Lara

1378 Words
Bugün güzel bir güne uyandım. Perdeleri araladığımda gökyüzü masmaviydi, güneş bütün sıcaklığıyla odama süzülüyordu. Bu şehirde böyle sabahlara uyanmak nadirdi, o yüzden kıymetini bilerek kalktım yataktan. Hemen banyoya girip sıcak bir duş aldım, suyun vücuduma çarpan her damlası uykumu daha da açtı. Aynada yüzüme baktığımda yorgunluğumu gizleyemiyordum ama en azından bugüne dair içimde hafif bir umut vardı. Saçlarımı toparladım, beyaz doktor önlüğümü giyip her zamanki gibi kahvemi termosuma doldurdum. Arabaya bindiğimde radyoda sevdiğim bir şarkı çalıyordu, bu da günün iyi geçeceğine dair küçük bir işaretti sanki. Hastaneye vardığımda ortalık oldukça sakindi. Acile gelen birkaç hasta vardı ama hiçbirinin durumu ağır değildi. Günlük kontroller, reçeteler, kısa muayeneler derken zaman çabuk geçiyordu. Meslek hayatımın en huzurlu günlerinden biriydi belki de. Ne kavga, ne bağırış, ne de zamansız bir ölüm... Sanki her şey olması gerektiği gibiydi. İş çıkışı arkadaşlarım ile birlikte kafeye gidip bir şey yiyip içmek için plan yapmıştık ve ben şu iş saatimin bitmesini bekliyordum Saatin yavaş ilerlemesine rağmen içimde garip bir huzur vardı. Birkaç evrak işiyle daha ilgilendikten sonra üzerimi değiştirdim, çantamı aldım ve hastaneden çıktım. Arkadaşlarımla önceden belirlediğimiz kafeye doğru yürürken sokak lambalarının yeni yeni yanmaya başladığını fark ettim. Yaz akşamlarının o hafif serinliği tenime çarpıyordu ama rahatsız etmiyordu, aksine dinlendiriciydi. Kafeye vardığımda Gülce ve Elif çoktan gelmişti, her zamanki köşe masamıza kurulmuşlardı. Elif beni görünce el salladı, Gülce ise gözleriyle “Geç kaldın yine,” der gibi bakıp ardından gülümsedi. “Yüzünde güneş doğmuş gibi, güzel geçti demek ki günün,” dedi Elif, çantasından rujunu çıkarırken. Başımı salladım. “Bugün her şey çok sakindi… İlk defa nefes aldım gibi hissettim.” Garson masamıza yanaşıp siparişleri almak için bekledi. Elif her zamanki gibi sütlü kahvesini söyledi, Gülce limonata istedi. Ben de kendime limonlu cheesecake ve yeşil çay söyledim. O an bile kafamı boşaltmak, sadece o masada oturmak istedim. Günün yorgunluğu yerini küçük bir rahatlığa bırakıyordu. Sohbet hafifti, tatlıydı, tam olması gerektiği gibiydi. Gülce hastanedeki yeni asistanlardan bahsediyordu, durmadan gelen stajyerleri anlatıyor, isimleri karıştırmamıza rağmen her birine ayrı lakap takıyordu. Elif ise bir türlü ayrılmayı beceremediği sevgilisinden yakınıyordu, her zamanki gibi "Bu kez kesin bitti," deyip sonra mesaj geldiğinde ekranı utanarak çeviriyordu. Arada sırada kahkahalar yükseliyor, bazen de sessizleşip birbirimizin gözlerinde hayatın telaşına rağmen yakaladığımız bu küçük huzuru seyrediyorduk. Saat ilerledikçe kafedeki kalabalık azaldı. Sokak lambaları iyice netleşmişti dışarıdan. Biz hâlâ oturuyorduk. Gülce ve Elif arabayla döneceklerini söylediğinde, ben o an içimden geçen düşünceyle kararımı verdim. “Ben biraz yürüyeyim,” dedim. “Hava güzel, iyi gelir.” Elif hemen yüzüme baktı, kaşlarını hafifçe çatarak, “Emin misin? Bu saatten sonra sokaklar pek tekin sayılmaz,” dedi. Gülce de aynı tonda destekledi onu. “Arabaya sığarız, seni de bırakırız. Hem yarın erken mesain var.” Gülümsedim, içten ama kararlı bir ifadeyle. “Gerçekten iyiyim. Bugün kendimi yorgun hissetmedim. Biraz yürümek iyi gelecek, hem evim çok uzak değil.” Elif çantasından telefonunu çıkarıp saatine baktı. “Peki o zaman… Ama eve varınca mesaj at. Hatta atmazsan biz seni ararız, bilmiş ol.” Kahkaha attım. “Tamam, tamam. Mesaj atacağım. Korkmayın, başıma bir şey gelmez.” Gülce göz kırptı. “O zaman güzel yürüyüşler doktor hanım. Ama biriyle tanışırsan da detayları bizden saklama.” “Yolda tanışmak mı? Burası romantik bir Fransız filmi değil Gülce,” dedim alayla. Biriyle karşılaşmak ve aşk yaşamak ne mümkün. Sokak lambalarının ışığında gölgem önümde uzuyordu. Şehrin uğultusu yavaş yavaş yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Adımlarım ritmini bulmuştu ama zihnim... o hep aynı yerde takılı kalıyordu. Emre. Adını düşündüğümde bile içimde bir öfke kabarıyordu. Mideme oturan o keskin ağırlık... hâlâ geçmemişti. Aldatılmak… öyle kolay unutulacak bir yara değildi. Bir insana güvenip de onun seni sırtından bıçakladığını görmek, insanın kendine olan inancını bile sorgulatıyordu. Ben onun gözlerinin içine bakarak sevdim. En saf, en temiz duygularımla. Onunsa gözlerinde bambaşka bir yalan parlıyormuş meğer. Telefonunu yüzüme kapattığı her gece, başka bir kadına gülümsemiş. Ben uyuyorum sanırken, o başka birinin hayalini kuruyormuş. Ve sonra, aylar sonra karşıma geçti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi… Sanki yıkılan ben değilmişim gibi. “Lara,” dedi, sesi titriyordu. “Yaptığım şeyin farkındayım. Pişmanım. Sana bunu yaşattığım için kendimden nefret ediyorum.” Gözlerimin içine baktı o an. Ama ben... ben onun gözlerine bir daha aynı yerden bakamadım. Orada sevgi falan kalmamıştı. Sadece bulanık, çürümüş bir geçmiş vardı. “Beni affetmen için değil… sadece bilmeni istedim. Seni sevdim.” Sevgi mi? Sevgi, ihanete kılıf değildir. Sevgi, insanı düşürmez, ezmez, yerle bir etmez. Sevgi, gece uykularında sana zarar vermez. Onun sevgisi, sadece kendi çıkarına dokunmayınca kıymetliymiş meğer. Bense her şeyiyle onu sevmiş, inanmıştım. Aptallığıma yandım. Ama artık o acıya bile tahammülüm yoktu. Affetmedim. Affetmeyeceğim. Çünkü bazı insanlar affedilmeyi hak etmez. Bazı yaralar kabuk bağlamaz, bazı ihanettin adı bile telafi edilemez. Emre'nin pişmanlığı beni zerre ilgilendirmiyor. O, kaybettiği şeyi geri istedi. Ama ben kaybettiğim kendimi geri almakla meşgulüm artık. Bu gece yürümek istememin tek nedeni belki de buydu. Kendi içimdeki o kirli sayfayı tamamen yırtmak. Geçmişin izlerini geride bırakmak. Daha ne kadar taşıyacaktım ki onu içimde? Bazı insanlar sevgiyi hak etmiyor. Emre de onlardan biri. İyi ki geç olmadan öğrenmişim beni aldattığını, yoksa evlenecektim o adamla… Aynı çatı altında yaşayıp her sabah yüzüne bakacaktım. Onun yalanlarıyla ördüğü sahte bir hayatın içinde solup gidecektim. Daha da pişman olacaktım. Beni değil, kendini seven bir adamla yıllarımı çürütmüş olacaktım. Şimdi düşünüyorum da... ne büyük şansmış o gün o mesajları görmek. O aptal kadının bana gönderdiği ekran görüntüleri, canımı yaktı evet… ama belki de hayatımı kurtardı. Bazen bir yıkım, geride kalan en sağlam temeldir. Ben kendimi onun altında yeniden inşa ettim. Artık daha güçlüyüm. Daha temkinli. Ve sevgiye inancım… pek kalmadı. O düşüncelerle yürürken ara sokaklardan birine sapmışım fark etmeden. Yolun karanlığı, gündüz içimdeki huzurdan eser bırakmıyordu. Telefonumu çıkarıp saate baktım. Elif mesaj atmış: “Ulaştın mı evine?” Tam geri yazacaktım ki, gözüm bir hareketlenmeye takıldı. Sokak lambasının aydınlatamadığı köşede, bir karaltı vardı. Duraksadım. Adımlarımı yavaşlattım. Yaklaştıkça bedenim gerildi. Birinin yerde yattığını gördüm. Önce evsiz biri sandım ama... hayır. Üstü başı darmadağınıktı, ama lüks bir ceketin parçaları, silah kabzası, ellerinde kurumuş kan… Bu adam sıradan biri değildi. Nefesimi tuttum. Yaralıydı. Ve hâlâ yaşıyordu. Göğsü belli belirsiz inip kalkıyordu. Sol tarafı kana bulanmıştı. Omzundan vurulmuş gibiydi ama başka yaralar da vardı. Adını bilmiyordum. Nereden geldiğini, kim olduğunu da. Ama doktor refleksiyle çantamdan hızlıca eldivenimi çıkardım. Yaklaştım, dizlerimin üzerine çöktüm. Yüzünü tam göremiyordum ama sert çizgiler vardı. Güçlü birine benziyordu. Ama o an ne gücü, ne kimliği önemliydi. Yaralıydı. Ve yardım istiyordu. “Burada ne yapıyorsun böyle?” diye sordum. Sesim istemsizce yumuşamıştı. Gözlerini araladı, bana baktı. Bakışları yorgundu ama içinde sönmemiş bir direnç vardı. “Beni kurtarabilecek misin?” dedi fısıltı gibi. O an tereddüt etmedim. “Doktorum,” dedim sadece. İsmini sormadım, benimkini de söylemedim. Şu an sadece yaşaması önemliydi. Çantamdan eldivenleri çıkardım, hemen küçük ilk yardım setimi hazırladım. Omzundan vurulmuştu ama başka kesikler de vardı. Kanı durdurmaya çalışırken titremediğime şaşırdım. Sanki reflekslerim beni çoktan harekete geçirmişti. “Yaraların ciddi ama şanslısın,” dedim, kendimce moral vermek ister gibi. Beni sadece izliyordu. Güvenmeye mecbur biri gibi. O an göz göze geldik. Gözlerinde ne korku ne panik vardı. Sanki yıllardır acıya alışmış biri gibi... ama o bakışlar bana tanıdık gelmedi. Onu daha önce hiç görmemiştim. Yardım istemek zordu, hele böyle bir adam için. Ama etmişti. Ve ben yardım ettim. Yavaşça kalkmasına yardım ettim, sağ kolunu omzuma doladım. Ağırdı, kan kaybı fazla olduğu için zor ayakta duruyordu ama beni itmedi. Sessizce yürüdük. “Beni hastaneye götürme,” dedi bir anda. Sert ama soluk bir tonla. Gözlerinde bir şeyler gizliydi. Kaçtığını, saklandığını o an anladım. Ve nedense sormadım. Sadece başımı salladım. Kendi evime götürdüm. Kapıyı açarken içimde ne bir korku vardı ne de bir pişmanlık. Sadece bir insanı kurtarmam gerekiyordu. Daha önce de benzer yaralı birini hayata döndürmüştüm, ama bu... bu farklıydı. Eve girer girmez onu koltuğa oturttum. Hemen tıbbi çantamı çıkardım. Sargılar, antiseptikler, dikiş seti... Yaralarını sessizlik içinde sardım. Sadece nefes sesi vardı. O bana güveniyordu. Ben de ona adını sormadan canını emanet almıştım. Her şey çok garipti. Birbirimizi tanımıyorduk ama orada, o gece, sessiz bir bağ kurulmuştu aramızda. “Burada güvendesin,” dedim. Gerçekten inanarak söyledim. Başını hafifçe bana çevirdi. Dudaklarında yorgun bir gölge vardı ama minnettarlık da vardı o ifadesinde. İkimiz de farkında değildik. O gece, sadece birini ölümden kurtarmamıştım. Kendi hayatımın gidişatını da bambaşka bir yöne çekmiştim. Adını bilmiyordum. Ama o yabancı, hayatımda en çok iz bırakacak kişi olacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD