2

1059 Words
2005, Ağustos "Gördün mü?" diyerek nefes nefese geldi yanıma ablam. İzmir üzümleri çıkmıştı, üzüm cennetinde yaşayıp da illaki İzmir üzümü zamanını bekleyip, pazardan torbalarla çektirip oturup iştahla yerdim. Sadece on altı yaşındaydım. Gençliğin kıymetli olmadığı zamanlarda, evden uzaktaki hayatı bilmeyen masum kalınsın isteyen kız çocuklardandım. Şöyle derdi annem, nehrin oralarda biraz turlayalım mı dedik mi, "Siz sokak sürtüğü müsünüz? Kız kısmı kırar dizini oturur." Kışları sever yazlardan pek hoşlanmazdım sırf bu sebepten. Kışın annemden babamdan gizli saklı nehrin kenarına da giderdim, aşıklar tepesine de çıkardım. Yazları ise tek eğlencem İzmir üzümlerinin bizim buraların pazarlarına gelmeye başladığında bir tabak dolusu üzümü ağzımın suyu akarak yemem olurdu. Aslında annem daha yazın başında halk eğitimin dikiş kurslarına göndermek istedi bizi ama babam otursunlar evde, iki kap yemek pişirip, ev işlerine yardım etsinler diyerek engel oldu sabahları iki saat de olsa sokağa çıkıp bir nefes almamıza. Ablam için durum daha da vahimdi çünkü okulu o yaz bitirmişti, benimse daha iki senem vardı. Ablam için artık hayırlı kısmet beklemekten daha iyi bir seçenek yoktu. Uzanıp radyonun sesini kıstığı gibi kendini benim yanıma attı. Cehennem gibi bir sıcak vardı dışarıda, evin en kuzeydeki odasında o dönemlerin en meşhur şarkısı İlhan Şeşen'den "Sarılınca Sana" çalarken üzüm yemekle meşguldüm ve ablam dört duvarın içinde ne görmüş olabilir diye düşündüğümden havadisini hiç mi hiç önemsemiyordum. Radyonun sesini uzanıp tekrar açtım ve öfkeli bir şekilde ittirdim onu kolundan. "Bu benim en sevdiğim şarkı." Bu, ablamın da en sevdiği şarkıydı. Akşamları, babam haberler sonrası kendince ve kendi deyimiyle gavurlaşmaya karşı duruşunun simgesi olarak televizyonu kapattığından biz ablamla ancak radyoda şarkı tutmaca oyunu ile vakit geçirirdik. Sarılınca Sana ne zaman çıksa benim şarkım kavgasına tutuşurduk. Biz ablamla renkli kağıt peçeteleri, çiftine birden sahip olamadığımız için tek tek üleştiğimiz çift takılınca anlam kazanılan tokaları, anneme yalvar yakar aldırdığımız bir tanecik kırmızı ojemize, ranzanın altında mı üstünde mi yatacağımızın tayin edilemeyişinden mütevellit üst kısmını, karpuzun göbeğini, bulaşık yıkarken durulama tarafını, balkonda otururken yolu gören sol kısmı, banyo sırasında banyo yıkayacak olmaktan kaçındığımız için ilk sırayı, beyaz mus çorabı (Belçika'dan halam bir tane getirdiğinden), evdeki tek el aynasını, annemin genç kızlığından kalma topuklu terliğini, babamın hacıdan getirdiği inci kolyeyi, babaannemin zamanından kalma kirpik kıvırıcıyı, o evde neyden bir tane ise, bazen iki tane olsa bile hep aynı eşi için mutlaka kavga ederdik. Saçlarımıza öyle bir asılır, karşılıklı öyle bir çekiştirirdik ki annem bizi ayırdığında avuçlarımızda birer tomar saç olurdu. Birbirimizin başından kopardığımız kıl yumakları. Müziğin sesini yükselttiğim gibi büsbütün kapattı. Gözlerimi tehditkarca pörtletirken verdi haberi: "Yan eve taşınıyorlar." Bir süredir mühim bir konuydu bu bizim için. Babam, dedemden kalma, rahmetli babaannemin de uzunca bir süre yaşadığı evi onun ölümünün ardından kiraya vermeye karar vermişti. Aynı avlunun içinde nerdeyse birlikte yaşayacak gibi olunca eli yüzü düzgün, temiz insanlar arayışına bir kriter daha ekledi. Memur kiracılar istiyordu. Sonra bir gün evi kiraya verdiğini haber verdi. İstanbul'dan tayinle gelen karı koca polis bir çiftti kiracılarımız. "Kadın da mı polis?"diye sordu peşi sıra annem. Kadın da polisti. Kadınlar polis olabiliyordu elbette bunu annem de biliyordu ancak hiç bu kadar yakınında bir kadın polis olmamıştı. "Gençler o vakit."diye yeni bir varsayımla sürdürdü tahminini. Genç değillerdi. "Biz yaşlar." dedi babam. "Bir çocukları varmış o da sene boyu okulda oluyormuş. Temiz insanlara benziyorlardı, bizim Selahattin de kefil oldu, teyze oğlunun komşularımıymış ne?" Ablam istiyordu ki sene boyu okulunda olan çocukları, bizim yaşlarımızda bir kız çocuğu olsun. Yazları da olsa iki laf edecek, dimağımızı açacak, bizi labirent misali dolanıp durduğumuz yerlerden çıkarıp kendi hayallerine daldıracaktı. Ablam kadar arkadaş canlısı olduğumu söyleyemeyeceğim. Babamın deli kara kızı, hem deli hem kara kızı olarak kendime yetmeyi bilirdim. "Oğlanmış, akademide okuyan çocukları da..." ablam yeni kiracıların taşındığının haberinin peşine ekleyiverdi bu sözü. Bir kolunu katladı dirsekten ve sıktı kaslarını. Ben bir farklılık göremesem de o hayali bir tümsek çizdi kolunun üstüne ve "Aha böyle pazuları var." dedi. "Koca koltuğu sırtladığıyla götürdü." Ablamın platonik sevdalar konusundaki başarısını iyi bilirdim. Her seferinde ağlar, her seferinde ölene dek unutamayacağını söyler ve sonunda yine bir başkasına platonik olarak yeniden aşık olurdu. Çirkin bir kız olduğundan değildi karşılık bulamayışı, kapanıktı içine, vadetmezdi karşısındakine duruşu ile herhangi bir ilişkiyi. Kimse de Muammer'in kızları falancayla geziyormuş demesin diye, babam duyarsa bacaklarımızı çatır çatır kırar diye de korkar, kendi içinde, bir başına, hiç hissetmemiş gibi yaşar giderdi aşkını. "Upuzun Elif," diye sayıkladı ablam. "Uzun pazu..." diye anlamlandırmaya çalıştım onu. Radyonun sesini yeniden açtığımda maalesef ki "Sarılınca Sana" bitmişti. "Senin yüzünden." Dürtükledim onu huysuz dirseğimle. Dirseğim huysuzdu çünkü kim bilir bir daha ne zaman çalacaktı sevdiğim o şarkı. "Merak etmiyor musun Elif?" "Pazuları mı?" "Alay etme." Ciddi bir konuda konuşmuyorduk ancak yine de ablam benim ciddi bir birey olacağım günü sabırsızlıkla bekliyordu. Pekala biraz lakayt ve vurdumduymaz olabilirdim ancak hepsi gençliktendi. Ben yaşımın kıymetini bilmeyen diğer akranlarım gibi her acıyı dibine kadar yaşamak yerine üzerine tuzlu ayran içmeyi tercih ederdim. Acının ilacı ayrandır, bunu herkes bilir. "Annem oğlana bakıyorum diye içeri yolladı beni. Oğlana bakıyorum diye değil de bakarım diye, birkaç defa baktım ve o da bana baktı." "Aferin kız." Alkışladım mükafatını vermek maksadıyla. "Kedi olalı bir fare tutarsın belki de. Pazulu fare." Gevrek gevrek güldüm. Alınmadı, omzunu silkti ve "Sen baksana pencereden hala orada mı? Şimdi annem benim baktığımı görürse işkillenir, hadi be Elif, hadi!" Annem, bana hep bir kıyamazdı. Çocukluğumdan bu yana ateşli havaleler, doğuştan var olan kalbimdeki delik, şehirdeki üniversite hastanesinde uzun uzun beklemeler derken beni kaybetmekten duyduğu korku evlat ayrımına itmiş annemi. Ona hak vermiş değildim ne o gün ne de bugün ancak sebeplerini anlıyordum. "Hadi be Elif!" Bir kez daha yalvar yakar bakınca gözlerime eh dedim ne kaybedeceğim, bir pencere önünden pazulu, uzun boylu bir genç oğlana bakacağım. Üzümlerimi oturduğum yere bıraktım, birazdan geleceğimi bildirdim bakışlarımla ve perdeyi hafifçe araladım. Onu ilk görüşümdü o gün. Perdenin kenarından, camın arkasından bir bakıp geri çekilecekken gözlerim üzerinde uzun uzun kaldı. Annesi annemle konuşurken biraz arkalarında güneşten gözlerini kısmış, eli belinde onlara bakıyordu. Saçlarının önü diğer taraflarından biraz uzun ve hafiften havaya kaldırılmış, üzerine giydiği tişörtün kollarını omzuna kadar katlamış, yorgun, her şeye ve herkese karşı ilgisiz bir tavırla öylece duruyordu. Pazularını görmedim. Vardıysa da o gün fark edilecek ilk detay değildi benim için. Ablam haklıydı uzundu, ablam şu konuda da haklıydı dikkat çekiciydi ve ablam bu pısırıklıkla ona hayatta sahip olamazdı. "Orada..." dedim. "Hi!"diyerek inlediğini duydum. "Nasıl ama çok yakışıklı değil mi?" "Bu çocuğu sana kaptırmam abla." İlk seferinde şaka yapıyorum sanmasın diye ekledim. "Bu çocuğu sana kaptırırsam bana da Elif demesinler."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD