat yapabileceklerimin peşinde koşmam sadece bir hafta sürdü. Sıkıldım bunaldım. Sanırım bu süreçlerde en iyi yapabildiğim şey bazen kaçmak oldu. Evet kaçıyordum. Bilhassa son bir yıldır kafam nereyi isterse anlık karar vererek elimde valizlerimle çıktığım gibi en az iki hafta en çok da bir ay kadar ortadan kaybolduğum oluyordu. Ama bu kez farklıydı. Bu kez çok farklıydı. Bu kaçış sadece kafam dağılsın diye o içinde biriktirdikleri yüzünden parçalansın diye idi. .... Ben düşler alemimde, geçmiş ve gelecek hakkında analizler yaparken arabanın hızı bir yavaşlıyor bir hızlanıyordu. Tıpkı hayatım gibi. Başım küt küt cama çarparken son çarpışı canımı yaktı. Can havliyle başımı kaldırdığım gibi dikkatimi sürücüye verdim Suratı ile sirke satıyor derler ya! Tıpkı dedikleri gibi biri vardı yanımda. Çıt çıkarsam gırtlağıma yapışacakmış gibi de tipi vardı. İşin aslı onun tipini de suratını da yoldan çıkarırdım da çıt çıkarmaya Korkuyordum. Araca biner binmez " söyle bakalım Karagül teyzenle nereden tanışıyorsunuz" diye bir de dişlerini sıkarak sorması beni fazlasıyla korkutmuştu. Bu adam Asım amca gibi de değildi. Sanki ne haltlar yediğim alnımda yazıyormuş gibi bakması, acayip ürkütücü bir detaydı. " özel hayatım ile ilgili kimseye açıklama yapmak zorunda değilim. Ve teyzemi de nereden tanıdığım sizi hiç ilgilendirmez " diye açıklama yapmaya çalışırken, yüzündeki o tuhaf ifadesi gözümün önünden kolay kolay gitmeyecekti. Bir de verdiği cevap. " Her neyse sağ salim gidelim de öğreniriz teyzeni nereden tanıdığını" Adam öyle değişikti ki konuşurken hiç siz biz olayı yoktu. Ağzının içinde homur homur oldukça sinirli ifadeleri canımı sıkmaya yetmişti. İner inmez verirdim parasını bir koyun daha alırdı. Yeter ki beni oraya ödüm bokuma karışmadan ulaştırsındı. ..... Yokuş gibi bir yola tırmanıyorduk sanki. Kamyonetin sesi yoğunlaşmıştı. Kendisine de soramıyordum ki ne kadar dakikamız kaldığını. Hadi Bir cesaret edip sormaya kalksam, ilgisini üzerime çekip oturuş pozisyonuma şahit olsun hiç istemiyordum. Böyle gayet iyiydi. Gözleri yolda, benden tarafa asla bakmıyor, direksiyonu iki eliyle sımsıkı tutuyordu. Normal de ayaklarımın uzanması gereken yerde iki adet kocaman mazot bidonları vardı. O bidonların üzerine koyduğum ayaklarımdan destek alıp dizlerimi karnıma doğru çekmiştim. Kollarımı bacaklarıma dolayıp kafamı da sürekli öne doğru uzatmak zorunda kalıyordum. Bu şekilde oturuş şeklim, -Aman Allah’ım görenlerin aklına zarar- sanki tuvaleti gelmiş de yapamadığı için ıkınan bir çocuğun duruşunu anımsatıyordu.O yüzden adamın bakmaması, konuşmaması benim için her açıdan en iyisiydi. Daha ne kadar vardı ki. Normal de gelmiş olmamız gerekmiyor muydu? Meraktan ölecektim mazot bidonlarının üzerinde. Mezarıma da koç mu kuzu mu her neyse iki yaratık tarafından geviş getire getire yenildi yazacaklardı. Sığırcık köyüne dair bildiğim üç gerçekten biriydi ses vermekte sıkıntı yaşayan şu adam. Diğer ikisi ise Hasan Dağının eteğinde bir köy olması ve sabun satan Karadul diye tuhaf isimli bir teyzenin olduğuydu. Diğer ikisiyle karşılaşmamıza dakikalar kaldığına göre merakımın bir kısmını sessiz ama görüntülü adamı incelemekle dindirmeye çalıştım. Rahmetli babaannemin genellikle babam için kullandığı bir tabir vardı. Benim Babayiğit oğlum diye severdi. Bu adam da aynı onun tabirlerine uygun boylu bacaklı birine benziyordu. Oturduğu koltuk altında kaybolmuş, kolları direksiyona bir kaç beden büyük gelmişti. Bu görüntüsü aklıma şu soruyu getirmiyor değil di. Köylerde basketbol takımı olma ihtimalini. Bir doksanı aşar mı aşar, iddiasına balıklama bile dalarım. Başında tıpkı benim bereme benzeyen eskimiş gri örgüden bir bere vardı. Saçlarının hafif uzunluğu berenin dışına çıkanlardan belliydi. Sakalları ve kaşları da saçlarıyla eşdeğer çoğunlukta gürlerdi. Yandan profili fena değildi. Anadolu erkeği dediklerinin canlı haliydi işte. Gözüme takılması ise gayet normaldi! Neydi benim burada ki hedefim; herkesten uzak, kimsenin tanımadığı, kimsenin bulamayacağı bir köye yerleş her şeyi unut ve ye iç eğlenmene bak. Böyle söylüyorum da dikkatimi çekmemesi ne mümkün. Harbiden çok soğuk biriydi. Yahu bir insan hiç konuşmadan durur. Taş olsa çatlar be. Garip bir şekilde sanki bilhassa benimle iletişime geçmemek için, pür dikkat sadece önüne bakıyordu. O böyle davranınca, annemin bahsettiği konular aklıma geliyordu. Benim annem de köylüydü. Onun anlattıklarından dolayı yola çıkarsak, bu şekilde davranmasının sebebini ancak şöyle yorumlayabilirdim. Doğuda, Anadolu’ da , Bozkır da bu tarz insanların, yabancı her kimse ile bilhassa yabancı kadınlarla yüz göz olmaları pek doğru karşılanmıyordu. Annem gençliğinden yahut çocukluğundan bahsederken, birinci derecede akrabaları hariç her hangi bir erkeğin adı geçecek olsa, ayıptır günahtır, bizi bir birimize yakıştırırlar diye çok konuşmazdık öyle kimselerle derdi. Belli ki bu adam da annemin anlattığı o kimselerden biriydi. O yüzden üzerinde durmamaya ben de gayret gösterdim! Ne yapayım benimle konuş diye tepesine çıkacak değilim ya. .......... Düşler ülkemi keşfe giderken yolda yaşadığım talihsizlikleri ve ruh gibi duran yol arkadaşımı, yaşayacağım güzel günlerin hatırına, küçük aksilikler yaşadım diye anımsamak niyetiyle hafızamın derinliklerinde yer açtım. Bu şekilde düşününce daha cazibeli gözüktü. Yoksa diğer türlüsü aklıma sövmekle geçecekti. Erken davrandım. Benim gibi uçar akla sahip olan herkes, zannediyorduk ki çıktığımız her hangi bir yolda, aldığımız en basit kararlarda bile elimizde sihirli bir değnek her şey istediğimiz gibi oluverecek. Maymun iştahlılığımızdan ötürü, karşımızda kim durursa dursun, bunu nasıl yaparsın sözleri ancak kulağımızda bir uğultu olarak kalır, elimizde ki değnekle sihir yaparak yaşadığımız her şeyi kendi lehimize dönüştürebilme kabiliyetine sahiptik. Bakınız ben gibi insanlar diyorum. Hayal ettiğimiz, aklımıza koyduğumuz ne varsa isterdik ki o değneği değdirdiğimiz an istediğimiz yönde şekil alsın. Hani yukarıda da bahsettim ya iyiyi çağırmak diye işte öyle bir şey. Vallahi ne yalan söyleyeyim benim açımdan çoğu zaman değneğim fazlasıyla işe yarıyordu. Ani ruh değişimlerinde yaşadığım fevri çıkışlarıma rağmen başıma henüz kötü bir olay gelmemişti. İstediklerim açısından diyorum. Basit şeyler yani. Gezmek yemek içmek eğlenmek. Değneğim bu konularda fazla işgüzardı. O yüzden adımıza elinde bir değnek kafası estiği gibi hayat yaşıyor demişlerdi ya. Lâkin... Bu kelime de dilime Fuat amcadan takıldı ya. Hah ne diyorduk. Lâkin. Benim değnek pilini bitirecek tam zamanını buldu. Kamyonet durdu. Yolculuğumuz zifiri karanlıkta göz gözü görmeyen tepenin başında son bulduğunu, kapısını hızla açıp aşağı inen adam söyledi. “Yani” dedim dinlemedi bile. Ben hâlâ aynı pozisyonda oturarak ne demek istediğini idrak etmeye çalışırken o kamyonetin arkasına geçip ilk işi koyunlarını özgürlüğüne kavuşturmak oldu. Acaba koyunları indirdikten sonra mı beni teyzeme kavuşturacaktı. Lânet adam sanki cımbızla lâf alıyoruz ağzından. Arabada insan mı var, biçare bir kız mı var umurunda değildi. Baktım olmayacak, hem ayaklarım açılsın hem de burnumda ki mazot kokusu gitsin diye bende inmeye karar verdim. Vermez olaydım. Uyuşuk olan ayaklarım yere adım atar atmaz bir şeyin içine saplandı. O da yetmezmiş gibi temiz hava almak isterken ciğerlerime kadar işleyen ağır bir koku, mazotla birleşince kusmamak için kendimi zor tuttum. “ Allah kahretsin ya! Burası da neresi. “ diye bağırırken sesimde ki iğrentiyi gizleyemedim. Olduğum yerde kıpırdanamıyor, bastığım her neyse ayaklarımı kurtarmaya çalışıyordum. Değil sesime karşılık vermek, beni olduğum yerde öylece bırakırken eğer başımın çaresine bakabileceğimi düşünüyorsa büyük bir yanılgıdaydı. Önce sağ ayağımın topuğunu kurtardım sonra diğerini. Sendeleyerek bir iki adım attım hoppa yine aynı yapışkan madde. Bu kez arabaya da yaslanamıyordum. Etrafımız iyiden iyiye karanlık olmuştu. Bu adam bu karanlıkta nasıl böyle hızlı hareket ediyor diye düşünürken, gökyüzündeki ay gri bulutların arkasında koyu sohbete dalmış hiç yardımcı olmuyordu. Az bir ışık verse nerede olduğumu neler olduğunu anlayabilecektim ama nafile. Hani şey derler ya ' insanoğlu bilmediği yerlerde ya kör olur ya sağır.' Ah ne doğru bir cümle. Endişe ve korku! Uzun zamandır ziyaretime gelmemişlerdi ve bula bula bugünü bulmuşlardı. El ele tutuşmuşlar tam karşımda bana bakıyorlardı. Bir de yeni dost edinmişler ki boyu boyumu aşar. Adı gerilim. Benim onlara kucak açmam için fırsat kolluyorlardı. Eğer gelin desem, anında tepeme çıkarlar, beni büyük bir paniğe sürükleyerek yerin dibine sokarlardı. Bu üçlüyü kendimden uzaklaştırabilmek için üstün bir çaba harcadım. Ayaklarımı çektikçe daha çok battım. Olmadı, kendime koyduğum altın kurallarımdan birkaçını mırıldandım. Soğukkanlı ol ve hep iyi düşün. İyiyi çağır. İyi olacak. Her şey çok güzel olacak. Olmalı. Lütfen olsun. Olmak zorunda.. Birkaç dakika gözlerimi kapattım aynı şeyleri tekrarladım durdum. Adam kamyonete doğru yaklaşıp farları açınca ben de gözlerimi açtım. Aptal adam bunu daha önce niçin yapmadın diye bir de içimden okkalı bir şekilde sövdüm. Etrafın aydınlanmasından sonra, derin bir nefes aldığımda, içime yığınla dolan koyun kokusu beraberinde kötü düşüncelerimi de götürdü. Ne biçim kokuyordu burası!. Öyle geniz yakıyordu ki sanırsın burnumdan, koyun kokulu asit dökülmüş gibiydi. Bir adım dahi atamadan. Sesimin kontrolünü sağlamaya çalıştım. Daha sıcakkanlı olmalıydım. Biraz sevecen. Biraz da içten. Boynumu arkaya çevirerek " şeyyy pardon! Şuan neredeyiz acaba " diye bağırdım. " benim ağılımda" diye anında karşılık geldi . Demek ki neymiş tatlı dil yılanı deliğinden çıkarabiliyor muş. Fakat ne dediğini anlayamadım. " Ağıl ne demek ki? " diye sordum. Ağzının için de bir şeyler mırıldandığını, çözemeyince üsteledim. " Neee! Duyamadım " diyerek. Nihayet pek sevgili koyunlarını yerlerine yerleştirmiş olacak ki bana doğru yürümeye başladı. Yürüyor derken ayaklarıyla canım. Bildiğimiz adım atmak. Bir-kaç adımdan sonra tam önümde durdu. Felçli gibi durmuş halime baktı. " genellikle küçükbaş hayvanların yaşaması için, açık arazilere yapılan, etrafı kapalı çitlerle çevrili, briket den duvarları olan uzun ve geniş barınaklara denir. " Ne diyordu bu. Neyin cevabıydı derken ağılın ne demek olduğunu anlatıyordu. Gülmek istediysem de tuttum kendimi. Çok önemli bir bilgiyi paylaşıyormuş gibi ilk kez uzun cümlelerle anlatınca bozmadım " teşekkür ederim. Çok açıklayıcı oldu " dedim. Demek ki adamın dili kendi bildiği gerçekleri sorunca açılıyordu. Sorun değil soru sormak için buradaydım! Sadece laf olsun diye, madem benimle iletişime geçmiş başka bir soru da sordum. " peki şuan ayağım altında vıcık vıcık kıpırdamamı engelleyen, sakız gibi şey ne? " Yavaş yavaş birbirimize, ısındığımızı bile düşünecektim ki verdiği cevabı duymasaydım. Sormaz olaydım. " Bokk" dedi. Tek kelimeyle. Üstüne basa basa. Onun ağzından çıkar çıkmaz sanki büyük bir günahı işitmişim gibi " aaaaa" diyerek elimi ağzıma kapatmam ve aynı günaha ortak olarak, şaşkınlığım vermiş olduğu gereksizlikle" Ne boku" diye ağzımdan kaçırmam bir oldu.. Dibimde sanki gerçekten önemli bir bilgi paylaşıyormuş gibi alayla “ koyun boku" diyerek devam etti " pancar küspesi ile birleşince insanın ayağına yapışır" Bu işin iyice boku çıktı dememek için bu kez iki elimi ağzıma kapatarak kendimi zor tuttum. Neyse ki " işim bitti benim. Şimdi gelelim sana " diyerek konuyu değiştirdi. Boyunu boyuma denk getirircesine daha çok yaklaştı. İşaret parmağıyla tepenin üstünde yanan cılız bir ışığın olduğu yeri gösterdi. "Orayı görüyor musun " diyerek. " hı hı görüyorum " dedim merakla. En fazla Üç yüz metre ileride yukarı bir konumda yanan cılız bir ışık vardı.. " Senin Karadul teyzeciğin işte orada oturuyor. Şu yolu bir yere sapmadan takip et, sonunda kavuşursunuz. " Dedi O hafif ışık dışında göremediğim yerde gerçekten yol mu vardı. Nasıl gidecektim oraya? Madem bir iyilik yaptın evine kadar götürsen olmaz mıydı. Telaşlanmıştım fakat belli etmek de istemiyordum. Sonunda yakalanmak vardı. " yanında fenerin var mı" " telefonumun ışığı var. " derken sesimde ki endişeyi anlamış olmalı. Fener den daha önemli bir konu vardı ki eşyalarımı oraya kadar nasıl taşıyacaktım. Keşke eşyalarını götürebilecek misin diye sorsaydı. " buraya kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim. Kabul ederseniz neyse ücreti ödemek isterim" diye ajitasyona bağlarken inşallah etkilenmiş olmasını diledim.. " Gerek yok! O petrolden buraya kimin arabasına binersen bin, kimse ücret almaz. “ dedi Anladığım kadarıyla bu bir dayanışma örneğiydi. Köyden otobüs olmadığı için işi petrole yahut o asfalt yola düşen, dışarıdan gelen misafirleri kim denk gelirse köye taşıyordu. " Anladım" diyerek başımı salladım Tekrar teşekkür ettikten sonra valizlerimi yerleştirdiği yerden indirmesi ricasında bulundum. Arka koltukların ayak kısmına istiflemişti. Çıkarırken koyunların azıcık üzerinde tepindiğini dile getirirken önemli olmadığını söyleyecektim ki üzerini içine, içini dışına çıkarttıklarını görmeseydim. Önce kırmızı parlak kaplamalı eciş bücüş olanı, ağılın dış kapısına bıraktı. Sonra uçuk yeşil olan küçük valizimi taşıdı. Sonunda işim bitti diyerek yanıma yaklaşırken beni de taşıyacak olmasını düşünmem tamamen valizlerimin olağanüstü! görüntüsüne takılı kaldığımdandı. Koca cüssesini ayaklarımın ucuna doğru eğerken, az önce koyunları indirdiği elleriyle ayağımı o şeyin içinden çıkardı. Daha sonra da diğerini. " şu köşeden ayağınla değil gövdenle yürürsen batmazsın " diye parmağıyla işaret etti. Ciddî olup olmadığını soracaktım tabi ki müsaade etmedi. " Ayaklarına kuvvet verme. seri hareket et " diyerek açıklamada bulundu.. Dediğini yapmaya çalışarak hızlı hızlı valizlerimin olduğu tarafa yürüdüm. Haklıydı ayağıma dolanmamıştı herhangi bir şey. Gözlerimi dikerek tam karşımdaki Karadul teyzemin evine baktım. Sahiden ben oraya nasıl gidecektim. Eğer hava aydınlık olsaydı nereye basacağımı bilirdim. Önümde yol mu var dere mi var görürdüm. Fakat görebildiğim sadece karanlığın sonunda cılız bir ışık. ...... Karabaş adlı canavar bir köpeğe sahip Karadul adlı kadını, aklımdan geçirirken ne düşünüyordum acaba. Keşke Ayşe teyze, Mehmet amca falan deseydim. Ne bileyim normallerinden mutlaka bulunurdu. Ya sırtından öne doğru kollarımı doladığım, görüntümü koca bedeniyle kamufle eden koyun kokulu adam olmasaydı!... Ben kendi başımın çaresine bakabilirim” diye attığım naralar artık sadece beş dakika kadar önce geçerliydi.. Hatem vicdana gelmiş sağ olsun arabasıyla evin önüne kadar getirmişti. Ardımdan inmiş sadece izliyordu ki evin avlusundan içeri girdiğim an üstüme atlayan yaratığı fark edene kadar. Sonra nasıl oldu da Hatem in sırtına tırmandım bilmiyorum. Şokun etkisi geçince hatırlamaya çalışacağım.. Ben o şekilde adamın sırtında cır cır bağırırken " sakin ol oğlum! Karabaş sakin! Benim!” Diye sinirden kükreyince ayaklarım ancak yere bastı. Ayrılmadın arkasından ama. Ya yine atlarsa diye. Ablaa! ... ablaa" diye bağırınca kimi çağırdığını anlamakta güçlük çektim. Kesin Karadul teyzenin kızına sesleniyordu. " Ablaa diyorum yahu. “ diyerek bu kez sesini daha fazla çıkardı. Derken bahçeli evin, demir kapısı gıcırdayarak açıldı. Tıpkı korku filmlerinde ki gibi. Eline tuttuğu gaz lambasıyla simsiyah bir görüntü ortaya çıktı. “ Ne bağırıyorsun Hatem! Aklımı alacaktın “ dedi. Bize doğru yürümeye başlarken, asıl aklı alınacak kişi bendim ki yola çıkmak için kullandığım o aklın içine edeyim. Bize doğru yürüyen sadece havada gaz lambasıydı. kul euzü birabbin nas” diye mi başlıyordu o bildiğimiz sure. “Korkacak ne var. Sanki sesimi bilmiyor muş gibi “ dedikten sonra “ misafirin var onu getirdim “ dedi. Önümden çekilmeye çalıştıkça sırtına daha çok yapıştım.. “ Kim ulen misafir. Dalga mı geçiyorsun” Bakın bunları anlatırken ne denli alaya aldığım düşünülse de düştüğüm durum içler acısı bir durumdu. Düşünsenize bilmediğiniz cehennemin zımnında bir köy, zifiri karanlık ve size doğru yönelen bir gaz lambası. Benim yerimde başka biri olaydı çoktan o koyunlar gibi ulu orta ...... " ne dalgası yahu. Dalga geçecek vaktim mi var benim. Ben Karadul teyzeme gideceğim diye petrolde bindi, aldım getirdim. " “ Hatem kızıyorum ama. Hani kimse yok ki" dedikten sonra... " ahanda bu" diyerek elini geriye atıp kolumdan tuttuğu gibi sanki sürpriz bir paketi öne çıkartıyormuş gibi beni kör kuyulara attı. Karanlık!...Aman işte yürüyen gaz lambası yaklaştı. Yaklaştı. Yaklaştı. Tam önümde durdu. Gaz lambasını, sanki X Ray cihazı tutarak tarıyormuş gibi önce sağıma soluma, sonra da kaşıma gözüme tuttu " gece gece, de get işine Hatem!. Tanımam etmem ben böyle birini. Götür bulduğun yere " dedi. Saniyeler önce bende “ne olur beni götür diye yalvaracaktım” fakat tuttuğu lambadan yüzünü görmeseydim. Dünyanın en güzel gözleri ve parlak yüzlü kadını tam karşımda ışıl ışıl parlıyordu. Ben hayatımda hiç otuzlu yaşlarında olsa gerek, böyle güzel yüze sahip teyze! görmemiştim. Körün istediği bir göz ALLAH verdi iki göz misali beni can evimden vuran bu görüntüye sahip kadının, evinde vakit geçirmek için ayaklarına kapanmaya razıydım. Öyle de yaptım. Nasıl olsa gözyaşlarımı göremezler diye hıçkırarak yalandan ağlamaya başladım. Hatta siyah çarşafın gizlediği dizlerine yapıştım. " yalan söyledim. Yalan söyledim!. Yalvarırım beni geri götürmeyin. Ne isterseniz yaparım. Evden kaçtım ben. Babam beni istemediğim biriyle zorla evlendirecek. Sadece birkaç gün kalmama izin verin " dedim. İnanmaları için dilimden gelenin en iyisini yaptım. İnanmadı güzel hayalet. " Hatem Allah aşkına al götür şunu! Dolandırıcı mı kaçakçı mı ne. Yalan söylüyor. Götürmezsen at bir kenara bok çuvalı gibi “ dedi
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD