8. Bölüm “Kapıdayım”
Aybige Türkeli… 🖋️🖋️🖋️
Mutfakta, yağın içerisinde yavaş yavaş kızarmaya başlayan patatesleri izliyorum. Yıllar sonra ilk defa bu koku evimizde tekrar yayıldı. O esnada kapı çaldı, saate baktım. Kürşat’ım geldi okuldan. Babam, Elif'le birlikte markette alışveriş yapıyordur eminim, bilerek oyalanacak, ben Kürşat’la Elif yokken konuşayım diye. Hemen koridora çıktım.
Kürşat kapıyı açıp içeriye girince koridorda benimle göz göze geldi.
“Ablam!” deyip koşarak sarıldı bana. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım; bir daha kardeşlerimi göremeyeceğim sandım, şu kavuşma hiç olmayacak sandım. Kürşat’a sarılınca o korkum geçti. Benden küçük ama çoğu zaman onu abim gibi gördüğüm oldu.
Kürşat, “Ablam ablam!” dedi, bana sıkıca sarılıp havaya kaldırdı ve kendi etrafında bir tur çevirdi. Sonra yere indirdi, gözümdeki yara izine baktı, o gözümden öptü.
“İyisin… iyisin çok şükür. Seni bu evde görm…”
Duraksadı.
“Ama bu koku? Patates mi kızarttın? Neler oluyor abla?” diye sordu…
Elinden tutup mutfağa doğru adımladım. İşaret ettim, sandalyeye oturdu. Ben patatesleri yağın içerisinden almaya başladım.
“Kürşat, bazı gerçekleri yeni öğrendim ve asla senden saklamayı düşünmüyorum. Elif gelmeden sana tüm olanları hızlıca anlatacağım. Duyacaksın, dinleyeceksin, sonra da unutacaksın. Hafızandan tamamen sileceksin, tamam mı?”
“Abla, korkutuyorsun beni.”
“Korkma yakışıklı paşam, korkma. Biz aslında annemiz tarafından başka bir erkek için terk edilmemişiz. Bizim annemiz, MİT personeliymiş. Hilal Birliği adında MİT içerisinde kurulan bir birliğin başkanıymış. İlbilge Hatun mahlasıyla Hilal Birliği’ne başkanlık ediyor. Kadın ve çocuklara yönelik büyük bir tehlike ortaya çıktığında İlbilge Hatun ve Hilal Birliği ortaya çıkıyor, o tehlikeyi bertaraf ediyor, daha sonra gözden kayboluyorlarmış.”
Deyip patates tabağını masaya bıraktım, Kürşat’ın tam karşısına oturdum. Tek kaşı havada şaşkınca beni dinliyordu;
“Abla, sen kafana darbe falan mı aldın? Gözdeki darbe belli ama belki kafaya da darbe aldın. Bak, yazarmışsın ya, kurgu ile gerçeği karıştırıyor olabilir misin?” dedi.
Omzuna vurdum, şakayla karışık;
“Dalga geçme benimle. Anlattığım her şey gerçek. Babam ve Elif gelmeden hızlı anlatıyorum diye sen tüm bunları algılamakta güçlük çekiyorsun. Bizim annemiz, bizi başka bir erkek için terk etmemiş. Buraya odaklan. Yıllardır içini kemiriyordu. Ben etkilendim, bir erkek çocuğu olarak sen belkide daha çok etkilendin. O durum tamamen MİT’in, annemizin bizden gidişine uydurduğu bir kılıf olmuş. Fotoğraflarda gördüğümüz adam MİT personeliymiş aslında.” dedim.
Kürşat geriye yaslandı sandalyesinde.
Beni dikkatle dinlemeye devam etti. Ben de o mağarada, hatırladığım ve hatırladıktan sonra Timur’a anlattığım İrlandalı denilen adamdan bahsettim. Sonra İlbilge Hatunun gelişi ve bana yaptığı açıklamaları… Hepsini anlattım. Ben anlattıkça Kürşat’ın omuzları düştü. En son derin bir nefes alıp verdi ve mırıldanır gibi:
“En azından vatan için, görev için terk edilmişiz… Şerefli bir terk ediliş…” dedi.
Masada duran suyu alıp içtim. Olayları anlatırken o sahneleri sanki yeniden yaşıyor gibi oldum; boğazım kurudu. Suyumu içtikten sonra;
“Bak Kürşat, canım kardeşim… Okulda ya da başka bir ortamda sakın annemizin başarılı bir MİT personeli olduğunu dile getirme. Tehlikenin farkında ol. O İrlandalı denilen kişi her kimse, gerçekten varlığı sadece bizim için değil, neredeyse tüm dünyadaki kadın ve çocuklar için tehlikeli. Bırakalım herkes işini yapsın. Bu adam yakalanana kadar bu sır sende ve bende güvende kalsın. Hava atmak için, benim annem bizi başka erkek için değil, görev için, vatan için terk etmiş deme kimseye. Yanına kimleri casus olarak soktular bilemeyiz. Arkadaşına iki tokat atsalar, senden duyduğu her bilgiyi karşı tarafa verir. Bu konuda sana güvenmek istiyorum.” dedim.
“Tamam abla, merak etme. Kendimi geçtim, seni ya da Elif’i tehlikeye asla atmam. Bunun için hiçbir yerde İlbilge Hatunun adı geçmeyecek.” dedi.
Yeniden gözlerime bakıp;
“Peki abla, sen ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.
Zoraki tebessüm edip;
“Kaldığım yerden yaşamaya devam edeceğim. Sizlerle.” dedim.
“Sen ne yapmak isterdin Kürşat?” diye bu defa ben ona sordum.
Tehlike geçtiğinde, belki de annemi affetmek… Onunla görüşmek isteyebilir. Engel olamam bu konuda ona asla. Gözlerime baktı, masanın üzerinde duran elimi tuttu.
“Bak abla… Annemin gidişinden biz çok etkilenmedik. Çünkü anne diye sana sarıldık. Kıyafetlerimiz yıkandı, ütülendi, karnımız doydu. Bu senin sayende oldu. Sarıp sarmaladın bizi. O yüzden biz çok etkilenmedik o kadının gidişinden. Ama sen… Sen çok yıprandın. Her şey yarım kaldı senin için. Babamla olan konuşmalarınızı hatırlıyorum… Babam sana okuluna devam et dediğinde, kardeşlerimin okuması benim için daha önemli, demiştin. Bizim için feda ettin kendini. Bizim için hayallerinden vazgeçtin. Bu o kadar basite alınacak bir şey değil. Bu konuda senin kararın neyse benimki de o olacak. Görev diye, vatan için diye yumuşatmaya gerek yok. Sonuçta terk edilen üç çocuk var. Elif ateşlendiğinde ağlayarak sabahladığın geceleri ben de unutmuyorum. Midemi üşütmüştüm, evin her yerine istifra etmiştim. Sen temizledin, sen ilgilendin benimle. Hiçbir emeğini hiçe sayıp da, bir şey olmamış gibi gidip o kadınla konuşup görüşmeyi düşünmüyorum şu dakikadan itibaren.” deyip çatalı aldı ve kızartmaya batırdı. Ağzına koymadan önce bir süre baktı. Sonra hızlıca ağzına atıp;
“Şu güzel lezzetten yıllardır mahrum kaldık. Bundan sonra ben de her gün patates kızartması yiyeceğim!” deyip boynuma sarıldı.
Ben kendimi yine tutamadım, yine ağladım. Sırtımı sıvazladı Kürşat ve;
“Keşke seni değil de beni kaçırsalardı ablam… O zorluğu sen değil, ben yaşasaydım. Bari bu yük senin omuzlarında olmasaydı, ben yaşasaydım… Ah abla… Küçük erkek kardeş değil de büyük abi ben olsaydım…” dedi.
Daha sıkı sarıldım.
“Sen yeri geldiğinde yaşının üzerinde olgunluk gösterip bana abilik yaptın. O yüzden için rahat olsun.” dedim.
İkimiz de gözyaşlarımızı silip kendimize gelmeye çalıştık. Kürşat’ı yıllar sonra ilk defa ağlarken görüyorum; bu duruma içim ayrı yandı.
Kürşat boğazını temizler gibi öksürdü ve;
“Gelelim senin şu kaslı, güçlü, kudretli asker karakterlerine…” dedi.
Kendimi tutamayıp kahkaha attım.
“Gülme! Sen öyle erkeklerin hayalini mi kuruyorsun abla!? Yazık, hiç yakıştıramadım sana.” dedi.
Ben daha çok kahkaha attım ve;
“Abla, kıskanılmaz! Bunu defalarca anlatmıştım sana.” dedim.
“Okuldaki çoğu kızlar bana trip atıyor, bizden neden gizledin ablanın yazar Kalem-i Tomris olduğunu diye!? Ulan ben bilmiyorum ki size nasıl haber vereyim diyemedim tabii. Ablam istemedi, sır olarak sakladım deyip biraz ortamlarda piyasa yaptım. Arkadaşlarımdan soran olursa senin bu sırrını sadece ben biliyorum, tamam mı? Bozma sakın.”
“Tamam tamam bozmam…”
“Bu arada kardeşin olarak ben bile o kitapları parayla aldım. Bari evimize imzalı kitap gönderseydin kurye ile çaktırmadan.”
“Ben ne emeklerle yazıyorum, değişen bir şey yok. Para sadece sağ cebimizden çıkıp sol cebimize girdi diye düşün. Dolaylı yoldan beni buldu yani o kitaba verdiğin paralar.” dedim.
“İyi bari, en azından yabancıya gitmemiş.” deyip ayağa kalktı. Tam mutfak kapısından çıkacaktı ki geri döndü, işaret parmağını bana sallayarak:
“Bu arada, seni kurtaran adamla formalite ya da görev gereği evlilik yapmak yok! Bak ablacığım, burası gerçek dünya. Senin yazdığın o kitaplara benzemez. Gerçek hayatta anlaşmalı evlilik ya da görev evliliği diye bir şey yok, olamaz da! Bu sadece kitaplarda ya da dizilerde olur; izleriz, güler geçeriz. Diğer türlü şakası dahi yapılmamalı, çünkü hiç komik değil!” dedi.
Ayağımdaki terliği çıkarıp Kürşat’a fırlattım. Büyüdükçe refleksleri gelişmiş; önceden attığımda isabet ettirebiliyordum, şimdi hızlıca eğilip kurtardı kendini.
Aynı sert tutmaya çalıştığı ama başaramadığı ses tonu ile devam etti;
“Ben anlamam! Yarın bir gün karşıma, seni kurtaran komutanla evlenmeye karar verdik diye çıkarsan, elimden kurtulamazsın. Dibine kadar araştırırım. Yoksa ablam, kitaplarda yazdığı hayatı yaşamaya mı özeniyor diye. Önden söylüyorum bak!” dedi.
“İkinci terlik de geliyor!” deyince koşarak uzaklaştı mutfaktan. Hem güldüm hem de gözlerimden yaş geldi.
Ah benim deli dolu ama bir o kadar da olgun kardeşim… Annesiz kalınca bana anne gibi sarıldın bu doğru. Ama bende, bu zamana kadar verdiğin hiçbir desteği unutmadım. Hafta sonu arkadaşların gezerken sen gelip benimle birçok kez temizlik yaptın. Bari sana bu kadar faydam olsun, yükünü hafifleteyim deyip aylarca her hafta sonu temizlik, alışveriş gibi zorlandığım ne varsa yanımda olup bana destek çıktın.
Bu terk ediliş bizi çok çabuk olgunlaştırdı. Şimdi de canımızın derdine düştük. Bakalım İrlandalı, bizimkilerin ortaya attığı ters köşeye düşecek mi? Belki de peşimizi bırakır, bize bulaşmaz. Hatta Türkiye’den çekilir, sonrasında yakalanır da dünyadaki hiçbir canlıya zarar veremez.
Beni kaçırmak için manifesto ve video yayınlayan, hatta orada beni döven gençler ne oldu diye defalarca sordum ama Timur cevap vermedi. Galiba o kandırılan gençleri infaz ettiler diye düşünüyorum. İrlandalı öyle demişti: “İşinize yarayanı alın, yaramayanın ense köküne sıkın.” diye.
Ne kadar kolay bir insanın hayatıyla ilgili karar vermek…
Ben elimde olmadan, istemeden birini üzdüğüm zaman bile aklım çıkıyor. Bazen bana gelen mesajlara vakitsizlikten kısa kısa cevaplar veriyorum veya sadece emoji ile cevaplıyorum; ona bile üzülüyorum. Bu kişi benim yazdığım kitabı okumuş, kitapla ilgili bana mesaj yazıyor, iyi bir dilekte bulunuyor ama ben kısaca cevap verip geçiyorum. Vaktim olsa hepsiyle saatlerce sohbet ederim, sordukları her soruya uzun uzun cevaplar veririm ama hiç vaktim yok. Ben buna bile üzülürken, bu durumu bile birine kötülük yapmışım gibi düşünürken gerçek hayatta başkaları, başkalarının ölmesine ya da yaşamasına karar veriyor. Gerçek hayat çok korkunçmuş. Benim kitaplarım gerçekten çok masumane yazılmış…
Düşüncelerimden kapının açılma sesiyle çıktım. Elif’im geldi. Hemen mutfaktan koridora fırladım. Elif beni görünce “Ablammm… ” deyip boynuma öyle bir atladı ki… İşte bu sarılma, verdiğim tüm emeklerin, çektiğim tüm zorlukların bu dünyadaki mükâfatı diye düşündüm. Şu sarılmayı hiçbir şeye değişmem. En azından kardeşlerim, onlar için verdiğim hiç bir çabaya kayıtsız kalmıyorlar, farkındalar.
Elif, nerem denk gelirse oramı hızlı hızlı öptü.
“Çok özledim bal ablam, çok özledim!” deyip nefesi kesilene kadar beni öptü.
Babam;
“Aşk olsun Elif! Bir haftadır beni de görmüyorsun ama bu kadar öpmedin. Bir daha sana gofret almayacağım!” dedi.
Elif;
“Ablamı çok özledim baba. Seni de çok özledim ama ablamı daha daha çok özledim. Ablam bana gofret alır.” deyince gülümsedik.
Daha sonra Kürşat geldi. Babamla birbirlerine sarıldılar.
“Ben Elif’in üzerini değiştireyim.” dedim.
Kürşat ve babam mutfağa geçti. Geçer geçmez fısıltıyla konuşmaya başladılar bile. Elif’in üzerini değiştirip elini yüzünü yıkadım. Mutfağa geldiğimizde babamın aldığı malzemeler kahvaltılık tabaklara konulmuş, masada yerini almıştı.
Bizde ev işi konusunda herkes yetenekli; babam da kardeşim de elinden geldiğince her zaman böyle yardımcı oldular bana.
Elif, ortadaki patates kızartmasını görünce;
“Ben bunu çok seviyorum. Aslında siz her defasında yasak demiştiniz ama okulda arkadaşlarım beslenmesinde getiriyorlar. Orada tadına baktım, çok da sevdim ama siz kızmayın diye söylememiştim.” dedi.
Biz Elif patates kızartmasının tadını dahi bilmiyor diye düşünürken o, bizden gizli merak edip tadına bakmış. Babamla göz göze geldik. Bu kararı verirken Elif’i hiç düşünmemişiz. Hem kendimize hem Elif’e aslında ceza vermişiz. Çünkü ben patates kızartmasını çok seven biriydim; hayatımın olmazsa olmazı makarna ve patates kızartmasıydı. Babam yasaklayınca patates kızartması hayatımızdan çıkıp gitmişti. Ve bugün ben hem o yasağı deldim hem de aslında herkesin sevdiği bu yiyeceğin yeniden masada yer almasını sağladım.
Babam da dahil hepimiz oturup koca bir tabak patates kızartmasını afiyetle yedik. Elif dışında hepimiz oldukça sessizdik. Sadece Elif sorular sorarsa cevapladık o kadar. Hepimiz kendi içimizde bazı mücadeleler verip yeni kararlar alıyoruz.
Benim tek derdim İrlandalı denilen o adamın bir daha ailemize zarar vermemesi. Umarım plan işe yarar, İrlandalı ters köşe olur, hayatımızdan defolup gider. Aklımın bir köşesinden geçirip sürekli dua ettiğim tek konu şu an bu.
10 Gün Sonra…
Aybige Türkeli… 🖋️🖋️🖋️
💬 Karakterlerine içirdiğin o şerbetin tarifini atar mısın bana çiçek yazar? Bir arkadaş soruyor…
💬 Seni kurtardığıma göre sırada evlilik var…
💬 Kitaplarını tekrar tekrar okuyup seni hayal ediyorum çiçek yazar…
Şule, sosyal medya üzerinden bana gelen mesajları sesli bir şekilde okuyup şaşırmaya devam ediyordu. Vaktim yok deyip ayak üstü uğradı bana ama bu konu beni fazlasıyla rahatsız ettiği için hemen anlattım Şule’ye. Okuması bitince göz göze geldik.
Derin bir nefes alıp verdim ve;
“Olmuyor Şule… Görmemezlikten geliyorum, cevap vermiyorum. Bu defa beni kurtardığı operasyonla ilgili bir şey yazıyor, üstü kapalı mesaj atıyor. Yani demek istiyor ki, ben seni kurtardım, bana borçlusun. Tamam, sağ olsun beni kurtardı; defalarca kez teşekkür ettim. Ama beni kurtardığı için taciz boyutuna ulaşan bu mesajlarına katlanmak zorunda mıyım? Adam yüzbaşı… Rest çekemiyorum, tıkandım kaldım, ne yapacağımı hiç bilmiyorum.”
Şule;
“İnan böyle bir hareket ben de beklemiyordum. En azından Timur’dan dolayı seninle irtibat kurmaz diye düşünüyordum. Hiç yakıştıramadım koskoca yüzbaşıya bu tarz mesajları. Nasıl engel oluruz, nasıl önüne geçeriz ben de bilemiyorum. Dediğin gibi adamın rütbesi de ortada.” dedi.
“10 gün oldu. 10 gündür İstanbul’dayım, vakti saati belli değil… Canı ne zaman isterse o zaman mesaj atıyor. Artık sosyal medyamı kullanmak bile istemiyorum. Ama şu yaşadığım olaylardan sonra takipçi sayım 2 katına çıkmış. Herkes bir şeyler merak edip soruyor, haliyle onlara bir şekilde dönüş yapmak zorunda kalıyorum. Ne zaman mesaj bölümüne girsem yüzbaşının mesajları ile karşılaşıyorum. Paylaşımlarımla ilgili de mesajlar atıyor. Numaran bende var, rahatsız etmemek için sadece buradan yazıyorum, diye de belirtmiş. Yani demek istiyor ki, buradan engellersen yine istediğim zaman ulaşırım sana. Okudun tüm mesajları, bu taciz değilse nedir!?” diye hayıflandım.
Şule, oflayarak yerinden kalktı ve yanıma oturdu.
“Bak Aybige… Bu meseleyi Timur’la konuşmalıyız. Zaten senin soruşturmandan o sorumlu. Tamam, bu soruşturma ile ilgili bir durum değil ama sanki bir yerde güvenliğinle alakalı. Hem o da asker. En azından nasıl karşılık vereceğimize dair bir çözüm önerisinde bulunur. Bak, kitap yazarken o kadar araştırma yaptın, makaleler okudun… Bu tarz olaylar ile ilgili bilgi sahibi değilsin. Çözüm yolunu bize Timur söyleyebilir ancak… Bu şekilde kurtulursun.” dedi.
“Galiba başka çaremiz yok.” deyip Timur’u aradım.
İkinci çalışta hemen açtı:
“Aybige, ne oldu? Bir sıkıntı yok değil mi?” diye panikle sordu.
“Tehlikeli bir durum yok ancak başka bir konuyu seninle konuşmak istiyorum.”
“Ne oldu, hayırdır Aybige?”
Derin bir nefes alıp verdim;
“Timur… Yüzbaşı Zafer, 10 gündür vakitli vakitsiz sürekli bana mesajlar atıyor. Ne yapacağımı bilemedim. Senden akıl almak istiyorum. Babam ya da Kürşat olmaz… Onlara sorup akıl alacağım bir durum değil. Hatta duymamaları daha iyi olur. Nasıl tepki vereceklerini bilmiyorum.”
“Kapıyı aç. Kapıdayım.” dedi.
Şaşırdım.
Telefonu kapatınca Şule ile göz göze geldim.
“Kapıdaymış… Gelmiş.” dedim.
“Daha iyi oldu, yüz yüze konuşuruz.” deyip Şule kapıya doğru gitti.
Acaba neden geldi? İrlandalı ile ilgili başka bir gelişme mi var? Ya da İrlandalı, attığımız yemi yuttu; ülkeyi terk etti, artık rahatsın diye müjde mi verecek?
Bakalım neden gelmiş sevgili buzdolabı…