GECE 1
Biri sana hiç, “Bu teklif çok saçma, ama aynı zamanda da lanet olası şekilde mantıklı,” dedi mi? İşte elimdeki mektup tam olarak öyleydi.
Üç cümlelik bir zarf: “Deneye katıldığınız için teşekkür ederiz. Gidiş-gelişiniz, masraflarınız ve kalış süreniz tarafımızca karşılanacaktır. Sadece hatırlayanlar hayatta kalır.”
Altında imza yoktu. Sadece baş harfi yanmış bir mühür.
Vera Vox.
Adını ilk duyduğumda, zihnimde eski bir radyo cızırtısı gibi yankılandı. Bir an için içim çekildi. Sanki bir şey — ya da biri — içime gömülmüş bir düğmeye bastı.
Ve sonra... hiç.
Boşluk.
Tren raylarının tok sesi, beynimin içini döver gibi ilerliyordu. Camdan dışarı bakınca, hiçbir şey görmüyordum; sadece karanlık ve penceredeki yansımam. Gözlerimin altı mora çalıyordu. Saçlarım dağınıktı. Kendime benzemiyordum ama bu pek yeni bir durum sayılmazdı. Son iki yıldır kim olduğuma dair net bir cevabım yok zaten.
Sırtımda sadece bir çanta vardı, içinde not defteri, bir ses kayıt cihazı — ve hiçbir yere gitmeyen bazı sorular. Anılarım… eksik. Ama eksik olan neydi, bilmiyorum.
İşte bu yüzden oraya gidiyorum.
Kendimden kaçmaya çalışırken, daha derin bir çukur kazdım muhtemelen. Ama garip bir şekilde, içimde bir huzur vardı. Korkudan sonra gelen o iğrenç ama dürüst duygu: kabullenme.
Tren, nihayet durdu. Sadece benim indiğim bir istasyondu. Pas tutmuş tabela bir şeyler yazıyordu ama harfler kazınmış gibiydi. “Vox Memoriam” yazmalıydı belki.
Ama görünmüyordu.
Sadece sis. Her yerde, yoğun, keskin bir sis.
Ayakta kalmakta zorlandım ilk adımda. Sanki yer beni geri istiyordu.
İçimden geçen ilk cümle şu oldu:
“Ne halt ediyorsun burada, Aren?”
Ama sonra... sonra adımı biri fısıldadı. Gerçekten.
Rüzgârla birlikte geldi ses: “Aren...”
Saçlarımın arasından geçti, enseme dokundu.
Bir küfür sıyrıldı dudaklarımdan. Küfür değil belki de, bir tür dua.
“Tanrım, hâlâ delirmemişimdir umarım.”
---
Malikâneye giden yol tek bir taşlı patikadan oluşuyordu. Üzerine bastıkça taşlar çatırdıyordu, ama hiçbir hayvan sesi yoktu, kuş bile. Sadece sessizlik. O kadar yoğun bir sessizlikti ki, sanki kulak zarlarım içeri çekiliyordu.
Bu, bir tür uyarıydı belki de. Geri dön demeyen ama “burası başka bir yer” diyen bir tür uğultu.
Ve sonra… gördüm.
Vera Vox.
Bir malikâne değil, bir kusur gibiydi manzarada. Siyah taşlardan örülü, gotik ama yaşayan bir yapıya benziyordu.
Sanki nefes alıyordu.
Pencereleri boş gözler gibiydi.
Kapısı, açılmamış bir çığlık gibi duruyordu.
Adımlarım istemsizdi. Gitmiyordum; çekiliyordum.
---
Zemin gıcırdadı.
Sanki her adım, evin boğazına çöken bir hatırayı uyandırıyordu.
Toz bile burada başka kokuyordu — eski kitapların küflü derisiyle, lavanta küllerinin arasına gizlenmiş kurumuş bir mektubun teni gibi.
İlk nefesimi tutarak attım içeriye adımımı.
Sanki odanın havası bana değil, ben ona karışmalıymışım gibi.
Kapı arkamdan kapandığında çıkan ses — hani şu ağır, yavaş ve mideye oturan türden — içimde bir şeyin sonsuza dek mühürlendiğini fısıldadı.
Dışarısı yoktu artık.
Vera Vox vardı.
Ya da gerçek adıyla: Vox Memoriam.
Zihnimin kıyısında çınlayan tek cümle hâlâ oradaydı.
Annemin el yazısıyla, o lanet mektupta karalanmıştı:
“Unuttuklarını hatırlamanın zamanı geldi. Kapı açıldı.”
Gözlerim gölgeyle ışık arasındaki geçişlere alışmaya çalışırken, kalbim o tanıdık ritme dönmeye başladı: kaçmak isteyen ama kafesine sadık kalan kuş gibi.
Bu ev… Bu ev bana ait değildi.
Ama içim, aitmişim gibi ağrıyordu.
Derken bir ses çaldı içeriden.
Cıvıl cıvıl, tiz ve zamana ait olmayan bir kahkaha.
“Yeniii gelen! Merhaba! Merhaba? Sen… sen galiba canlısın?”
Bir kadının sesi.
Yok, kadın değil.
Bir taşkınlık. Bir ses fazlası. Bir içli dışlılık hali.
Kafamı çevirdim.
İlk göz teması:
Sarı, kabarık, biraz fazla parlak bir hırka.
Altında çiçekli bir elbise.
Ve gözlerinde, dünyayla dalga geçiyor gibi duran kocaman bir neşe.
“Ben June! Senin adın ne? Dur tahmin edeyim... Hm, sessizsin… Bu ev hepimizi önce sessiz yapıyor biliyor musun? Sonra da konuşunca pişman ediyor. Korkutucu değil mi? Bence biraz seksi. Sen ne düşünüyorsun?”
Göz kırptı.
Gerçekten mi?
“Ben… Aren.” dedim.
Sesim dudaklarımdan çok gecikmeli çıktı.
Çünkü ağzım konuşmak istemedi.
Burada, her kelimenin kayıt altına alınabileceğini hissettim.
June, yüzüme biraz daha yaklaştı.
Kendi sınırlarını fark etmeyen bir samimiyet vardı onda.
Ama bu rahatsız edici değildi.
Sadece… fazla gerçekti.
“Odam çok güzel! Biraz fazla pembe ama olsun. Duvarda annemin gibi kokan bir parfüm vardı. Ne garip değil mi? Hiç hatırlamıyorum ama burnum hatırlıyor. Sence de burası burunla ilgili olabilir mi? Anılar böyle… böyle delice şeylerden çıkıyor bazen. Sana hiç oldu mu?”
Oldu.
Defalarca.
Ama o an, konuşmak yerine başımı sallamak yetti.
June gülümsedi.
“Harika! Konuşmaya başladığın için sevindim. Genelde insanlar buraya ilk geldiğinde sessiz oluyor. Sonra… sonra ya çok konuşuyor ya hiç. İkisinden biri. Aaa, odamı göstereyim mi? Gel hadi! Oradan geçince merdivenler var, bazen gıcırdıyorlar ama merak etme, sadece Atlas duyunca kızıyor. Atlas burada bi’ nevi... ne denir… evin güvenliği gibi mi? Koruma mı? Karanlık prens mi? Bilemiyorum ama cool biri.”
Atlas mı?
İçimde hafif bir ürperti dolaştı.
Bir isim, o kadar sade söylenip bu kadar çok şey hissettirebilir miydi?
Henüz görmediğim biri hakkında kalbim, nedensiz bir ritim değişimiyle cevap verdi.
June konuşmaya devam etti.
Konuşmadığı bir saniye yoktu.
Sanki boşluklar onun için düşman gibiydi.
Ya da sessizlikle baş başa kalınca bir şeyler hatırlayacak gibiydi.
Bense... evin her köşesini tarıyordum göz ucuyla.
Duvarlardaki desenler sabit değildi sanki.
Bir bakıyorsun, tahta.
Bir bakıyorsun, çatlaklardan bir yüz sana bakıyor gibi.
Hafif bir rüzgar var gibi içeride ama pencere yok.
Koku var, evet.
Ama insan kokusu değil.
Zamanın kokusu gibi.
Duvardaki aynada kendi yüzümü tanıyamadım.
Solgun, çekik bakışlar. Altlarında morluk, içlerinde donukluk.
Sanki biri beni içeriden silmiş.
June yanımda, kolunu koluma geçirmiş, malikâneye hayran hayran bakıyor. Ağzından kelimeler dökülüyor ama bir tanesi bile üzerime düşmüyor. Sesi, arka planda çalan eski bir radyo gibi — ne anlattığı önemli değil, sadece orada olması huzursuzluk veriyor.
“Bak buraya! Tanrım, şuna baksana, eski ama garip bir şekilde… seksi?”
Kahkaha atıyor.
Gıcırdayan bir kapı gibi, tiz ve sinir bozucu.
Birden duruyor.
“Elini çekme. Sıcaksın sen. Elin buz gibi olsaydı korkardım,” diyor.
Korkman gereken şey ellerim değil, June.
Kendime ses etmekten vazgeçeli çok oldu. Düşüncelerim bile başkasının artık.
Malikâne... yok, yanlış. Vox Memoriam.
Burası bir ev değil.
Bir hafıza mezarlığı.
Koridorun derinliklerinden bir rüzgâr esiyor, kimse yokken bir pencere kapanıyor, yerdeki paspas bir şeyin ayak sesini taklit eder gibi titreşiyor.
June konuşmaya devam ediyor.
“Sence neden çağrıldık buraya? Bize gelen zarfta sadece 'Zihin açıldığında, ses duyulur' yazıyordu. Bu ne demek?”
Sustum.
Çünkü içimde bir ses hâlâ o mektubun satır aralarını fısıldıyor.
“Kapı açıldı, hatırlama zamanı geldi.”
Yutkunurken boğazımda paslı bir tat.
June, kalın bir perdeden sarkan ipi çekiyor, birden salonu yumuşak sarı bir ışık yutuyor.
Duvarlarda çatlaklar.
Tavanda sarkıtlar.
Ve tam ortada... eski bir piyano.
Ahşap siyah, cilası solmuş, bazı tuşları eksik.
Tuşların üzerinde parmak izleri var.
Kimse çalmamış ama sanki yeni dokunulmuş gibi.
Birden bir zil çalıyor.
Keskin. Uzun. Zorla hatırlatır gibi.
June gözlerini deviriyor.
“Yemek zili mi bu? Gerçekten mi? Bu yerin Hogwarts’tan hallice olduğunu biliyordum.”
Kolumu çekiyor. “Yürü, açlıktan halüsinasyon göreceğim.”
Yemek salonu, malikânenin diğer tarafında. Yüksek tavanlar, cam vitraylı pencereler, koyu bordo duvarlar. Birkaç isimli çatal-bıçak var masada. Ve birkaç isim hala yok.
June, herkesin ortasında oturuyor. Bacak bacak üstüne atmış, kendi şovunun yıldızı.
“Merhaba millet!” diye bağırıyor. “Ben June. Beni tanımıyor gibi yapabilirsiniz ama kesin tanışmışızdır bir yerde. Baksana, bu malikânenin enerjisi... tanıdık. Gerçi ben kiminle nerede tanıştığımı da hatırlamıyorum, ama siz de hatırlamıyorsunuz, değil mi? Tamam işte, eşitiz.”
Sessizlik.
Yalnızca çatalın porselenle buluştuğu o metalik ses.
Soraya başını yana eğiyor. Gözleri kısıksa da belli ki June’u analiz ediyor. Tobias not alıyor. Raya sandalyesinde hafifçe kıpırdanıyor, David bir şey demiyor. Atlas henüz ortada yok.
June ise hâlâ konuşuyor.
“Yani, bu çağrı olayı biraz manyakça, değil mi? Gerçekten hiçbir şey hatırlamıyor musunuz? Hadi ama, biriniz hatırlıyordur. En azından bir yaz kampı ya da... hani birlikte bir sandık falan açmışızdır?”
O an bir şey oluyor.
Cümle donuyor.
Yüzüm geriliyor.
Kalbim bir anda yumruk yemiş gibi içeri çekiliyor.
Sandık.
June ne dediğini bilmiyor.
Ama ben biliyorum.
O kelime, içimde kilitli bir kapıyı tırmalıyor.
Paslı bir anahtar gibi, döndürülmeye çalışılan ama dirençle karşılaşan.
“Sandık mı dedin?”
Sesim kısık ama keskin.
June omuz silkiyor.
“Ne bileyim? Aklıma öyle geldi işte. Rüyamda mı gördüm ne.”
Gözlerimi kaçırıyorum.
Kalbim tekliyor.
Çünkü o gün... o sandık...
Gölgeler.
Ve sonra... hiçlik.
---
June koluma yapıştı.
“Otur hadi. Yanıma. Burası güvenli bölge!”
Ona güvendim mi bilmiyorum ama onunla olmak yalnız kalmaktan iyiydi.
Sanki fazla neşesiyle ruhumun üstüne serdiği battaniye işe yarıyordu.
Bir nebze.
Masada birkaç kişi daha vardı.
Bakışlar yüzeyseldi.
İlgi değil, kontrol içeriyordu.
Tanımaya değil, ölçmeye çalışıyorlardı.
Biri hariç:
Gözlerinin içi gülen, kıvırcık saçlarını sürekli düzelten, az önce lip gloss sürmüş gibi duran bir kız: Raya.
Kendini hemen tanıttı.
Fısıltıyla.
"Buraya alışmak biraz zaman alır. Ya da hiç alışamazsın. Neyse, hoş geldin."
Cümlesinin sonu ironikti ama içinde samimiyet vardı.
Tam arkamda bir gölge kıpırdadı.
Kapı sessizce açıldı.
Ama sesini kalbim duydu.
Yavaşça dönmedim, refleksle baktım.
Hiç kimse bir şey demedi ama oda bir anlığına dondu.
Uzun boylu biri salona girdi.
Adımları ağır ama rahattı.
Gözleri, gözlük takmayan biri için fazla kısıktı.
Sanki dünyayı net görmek istemiyor gibiydi.
Ya da çok fazla görüyordu da seçiyordu.
June mırıldandı.
“Sakın göz göze gelme, sakın sakın... Şaka tabii, gel istersen tanıştırayım.”
Başımı çevirmeden, iç sesimle susturdum onu.
İçimde tuhaf bir titreşim dolaştı.
Adamın kim olduğunu bilmiyordum.
Ama içgüdülerim, midemin içini yumruk gibi sıkıyordu.
June yanına gidip biraz fazla yaklaştı ona.
Ses tonu bir anda değişti.
Yumuşadı.
Kırmızı rujunu bir parmak hareketiyle düzeltti.
“Luca, seni özledik! Yeni geleni gördün mü? Sessiz ama seksi biri. Hadi ama, ona biraz hoş geldin desene.”
Luca.
İsmini zihnim tekrar etti.
Bir yerden tanıdık.
Ama bulanık.
Sanki rüyada duyduğun bir melodi gibi.
Bütün tüylerim diken diken oldu ama yüzümde tek bir kas oynamadı.
Kendimi tuttuğumu fark ettim.
Sadece göz ucuyla, elinin hareketlerini izledim.
Sessizce oturdu.
Konuşmadı.
Ama gözleri masanın üstünden bana süzüldü.
Sanki beni... hatırlıyordu.
İçimde bir uğultu başladı.
O kadar hafifti ki dışarıdan fark edilmezdi.
Ama midem ters döndü.
Bir şey beni izliyordu.
Uzun zamandır.
Belki bu evde değil... daha önce.
Ama o bakış... yabancı değildi.
O sırada salona başka biri daha girdi.
Ama onun gelişiyle hava değişti.
Hafifçe gerildim.
June bile durdu.
Raya hafifçe dikleşti.
Birkaç kişi omuzlarını düzeltti.
Adam — evet, bu defa gerçekten bir adam — gözleri buz gibi ama ağzı gülmeye alışkın gibiydi.
Derin sesi salonu böldü.
“Yeni gelen hoş gelmiş. Aren Derya değil mi?”
İsmim, onun dudaklarından çıkınca bir anlam kazandı.
Boşluklar doldu.
Henüz tanımadığım bir şey içimde yer değiştirdi.
Atlas.
Bu adam Atlas’tı.
---
Gecenin içine sızan bir soğukluk vardı.
Duvarlar sanki nefes alıyordu. Ahşap çıtırdıyor, taşlar terliyordu.
Vox Memoriam, dışarıdan bakıldığında bir malikâneydi belki ama içeride… içeride zamanın başka türlü aktığı, duyguların kıvrıldığı, hatıraların kendilerini kustuğu bir varlıktı.
June, odasına doğru yürürken hâlâ konuşuyordu.
Kendi sesine âşık bir kadın gibi.
Ama söyledikleri, rüzgârın uğultusuna karışıp yok oluyordu.
“Yani rüyamda sanırım... ben oradaydım. Biri vardı. Kum saatleri vardı. Çok tuhaf. Ama işin en ilginç yanı—”
Kapı gıcırdayarak açıldı. Odaya adımını attı.
İçeriye, parfüm ve toz karışımı bir hava doldu.
Sonra kapı kapandı.
Koridorda biri vardı.
Adımları yavaş. Gölgesi uzun.
Karanlıkla bütünleşmiş gibi.
Atlas.
Ama o başka bir şeye odaklıydı.
Köşede duran uzun, siyah silueti fark ettiğinde durdu.
Luca.
June’un kapısından süzülürken, sanki orada hiç olmamış gibi davranarak ilerliyordu.
Fakat Atlas fark etmişti.
Onun yürüyüşünü, o gecikmeli bakışını, ensesindeki gerilimi.
Bilemezdi ama hatırlıyordu.
O adam, bir keresinde yangının içinde gülerek yürümüştü.
Ve yine de hiçbirimiz nedenini hatırlamıyorduk.
Atlas, gölge gibi bir duvarın gerisinden onu izledi.
Luca, odasına dönüyordu.
Kapısı gıcırdamadan kapandı.
Bir süre hiçbir şey olmadı.
Sonra Atlas gözlerini kapattı.
Derin bir nefes aldı.
Sanki içeriye değil de geçmişe çekiyordu havayı.
Yine başlıyoruz.
---
Aren, yatağında kıvrılmıştı.
Battaniye dizine kadar sarkmış, saçları yastığa karışmıştı.
Ama uyuyamıyordu.
Zihni, sandık kelimesine çarpıp duruyordu.
Bir sandık.
Ahşap. Üzerinde kazınmış harfler.
Bir tarih: 24 Mart 2011.
June'un sesi, rüyasının içine sızıyordu.
“Sence neden hatırlamıyoruz?”
Bir tıkırtı.
Sonra bir gölge.
Karanlığın içinde kapısı çıtırtıyla aralandı.
Bir adım.
İçeri süzülen karartı.
Yavaş. Dikkatli.
Sanki daha önce de bunu yapmış gibi.
Aren kıpırdandı.
Gözleri aralandı ama hareket etmedi.
Korku, bedenini aniden donduran o eski tanıdık his gibi ensesine tırmandı.
Gölge, yatağın kenarına yaklaştı.
Eğildi.
Bir şey aldı.
Bir kutu?
Hayır. Hayır... bir tarak. Ve— iç çamaşırı?
Aren'in içinden bir çığlık yükseldi ama dudaklarına ulaşamadı.
Gölge, hızlıca odadan uzaklaştı.
Kapı kapandı.
Bir nefes.
Sonra bir daha.
Aren yataktan doğruldu. Ter içinde.
Ellerini karnına bastırdı.
“Deliriyor muyum? Biri mi vardı? Yoksa rüyada mıydım?”
---
O sırada Atlas, mutfağa inmişti.
Avuçlarında sigara.
Şarabın koyu kırmızısı, bardağın camında titriyordu.
Kapıdan Tobias girerken başını eğdi.
Ama hiçbir şey sormadı.
Sanki konuşmak tehlikeliydi.
Atlas, bir yudum aldı.
Şarabın tadı kötüydü.
Ama geçmişin tadı daha kötüydü.
Çünkü bazı anılar, gömülse bile toprağın altında küflenip geri dönüyordu.
---