Ayağımın kırılması, planlarımın içine asla dahil değildi. Zaten söz konusu ben olduğumda hayat planlarım dahilinde hiçbir zaman ilerlememişti. Ayağımı değil ayak bileğimi kırmıştım. Evet bence kırmıştım çünkü mümkün değil o çıkan sesten başka bir durum söz konusu olacağı.
Zoraki serilen hasta yatağımda bedenim sabitti. Ama gözlerimle tıpkı bir bilim-kurgu filmindeki taramaya ayarlanmış robotlar gibi etrafımı inceliyordum. Hafızamın en kıymetli köşesine, silinmemesine özen göstererek gördüklerimi kaydediyordum.
Yanımda kimse yoktu. Sabahın erken saatlerinde Karadul. Hayır artık ona Karadul demeyecek güzel hayalet diye anacaktım. Evet bu güzel hayat sabahın erken saatlerinde kahvaltımı verdikten sonra “işim var!” diyerek yanımdan ayrılmıştı.
Tabi ki bu asabi hayalet sadece bunu söylememişti. Bulunduğu yörenin şivesini ekleyerek uyarısını yapmıştı.
“Bana bak şifimdik! Gözlerinden belli senin fırıldak olduğun. Ben gelene kadar götünü devir yat. Sakın ortalığı kurcalamak için ayağı kalkma. Bir de kıçını başını kırıp derdime dert ekleme” demişti.
Ya bu uyarıyı bile yaparken gözlerimi zerre üstünden ayırmamıştım. O dudaklarının kıvrımı, kapıdan çıkışı, saçlarının bakımı ve gözlerinin iriliği ve güzelliği sahiden güzel olan bir kadının en üstün güzelliklerini taşıyordu. Erkek olsam vurulacak derecede dikkatimi çekme sebebim o saklandığı örtüler ve adının Karadul anılmasının vermiş olduğu meraktan ötürüydü.
O kapıdan salınarak çıktıktan sonra karşımda en çirkin haline bürünmeye çalışsa da yüzündeki bu güzellikle imkansızdı. Bence bir insan kötüyse kesinlikle gözlerine yansırdı. Yetmiyorsa suretinden kendini mutlaka belli ederdi.
Hayır bu tespit edilmiş bir gerçek değildi. Dikkatli bakmak isteyen herkes görebilirdi. Çünkü insanın içine işleyen kötülük bir şekilde dışına taşıyor ve bedeninin de iz bırakıyordu.
Yani o zaman çirkin yaratılmış her insan kötü mü olurdu?
Yok, mesele yaratılışın çirkinliği değil—kötülüğün dışa vurduğunda aldığı o iğrenç hâl. Tıpkı yolculuk sırasında çocuğuna kötü davranan o annenin benim gözümdeki çirkinliği gibi. Zaten yüzüne bakar bakmaz ne çirkin bir kadın demiştim. O bakışları dünyanın en güzel kadını da olsa halini çirkin kılıyordu. Fakat adı karadul olarak bu insan yüzüne bakıldığında asla böyle bir izlenim bırakmıyordu.
Bu güzel hayalet sanki çirkin olmak için ant içmiş gibiydi. Eğer bende ben isem bunu çözmeden şuradan şuraya ayrılmazdım. Tabi ensemden sürüklenmediğim sürece. Eğer kötü olsaydı beni o kırık bilekle orada bırakmazdı.
Buna sığınarak sabah o kadar hakaret etmesine rağmen sanki yüzüme iltifat ediyormuş gibi bakmam buna güvenmemden ötürüydü. En son kapıdan çıkacakken de şöyle karşılık vermiştim. Samimi, içten ve en sempatik halimle.
“Bu halde nasıl kalkabilirim ki, ablacığım! Değil ayağa kalkmak, ayağımı kıpırdatamıyorum bile” derken fazlasıyla abarttığımın bende farkındaydım. Güzel hayalet de yandan yandan bakarken yüzü bunu kanıtlıyordu.
“Bir şeyler getireceğim onları ye sonra da ben gelene kadar yat zıbar” dedikten sonra kapıyı çarparak çıkmıştı.
Geri döndüğünde ise elinde tepsi ve koltuk altına sıkıştırdığı örtü vardı. Ayağım sağlam olsaydı ona yardım ederdim. Sadece izledim. Suratı yeri süpürerek tam önüme yiyecekleri getirdi. Elim ağzımda mahcupça izledim. Çok zahmet verdim bakışı atıyordum ama karnımdaki ses “kes sesini” diye aksini iddia ediyordu.
Bu kadar erken saat de nasıl bunları hazırlamıştı. Yerel işletmelerin kitle çekmek uğruna adına otantik serpme kahvaltı dedikleri ve binlerce para istedikleri lezzetlerin hepsi önümdeydi. İstenilmediğim halde bunu hazırlayanlar bir de beklenilen misafir olsaydım kim bilir nasıl ağırlarlardı.
İşin aslı normal yaşantımda tercih etmediğim lezzetlerdi. Herkesin kendine ait bir beslenme düzeyi olurdu değil mi? Mesala benim için kahvaltı. Yulaf karışımlarıyla meyve dilimleri.
Her neyse işte güzel hayalet benim için hazırlığını yaparken dikkatle izledim. Gözlemeye benzer bir yufkanın arasına maydanoz karışımı peynirli bir dürüm vardı. Gözleme değildi. Rulo şeklinde sarılmıştı. Adına ne diyorlardı acaba? Tabi ki sordum. Bordo renkli ojeli işaret parmağımı uzatıp sordum. “Bu ne?”
Güzel hayalet gözlerini devirdi. “Kör müsün? Sıkma işte!” dedi. Sonra burnuyla dürümü işaret edip açıklama yaptı. “İçine bol tereyağı sürdüm, ye iyice!” diyerek azarladı.
Her an tepsiyi kaldırıp kafama fırlatabilirdi. O yüzden daha az konuşmaya gayret ederek beklemede kaldım. Tepsinin içinde ayrıca yemyeşil otlar vardı. Bir bardak süt, közlenmiş yeşil zeytin ki baharatla harmanlanmıştı. Kaseler içinde bal, çilek reçeli ve adını daha sonra öğreneceğim cevizli sos vardı. Ama en çok dikkatimi çeken erik reçeline benzer siyah reçeldi. Yine de emin olmadım. Karanfil kokusu sanırım ondan geliyordu.
“Peki bu erik reçeli mi?” diye dayanamadım sordum. Bunu sorunca yüzünde kırık bir gülümseme oluştu. Eğilerek bunu yakalamaya çalıştım. Akıllı hayalet buna izin vermeden ifadesini değiştirip daha sakin cevabını verdi.
“Erik değil o. Ceviz reçeli” dedi. Şaşırdım. Patlıcan reçelini bile duymuştum ama ceviz reçelini ilk kez görüyordum. Çatalı alıp ilk ona batırdım. Kıtır bir yumuşaklığı vardı. Isırdığımda bildiğimiz ceviz içiydi. Bu inanılmaz ve tadı da çok güzeldi.
“Bu nasıl olur? O sert kabuklar nasıl böyle yumuşar?" diye hem çiğniyor hem de sormaktan kendimi alamıyordum.
"Onlar yarım olgunlaşmış ham cevizler. Çok konuşma da ye yemeğini haydi! Tepsiyi alıp çıkacağım. İşim gücüm var seninle uğraşamam” diye uyarınca seri bir şekilde hayatım boyunca yaptığım en güzel kahvaltıyı yaptım. Artık baş tercihlerimin arasında yerini alacaktı.
Ben tepsideki silip süpürürken güzel hayalet de elini ağzına kapatmış hayretle bakmıştı. Sonunda kendini tutamayarak kendince espri yapmıştı.
“Görüntüsü çalı çırpı. İçi öğütme makinesi mübarek. Motorun iyi çalışıyor demek ki” dedi. Ben de şakalaştığı için hayret ettim. Karşılığında samimiyetle kahkaha attığımda baktı ki iş samimiyete ilerliyor, kaşlarını çatıp bir hışım tepsiyi alıp arkasını döndü.
Baktım ki kaçıyor son olarak aklımdaki sorunun yanıtını da almam gerekiyordu. Gece ayağıma nasıl bir tedavi uygulamışlardı. Başıma daha fazla iş açmamak için bunu bilmem gerekiyordu.
“Son bir şey daha!” diye peşi sıra bağırdım. Elinde tepsi kapı ağzında durdu. Evet bu kez sahiden kızgındı.
“Kız ne var yine” diye sertçe çıkıştı. Onun sesinin aksine gayet sakin ve oldukça kibar olmaya çalışarak sordum.
“Ablacığım ben sana şeyi soracaktım. Ayağımı kim tedavi etti? Bir de dışarı çıktığında rica etsem doktoru bir kez daha gelmesini söyler misin? Şimdi ben ayıldım ya bir de böyle bakıp değerlendirse” dedim.
Elbette aptal değildim. Ayağıma ilkel yöntemlerle işlem yapıldığını anlamıştım. Maksadım, hangi yöntemleri bire bir kullandıklarını öğrenmekti. Ben böyle sorunca gülecek gibi oldu sanki gülmek ona harammış gibi inci gibi dişlerinin arasına dudağını alarak ezdi.
“Kız ne doktoru? Çıkıkçı Kör Veli Emmiyi çağırdık o gelip baktı.” Dedi. Adam kör müydü? Çıkıkçı mı deniyordu onlara. Hafızamda böyle bir terim yoktu.
“Sağ olsun yardımcı olmuş. Peki nasıl bir tedavi yöntemi kullandı biliyor musun? Ayrıca ayağımı resmen alçıya almış gibi neden bu kadar ağır” dedim. Alçı işlemini yapmış olabileceklerini düşünmüyordum.
İşte bu soru ona dalga geçme fırsatı vermişti. Yoksa bahsettiği yöntem hiçbir zihnin mantıken kabul edebileceği değildi. Hayır asla bunu yapmış olamazlardı. Yönünü tamamen bana dönüp anlatma şekli de bunu da kanıtlıyordu.
“Bak ne yaptı biliyor musun? Senin o it dişi gibi bileğin dönünce pancar gibi kızarmış. Veli emmi Hatem’in tıraş bıçağının jileti ile önce oranın pis kanını aldı. İnce ince dilip kanı akıttı. Sonra yumurta akı ve tuzlu hamur kardı oraya sardı. İki dal parçasıyla eskimiş atlet kumaşıyla sağlı sollu dolayıp sardı. Senin ince bilek dilimlenmiş kıymalı mantı oldu. Al sana tedavi yöntemi” dedi.
“Ay sahiden bunları mı yaptı?” derken sesim fazlasıyla incelmişti. O da aynı incelikte taklidimi yapıp kapıya çıktığında arkasından kıkırdama sesi gelmişti.
“He ayyyy! Yaptı kız”