📖 3. BÖLÜM – HAYAT İLK ÖNCE SESSİZCE TOKATLAR
Hayatın bazı anları vardır…
Kimse sana “hazır mısın?” demez.
Üstünde uyarı yazmaz.
Kapını çalıp izin istemez.
Sessizce gelir.
Ve ilk tokadını, en savunmasız hâlinde indirir.
Benim için o ilk tokat, kimsenin görmediği bir gecenin içinde geldi. Dışarıda rüzgâr kapıları titretiyordu ama asıl titreten rüzgâr dışarıda değildi… içimdeydi. İnsan bazen kendi içinde kopan fırtınayı kimseye anlatamaz çünkü kelimeler yetmez. Ben de anlatamamıştım. Anlayacak kimsem olmadığını düşündüğüm o yaşlar, insanı en çok büyüten, en çok yaralayan yaşlardır işte.
Çocuk değilsindir, ama yetişkin de sayılmazsın.
Arada kalmışsındır.
Ne duygunu bilirsin, ne yolunu…
Sadece acının şekil verdiği bir sessizliğin içinden yürürsün.
O gece, her şeyin değişmeye başladığını hissettim. Bir insanın içinde bir şey kırılır ya… direk çat diye değil, yavaş yavaş, sessizce. Önce bir gıcırtı gelir, sonra çatlak büyür, sonra bir gün aynaya baktığında gözlerin bile başka bakar. Ben o değişimin ilk titreşimini hissettim o gece.
Karanlık odanın içinde öylece oturuyordum. Ne yapacağımı bilmeden, nereye gideceğimi bilmeden.
Kimseye bir şey söyleyemezdim, alışmıştım zaten.
İçime atmak, benim en büyük alışkanlığımdı.
Ama bilmediğim şey şuydu:
İnsanı en çok yaralayan tecrübeler, aslında onu en çok güçlendiren tecrübelerdir.
O an bunu bilmiyordum.
Sadece üşüyordum… içimden.
O gece ilk kez şunu anladım:
Bazen kader seni korumak için değil, uyandırmak için sarsar.
İşte beni sarsan o gece, her şeyin başlangıcıydı.
O geceyi anlatırken kelimeler hep ağır gelir.
Çünkü insan bir acıyı yaşarken değil, anlattığında ikinci kez yaşar.
Benim için de öyleydi.
Her detayı hatırlamak istemesem de, o tecrübenin beni nasıl birine dönüştürdüğünü inkâr edemem.
Odanın köşesinde duran eski bir sandalye vardı. Sırtlığında yılların izi, kenarlarında dökülmüş vernik… Sanki ben gibiydi. İçimdeki yorgunluğu o sandalye bile görse, “kaldırmaz” derdi. Ama ben oturuyordum işte; sessizce, düşünmeden, düşünmekten yorularak.
Pencerenin aralığından bir sokak lambasının turuncu ışığı içeri sızıyordu. İnsan bazen karanlıkta durur ama tek bir ışık huzmesi bile içini titretir ya… İşte benim de içimi o ışıkla beraber bir korku titretmişti. O yaşta insan korkusunu bile doğru yönetemez. Saklanmak istersin ama nereye? Kaçmak istersin ama nasıl?
Kendi içinden kaçamazsın.
Hayat bana bunu çok erken öğretti.
Bir ses duydum.
Fısıltı değil…
Sadece evin gece çıkan o tuhaf gıcırtılarından biri.
Ama o an o gıcırtı bile kalbimi hızlandırmaya yetti. Çünkü insanın içi kırılgansa, en ufak ses bile onu dibe çeker. Ben de dibe çekiliyordum. Suya batıyormuşum gibi… nefesim daralıyormuş gibi…
Sonra kendi kendime sordum:
“Ben bu hayatın neresindeyim?”
Ne çocukluğum tamdı, ne gençliğim başlayabilmişti.
Bir şeyler bitmişti ama neyin bittiğini bile bilmiyordum.
Bir şeyler başlamıştı ama ne olduğunu da anlamıyordum.
Hayat bazen böyle yapar.
Hiçbir şey söylemeden seni ortada bırakır.
Ve dersini sen kendin çıkarmak zorunda kalırsın.
O gece ilk kez şunu düşündüm:
“Belki de kimse beni kurtarmayacak.”
Ve bu cümle, bir insanın büyümesine atılan ilk imzadır.
Çünkü bir kişi kendi kendine şunu söylediğinde:
“Ben kendi kendimin çıkış yoluyum.”
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz.
Ben de o gece bunu anladım.
Beni kaldıracak olan, beni toparlayacak olan, beni iyileştirecek olan…
Kimse değildi.
Bendim.
Ama bunu fark etmek bile acı verdi.
Küçük bir kızın omzuna yüklenen koca bir sorumluluk gibi…
İçimde bir ses vardı, çok derinlerde.
Kendi kendime söylediğim ilk güçlü cümle belki de oydu:
“Dayan. Çünkü bir gün buradan çıkacaksın.”
O çıkışın ne zaman olacağını bilmiyordum.
Nasıl olacağını da bilmiyordum.
Ama bir çıkışın var olduğunu bilmek bile insanı ayakta tutan bir umut kırıntısıdır.
Ben o umut kırıntısına sarıldım.
Belki bir saç teli kadar inceydi, ama yine de sardım… bırakamadım.
Çünkü insan en çok, hiçbir şeyin kalmadığını sandığında tutunur.
Ve ben o gece,
kendime tutunmayı öğrendim.
İnsan bazen kendine bile itiraf edemediği şeyleri yaşar.
Bir bakarsın susuyorsun…
Bir bakarsın gülüyorsun…
Bir bakarsın iyiymiş gibi davranıyorsun…
Ama içindeki fırtına bir türlü dinmez.
Benim de içimde dinmeyen bir fırtına vardı.
Dışarıdan bakan biri “sessiz” derdi, “olgun” derdi, “biraz içine kapanık” derdi.
Kimse “kırılmış” demezdi.
Kimse “yorulmuş” demezdi.
Çünkü insanın yorgunluğunu en iyi kendisi bilir.
Yaralarını da kendisi taşır.
O gece düşündüm…
Bir insanın en büyük tecrübesi nedir?
Acı mı?
Yalnızlık mı?
Kayıp mı?
Hayır.
İnsanın en büyük tecrübesi, kendini ilk kez tanıdığı andır.
Ben de kendimi o gece tanımaya başladım.
Karanlıkta otururken anladım ki;
kimse beni benim kadar anlamayacak.
Kimse benim savaşımı benim yerime veremeyecek.
Kimse benim içimdeki yarayı benim kadar bilemeyecek.
O acı, artık benimdi.
Kaçamazdım.
Saklayamazdım.
Yok sayamazdım.
Ama şunu seçebilirdim:
O acı beni bitirecek mi?
Yoksa beni yükseltecek mi?
İşte o an içimdeki bir şey sertleşti.
Sanki kabuk tuttu bir yanım.
Sanki gözlerimin içinde yeni bir bakış doğdu.
Karanlık bana zarar vermiyordu artık.
Korku da…
Çünkü insan bir acıyı yeterince yaşadıysa,
aynı yerden bir daha vuramaz hayat.
Pencerenin buğulanmış camında parmak izimi gördüm.
O parmak izi bile bana şunu hatırlattı:
“Varlığın iz bırakıyor.”
Belki kimse görmüyordu.
Belki kimse fark etmiyordu.
Ama ben vardım.
Ve bu dünya beni görmese bile,
ben kendime şahitlik ediyordum.
Nefes aldım.
Uzun, derin bir nefes…
İlk kez nefesimin bile bir anlamı vardı sanki.
Sonra kendime şöyle dedim:
“Bir gün, bu yaşadıklarını anlatırken güleceksin.
Çünkü bugün seni kıran şeyler, yarın seni büyüten ders olacak.”
Bu cümle o kadar içime işledi ki…
Sanki biri kulağıma fısıldamış gibi.
Ama kimse yoktu.
Sadece ben vardım.
Ve kendi sesimin bana öğrettiği bir gerçek:
Hayatta en büyük duayı, en büyük desteği, en büyük gücü insan kendi içinde bulur.
Ben de o gece kendimin yanına oturdum.
Kimse bilmez ama insan bir gün kendi kendine arkadaş olur.
Kendi can yoldaşı olur.
Kendi sırrının sahibi olur.
O gece kendime sahip çıkmayı öğrendim.
Kimseye söyleyemediğim şeyleri kendime anlattım.
Kimsenin duymadığı cümleleri içimden geçirdim.
Ve ilk kez…
gerçekten ilk kez…
“Ben iyileşeceğim.” dedim.
Belki hemen değil…
Belki bir gecede değil…
Belki yıllar sürecekti…
Ama biliyordum:
Yıkıldığım yerden yeniden kalkacaktım.
Çünkü bazı tecrübeler, insanı öldürmez;
sadece kim olduğunu hatırlatır.
Ben kim olduğumu o gece unutmamaya söz verdim.
Karanlığın içinden çıkmak kolay değildir.
Ama en zor olanı, o karanlığın seni değiştirdiğini kabul etmektir.
Ben o gece, içimde bir şeyin değiştiğini hissetmiştim.
Belki adı cesaretti, belki inat, belki de hayata karşı bir başkaldırı…
Ama ne olduğunun bir önemi yoktu.
Önemli olan, artık eski ben olmadığımı anlamamdı.
Odanın duvarlarına baktım.
Yıllardır aynı duvarlar, aynı renk, aynı çatlak…
Ama ben artık o duvarlara aynı gözle bakmıyordum.
Çünkü insan büyüdüğünde, sadece içinde değil, baktığı her şeyde değişim görür.
Bir duvar bile sana “Artık farklısın.” der.
Küçükken dünyanın çok büyük olduğunu sanırsın.
Büyüdükçe anlarsın ki, dünya aslında yaşadıkların kadardır.
Sen ne öğrendiysen, ne gördüysen, ne acı çektiysen…
Dünya biraz da odur.
Benim dünyam o gece genişledi.
Ama aynı zamanda daraldı.
Çünkü anladım:
Yanımda kimse yoktu.
Ve yalnızlığı fark ettiğin o an, insan olmanın ilk gerçek tecrübesidir.
Yalnızlık kötü müdür?
Hayır.
Yalnızlık insana kendini öğretir.
Sessizliği öğretir.
Düşünmeyi öğretir.
Kırılmayı, toparlanmayı, ayakta kalmayı öğretir.
Ben de o gece yalnızlığımla tanıştım.
Ama korkmadım.
Çünkü içimde tuhaf bir güç vardı.
Hani bazı insanlar vardır, omuzlarına ne kadar yük yüklersen yükle,
eğilmezler…
çünkü içlerinde görünmeyen bir direk vardır.
Benim direğim de o gece dikilmiştir belki.
Kendime sarıldım.
Kimse yoktu, ama ben vardım.
Bu cümlenin gücünü yıllar sonra anlayacaktım.
Dışarıdan hafif bir rüzgâr sesi geldi.
Pencerenin camı ince ince titriyordu.
Ama o titreme bile sanki bana bir şey söylüyordu:
“Bu gece geçecek.
Ama sen, bu gecenin izini taşıyacaksın.”
Evet, bazı geceler geçer…
Ama hayatına kazıdığı izler kolay silinmez.
Ve o gece bana iki şey kazıdı:
1. Kimseden medet umma.
2. Kendi içindeki sesi asla susturma.
Bunlar benim ilk büyük hayat dersimdi.
Ne okulda öğretilir,
ne bir kitapta bulunur…
Yaşarsın.
Acısıyla, gerçeğiyle, ağırlığıyla öğrenirsin.
Sonra, bir an durdum.
Kendimi dinledim.
İçimdeki ses artık ağlamıyordu.
Sitem etmiyordu.
Kızmıyordu.
Sadece şunu söylüyordu:
“Burası sonun değil.
Başlangıcın.”
İnsan bazen dibe vurur ki yeniden yükselebilsin.
O gece benim dip noktam mıydı,
yoksa bir adım öncesi miydi bilmiyorum…
Ama kesin olan şu ki:
Artık eski ben değildim.
Karanlık bana zarar vermiyordu.
Sessizlik beni korkutmuyordu.
Acı beni öldürmüyordu.
Çünkü acıyla ilk kez yüzleşmiştim.
Ve insan, yüzleştiği şeyden artık korkmaz.
O gece hiçbir şey değişmedi…
Ama ben değişmeye başladım.
Karanlık da aynıydı, duvarlar da, sessizlik de.
Ama içimde yanan o küçük kıvılcım, her şeyden güçlüydü.
Ve ben ilk kez şunu kabullendim:
“Hayat beni yıkmaya çalışsa da, ben yeniden kurulan tarafta olacağım.”
Bazı geceler vardır, sabaha kadar sürmez…
Ama insanın içinde yıllarca yankılanır.
Benim gecem de öyleydi.
Karanlık beni korkutmadı; sadece hazırladı.
Çünkü anladım ki:
“Hayat bazen insanı sessizce tokatlar,
ama o tokat bir gün seni güçlendiren en büyük tecrübeye dönüşür.”
Ve ben o gece,
kendi sessizliğimin içinden doğdum.