Kapının metalik sesi hücremin soğuk duvarlarında yankılandı. Kendime gelmem birkaç saniyemi aldı. “Yaşadın mı, canavar?” dedi nöbetçi, sesi hem alaycı hem de tiksinti doluydu. Her zamanki gibi, bana bir insan değilmişim gibi davranıyordu. “Bugün yine birini öldüreceksin. Heyecanlı mısın?” Bu kelimeler zihnime kazındı, içimde birikmiş olan öfkeyi daha da körüklüyordu. Onun yanında duran diğer nöbetçi ise, küçümser bir tonla, “Kiminle konuşuyorsun? O bir canavar. Seni anlayacak mı sanıyorsun?” diyerek kahkahalar attı. Onların bu aşağılayıcı tavırlarına rağmen, içimdeki savaşçı ruhu diri tutmaya çalışıyordum.
Nöbetçiler, gülerek yanıma yaklaştılar. “Hadi kalk!” diye emretti biri, ellerindeki mızraklarla beni dürtmeye başladılar. Yerde hareketsiz durmam hoşlarına gitmemiş olmalıydı. Bedenim, zayıflamış olmasına rağmen hala direniyordu ama ben kalkmak istemedim. Ancak bunu onlara anlatmak imkansızdı. Sabırsızlandılar ve mızraklarını daha sert batırmaya başladılar. Her dürtüşlerinde derime işleyen acı beni uyandırıyor, hayatta kalma içgüdülerimi tetikliyordu.
Artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Haftalardır beni burada tutuyorlardı, bedenimi ve zihnimi uyuşturmak için yemeğime koydukları o lanet olası ilacın etkisinden kaçmak için büyük bir çaba sarf etmiştim. Bir haftadır o yemeğe dokunmuyordum, açlıkla savaşıyordum ama nihayet ilacın etkisinden kurtulmuştum. Bedenim hafifçe titriyor, kaslarım eski gücüne dönmeye başlamıştı. Bir fırsat kolluyordum. Ya şimdi ya da hiçbir zaman…
Gözlerim nöbetçilerin ellerindeki mızraklara kaydı. O an içimde yükselen karanlık bir kararlılık vardı. Ani bir hareketle bir nöbetçinin mızrağını kavradım ve bedenime doğrultmaya çalıştığı silahı kendi gücümle ona doğru çevirdim. Gözlerindeki şaşkınlık, acımasızca yüzüne kazındı. Mızrağı hızla vücuduna sapladım, onun çığlığı dar koridorlarda yankılandı. Diğeri, panikleyip geri çekilmek istedi ama ben çok hızlıydım. Kendisini toparlamaya çalışırken onun da elindeki mızrağı kaptım ve hiç tereddüt etmeden vücuduna sapladım. İki nöbetçinin cansız bedenleri yere yığıldığında derin bir nefes aldım.
Artık durmanın bir anlamı yoktu. Her an başka nöbetçiler gelebilirdi. Hemen hareketlenip, daha önce sadece dövüşmek için çıkarıldığım yolu kullanarak ilerlemeye başladım. Dar, karanlık koridorlar, nemli taş duvarlar arasında hızla koşuyordum. Yüreğim, yıllardır hissetmediğim bir özgürlük arzusuyla dolup taşıyordu. Her adımda, zincirlerin ağırlığını omuzlarımdan atıyor gibiydim.
Nihayet karanlık bir kapıya ulaştım. Dışarıya açılan bu yol, her ne kadar tehlikelerle dolu olsa da benim için bir umut kapısıydı. O karanlığa adımımı attığım anda, içimde bir kıvılcım yanmaya başladı. İlk defa, gerçekten özgürdüm. İlk defa… Yıllardır beklediğim an buydu. Özgürlüğün soğuk ve karanlık yüzü bile beni korkutmuyordu. Şimdi yeni bir başlangıç zamanıydı. Kaderim artık benim ellerimdeydi.
Gece boyunca ne kadar süredir koştuğumu bilmiyordum. Zaman kavramını kaybetmiş gibiydim; dakikalar mı geçti, yoksa saatler mi, hiç farkında değildim. Sadece bir şeyin farkındaydım: özgürdüm. Hayatım boyunca ilk kez tutsak olmadığım bir anı yaşıyordum ve bu özgürlük duygusu, içimde patlayan bir volkan gibiydi. Çıplak ayaklarımdaki kesikler, ayağıma batan ağaç dalları ve dikenler canımı yakıyordu ama o an bu acıları hiç hissetmiyordum. Mutluluk o kadar büyüktü ki, bedenimin acısını unutturuyordu. Bacaklarımın gücü tükenene kadar koştum. Rüzgâr tenime çarpıyor, ormanın soğuk havası içime doluyordu, ama hiçbir şey beni durduramaz gibi hissediyordum.
Artık daha fazla koşamayacağımı hissettiğimde, kocaman bir ağacın gövdesine yaslandım ve yere oturdum. Sırtım ağacın pürüzlü yüzeyine değdiğinde, biraz olsun rahatladım. Nefes alıp vermem hızlanmıştı; kalbim, göğsümden çıkacak gibi atıyordu. O kadar uzun zamandır tutsaktım ki, böyle bir özgürlüğü nasıl yaşayacağımı unutmuştum. Ellerimi çamurlu toprağa bastırdım, parmaklarımın arasına ıslak toprak doldu. Gökyüzüne doğru kafamı kaldırdım, ilk kez özgür bir adam olarak geceyi izliyordum. Yıldızlar gökyüzünü süslüyordu, parlak ve huzurlu görünüyordu. Ayın ışığı, ormanın karanlık derinliklerini aydınlatıyordu. Bu aydınlık, yıllardır içinde yaşadığım hücrenin boğucu karanlığından çok daha parlaktı. Sanki gökyüzü bile bana bir özgürlük mesajı gönderiyordu.
Mutluluk içimde bir dalga gibi yükselirken, ani bir ses beni o huzurdan çekip aldı. Yıllardır kulaklarımda yankılanan o iğrenç, otoriter ses yine çok yakınımdaydı. İçim ürperdi.
"Kaçabileceğini mi sandın, canavar? Senin sahibin benim! Seni bulacağım, ama bu sefer seni affetmeyeceğim!" diye bağırdı. Ses, ormanın derinliklerinde yankılanırken, o tanıdık ürperti tüm vücudumu sardı. Sesini etrafındaki adamlara yükselterek, "Onu bulun! Bulana kadar geri dönmeyin! Ölü ya da diri, bulun!" diye emretti.
İlk kez özgür kalmıştım ve tekrar o korkunç hücreye dönmeye niyetim yoktu. Korku beni hızla ayağa kaldırdı, yeniden koşmaya başladım. Ayaklarım hızla zemine çarparken, ağaç dallarının kırılma sesleri, yaprakların hışırtısı kulaklarımda yankılandı. Çevremdeki her şey ses çıkarıyordu; ormanın sessizliği benim hareketlerimle bozulmuştu. Onların nerede olduğumu anlamaları zor olmadı, ve çok geçmeden arkamdan gelen kurt adamların koşma seslerini duydum. Hızlanmaya çalıştım, ama bacaklarım artık beni taşımakta zorlanıyordu. Onlar kurt formundaydı, benimse insan formumda daha hızlı olmam gerekiyordu, ama artık gücüm tükeniyordu.
Onlar gibi kurt formuna geçemiyordum, sadece yılda iki defa dönüşebilirdim ve bu, onların bana karşı avantajıydı. Farklı bir tür olduğumun kanıtı buydu: Sadece iki dönüş hakkım vardı ve bu yüzden hep savunmasız kalıyordum. Nefesim kesiliyordu, ciğerlerim yanıyordu, ama durmaya cesaret edemiyordum. Kurtlar hızla yaklaşıyordu; adımları hızlanıyor, aramızdaki mesafe giderek daralıyordu. Artık kurtulma şansım kalmadığını anlamaya başlamıştım. Bacaklarım titriyor, bedenim güçsüzleşiyordu. Birkaç adım daha atmayı başardım, ama artık koşmak bir yana, adım atacak gücüm bile kalmamıştı. Durduğum yerde, pes etmiş bir şekilde bekledim. Omuzlarımı düşürüp gözlerimi kapattım; yenilgiyi kabullenmiştim.
Yenilgiyi hissettiğim o anda, arkamdan gelen sesler dikkatimi çekti. Saldırıyı iki cepheden mi yapıyorlardı? Yanımdan üç kurt adam hızla bana saldıranlara doğru koşmaya başladı. O kadar şaşırmıştım ki, ne olduğunu anlamaya çalışırken gözlerim büyüdü. Beklediğim darbe gelmedi, aksine beni öldürmeye çalışan kurt adamlar yere seriliyordu. Kurtlar vahşice parçalanıyordu ve ben sadece donup kalmış bir şekilde izliyordum. Birkaç saniye içinde etrafımdaki kurt adamlar ölmüş, yanımda yeni gelenler vardı. Bu üç kurt adam, kurt formundan insan formuna geçtiler.
İçlerinden zayıf ama uzun boylu, siyah saçlı ve kahverengi gözlü biri bana yaklaştı. Sesi soğukkanlı ama dostane bir tondaydı. "Merhaba, ben Atilla," dedi. Titreyen bir sesle, "Merhaba," diyebildim. Korkumu gizleyemiyordum. Kendi başıma kaçarken beni bulmuşlardı ve bu üç yabancıya güvenip güvenemeyeceğimden emin değildim.
Atilla bakışlarını yüzüme dikerek, "Adın ne?" diye sordu.
Dilim tutulmuştu. O kadar uzun süredir bana gerçek bir ad soran olmamıştı ki, ne cevap vereceğimi bilmiyordum. "Adım... Canavar," dedim, sessiz bir tonla. "Genelde öyle diyorlar."
Atilla’nın kaşları hafifçe kalktı, ama yorum yapmadı. Tam bir şey daha söylemek üzereydim ki, içlerinden biri gergin bir şekilde konuştu. "Burada daha fazla kalamayız. Hemen gitmemiz gerekiyor."
Diğeri başını sallayarak onayladı. Atilla da aynı fikirdeydi. "Haklısınız. Hemen gidelim." Sonra bana dönüp, "Sen nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Şaşkın bir şekilde omuz silktim. "Bilmiyorum. Sadece kaçıyorum. Nereye gittiğimi ben de bilmiyorum."
Atilla, beni baştan aşağı inceledi ve arkadaşlarına bir işaret verdi. "Az konuşalım mı?" dedi.
Arkadaşları benden biraz uzaklaştı, kendi aralarında fısıldayarak bir süre konuştular. Birkaç dakika boyunca tartıştılar ve sonra bana döndüler. Atilla, "Hey, canavar! Hadi bizimle gel!" dedi.
Şaşkın bir şekilde onlara baktım. Sanki söylediklerini tam anlayamamış gibiydim. "Bizimle gel," diye tekrar etti.
Hâlâ şaşkınlık içindeydim ama ağır adımlarla yanlarına doğru yürüdüm. "Hadi, dönüş yolumuz uzun ve buradan bir an önce uzaklaşmamız gerek," dedi Atilla.
Kendimi biraz toparlayarak, "Ben... dönüşemiyorum. Daha doğrusu dönüşebiliyorum, ama sadece yılda iki defa," dedim. Onların şaşkın bakışlarını hissettim. "Evet, biraz tuhafım."
Atilla başını salladı. "Tuhaf birisin, evet. Peki, koşarak bize yetişebilir misin?" diye sordu.
Evet anlamında başımı salladım. "Dönüşemiyorum ama bu halimle bir kurt adamdan daha hızlıyım. Normalde beni yakalayamazlardı, ama uzun süredir açım ve... güçsüzüm," diye ekledim, sesim titreyerek.
Atilla’nın yüzünde bir üzüntü belirdi. Elini sırtıma koyarak, "Neyse dostum, buradan uzaklaşalım. Gerisini sonra anlatırsın," dedi.
Bu sözlerin ardından hızla harekete geçtik. Onlar kurt formuna döndüler, ben ise insan formumda olabildiğince hızlı koştum. Onların yanında koşmak, yeniden bir umut doğurmuştu içime.