AYAK YIKAMA

1175 Words
Zafer, helikopterin kontrol kollarını ustalıkla kavradı ve pistin üzerinde alçalmaya başladı. Ama bunu sıradan bir iniş gibi yapmaya niyeti yoktu. Helikopteri aniden yana yatırdı, sonra keskin bir manevrayla neredeyse yere paralel hale getirdi. Nil, refleksle koltuğa yapıştı. “Ne yapıyorsun?!” diye bağırdı, sesi panikle yükselirken. Zafer, sırıtarak göz kırptı. “Büyükelçinin kızı olarak özel bir karşılama hak ediyorsun.” Helikopter, piste sıfır noktasına kadar alçaldığında aniden burnunu yukarı kaldırdı, rotorlar havayı döverek ortalığı toz dumana boğdu. Görevli askerler ve yetkililer geriye doğru çekildi, üniformalarının etekleri savruldu. Nil' in gözleri irileşti ama çığlık atmamaya çalıştı. Son bir manevrayla Zafer, helikopteri yumuşak ama abartılı bir şekilde yere koydu. Motoru kapatırken havalı bir şekilde başını yana eğdi. “Ve işte böyle, hanımefendi...” dedi, kemerini çözerken. “Bu kadar muhteşem bir inişi en son ne zaman izledin?” Nil derin bir nefes alıp kendini toparladı, sonra sinirle ona döndü. “Senin pilot lisansını kim verdi, lunapark mı?” “Bence bana madalya vermeliler.” dedi Zafer. “Senin gibi birine madalya verilirse, askeriyeyi kapatmaları gerekir.” diye homurdandı. Ama içten içe rahat bir nefes aldı. Uçuş, düşündüğünden çok daha sorunsuz geçmişti. Kapılar açılır açılmaz, Zafer hiç vakit kaybetmeden Nil’ in kemerini çözüp onu dışarıya yönlendirdi. Tugay komutanı çoktan bekliyordu. Nil, dik durmaya çalışarak ilerledi ama Zafer hala konuşuyordu. “Bak, hiçbir binaya çarpmadım, rotor kopmadı, motor da patlamadı… Resmen tarihe geçtim! Bana kesin madalya vermeleri lazım.” Nil, ona yan gözle baktı. “O madalyayı rüyanda görürsün. ” Tugay komutanı onları izlerken sabrını zorlayan bir ifadeyle öksürdü. Nil hemen ciddiyetini takındı. Zafer ise umursamazca omzunu silkti. Tugay komutanı, kibar ama otoriter bir sesle konuştu. “Nil Hanım, güvenliğiniz bizim için en büyük öncelik. Babanız sizi buradan almak için yola çıktı. Rahat edebileceğiniz bir yere geçelim.” Nil, biraz olsun rahatladı. En azından burada ona emir veren kaba adamlar yoktu. Hafifçe başını sallayarak kabul etti. Ama tam gitmeye hazırlanırken, Zafer ’in hala sırıtmakta olduğunu fark etti. “Hadi itiraf et, bu iniş havalıydı.” dedi Zafer göz kırparak. Nil derin bir nefes aldı, ayakkabısının topuğuyla hafifçe Zafer’ in ayağına bastı. Adam refleksle geri çekildi ama gülmeye devam etti. Tugay komutanı, Nil ’in hareketine hafifçe kaşlarını kaldırdı ama bir şey söylemedi. Onun için önemli olan, büyükelçinin kızının güvende olmasıydı. Nil, komutanla birlikte ilerlerken, son bir kez helikoptere ve onu deli gibi uçuran adama göz attı. Bir daha hiçbiri ile karşılaşmamayı diledi. Özellikle de Savaş denen o adamla ama dileklerin kabul edildi bir zamana denk gelemedi. Buradan onu görmeden çıkmayı başaracaktı ama çok yakında yeniden.... ... Gül, ter içinde nefes nefese kalmıştı. Bacakları yorgunluktan titriyor, ayakları adeta yere kök salmış gibi ağır hissediyordu. Ama komutanı Çağdaş ’ın karşısında dimdik durmaya çalışıyordu. Onun sert bakışları altında en ufak bir hata bile affedilmezdi. Neyse ki onu kendi timine almamıştı Çağdaş. Yani duyduğuna göre zaten o time girmesi mümkün değildi ama onları bir kaç saat önce eğitim yaparken görmüştü ve Diyarbakır' da aldıkları cezayı biliyordu. Arkadaşlarının yanına gittiğinde Çağdaş komutan ceza verdiyse verdiği cezanın en az iki katını yaptırmadan bırakmaz demişlerdi ki Gül bunu hayal bile edemedi çünkü ceza cidden ağırdı. Çağdaş, askeriyenin ortasında ellerini arkada birleştirmiş, soğukkanlı bir ifadeyle ona bakıyordu. “Ayaklarımı yıka. ” dedi. Gül, ilk başta ne duyduğunu anlamadı. Kaşlarını çattı, alnındaki teri eliyle sildi. “Ben niye sizin ayaklarınızı yıkıyorum, komutanım?” diye sordu, sesi hafif bir isyan tonuyla titriyordu. Çağdaş, sesini yükseltmeden ama otoritesini belli ederek konuştu. “Çünkü emrediyorum.” Gül’ ün yüzü asıldı. Gözleri kısa bir an etraftaki diğer askerlere kaydı, hepsi sessizdi. Hiçbiri onun yerine bir şey söylemeye cesaret edemezdi. İçinde bir şeyler öfkeyle kaynıyordu. Bu emir, fiziksel gücünü test etmek için değil, zihinsel direncini ölçmek içindi. Bunu anlayabiliyordu. Ancak yine de kendisini aşağılanmış hissediyordu. “Bu benim kadınlık gururuma hakaret.” diye mırıldandı. Çağdaş, kaşlarını çattı. “Sen burada askersin. Kendini asker olarak düşüneceksin. Askerin kadını erkeği olmaz.” Gül, dişlerini sıktı. Bunu bir aşağılanma olarak görüyordu ama biliyordu ki itiraz etmenin faydası yoktu. Zihninde dönüp duran öfke, yerini mecburi bir kabullenmeye bırakırken, “Nasıl yıkayacağım ki?” diye sordu. Çağdaş başıyla mutfağı işaret etti. “Git, mutfaktan bir leğen iste. Sonra da odama gel. Su getirmeyi unutma. ” Gül istemeden de olsa döndü, hızla mutfağa gitti ve bir leğen alarak geri döndü. Ellerini sıkan yumruklarını gevşetti, bu işin bir an önce bitmesini diliyordu. Leğeni Çağdaş ’ın önüne koyduğunda getirdiği suyu içeri döktü, komutan ayağını suya değdirdi ve yüzünü buruşturdu. “Bu su soğuk.” Gül, dişlerini sıkarak tekrar mutfağa gitti, sıcak su getirdi. Çağdaş yine ayağını suya soktu ama başını iki yana salladı. “Bu su sıcak.” Gül, derin bir nefes aldı, tekrar gitti, soğuk su getirdi. Ama Çağdaş yine memnun kalmadı. “Bu su soğuk.” Öfkesi kabarsa da belli etmemeye çalışarak bir kez daha sıcak su getirdi. Ama yine olmadı. “Bu sıcak.” Leğen giderek doluyor, Gül ise git- gel yapmaktan tükeniyordu. Her seferinde umduğu sonucu alamamak sinirlerini bozuyordu ama Çağdaş ’ın ifadesi hiç değişmiyordu. Sonunda leğen o kadar doldu ki artık su taşmak üzereydi. Çağdaş gözlerini devirdi. “Bu çok dolu. Ayağım sığmaz, her yer su olur. Götür, bunun birazını dök.” Gül, üzeri çoktan su sıçramış halde leğeni kaldırdı, kaldırdığı gibi daha da ıslandı, leğeni götürdü ve suyun bir kısmını boşalttı. Islak kıyafetleri vücuduna yapışmış, kasları titrer hale gelmişti ama pes etmemekte kararlıydı. Çağdaş bir kez daha ayağını suya soktu ve başını iki yana salladı. “Bu hala olmadı. Buz gibi. Hassastır benim ayağım. ” Bu söylediğine gülmek üzereydi ama kendini tuttu. Ayağı hassas olacak son kişi bile olabilirdi. Gül’ ün nefesi düzensizleşmişti, yorgunluk vücudunu ele geçirmişti ama emre uymaya devam etti. Bir daha su taşıdı. Bir daha… ve bir daha… Sonunda Çağdaş, aniden ayağa kalktı. Gül’ ün olduğu yerde durup yorgunluktan nefes nefese kaldığını gördü. Gözleri donuktu ama içinde bir şeyler kaynıyordu. Çağdaş sertçe konuştu. “Kafanı kullanmayı öğren. Öğrenmezsen çok eziyet çekersin.” Gül, başını kaldırdı ama bir şey söylemedi. Çağdaş devam etti. “Baştan bir kap sıcak, bir kap soğuk su getirmeyi akıl etseydin yorulmadan çözerdin. Komutanının gözünde de beceriksiz olmazdın.” Gül, söylediği şeyin mantıklı olduğunu biliyordu ama yine de içindeki öfke dinmiyordu. “Askerlik zeka işidir.” diye devam etti Çağdaş. “Yorulmak istemiyorsan kafanı kullanmayı öğrenmelisin.” Sonra arkasını döndü ve gür sesiyle bağırdı: “Şimdi eğitime!” Gül, içindeki tüm yorgunluk ve bitkinliğe rağmen gözlerini sertçe kırpıştırdı, yere düşmeden dik durmaya çalıştı ve dişlerini sıkarak Çağdaş ’ın arkasından yürümeye başladı. Bu yaşadığı bir ders miydi, yoksa ona yapılan bir eziyet mi? Bilmiyordu. " Cezam bu muydu? " diye sordu cesaretini toplayıp. Öyle ya canını çıkarmıştı bir de eğitime gönderiyordu. " Komutanın ayağını yıkamak ceza mı olur? Olsa olsa şeref olurdu ama onu da başaramadın. " " Emredersiniz Komutanım. " dedi Gül çünkü sözün bittiği yerdeydi. Bu ceza ne olacak merak ediyordu. Gerçi ceza Çağdaş ile aynı havayı solumaktı ona göre. Ama askerlik, sadece fiziksel bir savaş değildi. Aynı zamanda zihinle verilen bir savaştı. Ve bu savaşı kazanmak için içindeki isyanı kontrol etmeyi öğrenmek zorundaydı. Yorgun ama daha bilinçli bir şekilde yürürken, kendi kendine bir söz verdi. Daha akıllı olacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD